ZİYA KAYAPINAR DOSTA DOĞRU
Ziya KAYAPINAR

DAMDAKİ LEYLEK




DAMDAKİ

LEYLEK

 

 

 

 

 

YAZAN

ZİYA KAYAPINAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KÖYÜM

 

Sizleri bir süre için bu güzel dünyanızdan koparıp 1940 lı yıllara götürmek ve o günleri sizlerle birlikte yeniden yaşamak istiyorum. O yılar benim çocukluk yıllarım, Anadolu halkının çileli yılları. Cehaletin, yoksulluğun hüküm sürdüğü acılarla dolu hüzünlü yıllar. İzleri derin oluyor acıların. Bu nedenle olsa gerek o yılar anılarımda hep taptaze yaşar durur. Bugünleri iyi anlayabilmek için geçmişi de bilmek gerekiyor. Şimdi birlikte o yıllara uzanıp Türkiye nin geçmişini yeniden yaşayalım.

Maceramız ve yolculuğumuz küçük bir dağ köyünde başlıyor.

İç Anadolu’nun kurak boz kırında tepelerin arasına gizlenmiş küçük bir köy var. Hafif meyilli bir yamacın kuzey eteklerine kurulmuş olup güneye doğru uzanan genişçe bir düzlüğe bakmaktadır. Bu düzlüğünün çok uzağında Doğu Toros Dağlarının karlı zirveleri görünür. Burada gökyüzü alabildiğine mavi. yıldızlar daha parlak ve ışıl ışıl. Güneş tepelerin arasına gizlenmeden birden bire doğar ve birden bire kaybolur. Yakınlarında öyle çağlayıp akan sular ve heybetli dağlar da yok. Göz alabildiğince ufuklara kadar uzanan o monoton görüntüyü birbirine yaslanmış ihtiyar tepelerin görüntüsü bozar. Hiçbir yerinde bir orman ve çalı görülmese de bu geniş boşluk insana bir sıkıntı vermez. Burada doğanın huzur verici ve sevecen bir yapısı var. Öyle insanı

 

2

korkutan kanyonlar ve bulutları kucaklayan çirkin dağlar da göremezsiniz. Dağları da, yaylaları da http://www.youtube.com/watch?v=5bHrU_Ajf7Q&feature=relatedyörede yaşayan insanları gibi sıcak ve sevimli.

http://www.youtube.com/watch?v=5bHrU_Ajf7Q&feature=related

Köyün çevresindeki bu doğal yapı asırlardan bu yana hiçbir değişime uğramamış ve tarlaların dışında hiçbir yerine insan eli değmemiştir. Köyleri köylere bağlayan o patika yollar bile doğal haliyle durmaktadır. Göz alabildiğince uzanan ve aynı özelliklere sahip tarlaların arasında küçük adacıklar şeklinde serpiştirilmiş olan çayırlar köyün en güzel manzarasını oluşturur. Baharla birlikte yeşeren ve kısa süre sonra mayıs çiçekleri ile sarıya boyanan bu harika adacıklar köyün en büyük yaşam kaynağıdır. Köylü, yeşilin ve sarının en güzelini bu çayırlarla yaşar. Acı

olanı, bu harika güzelliğin kısa ömürlü olmasıdır. Bahar bitmeden çayırların biçilmesi ile bu güzellikler yok olur; onun yerini ekin tarlalarının yeşilliği kaplar. Ekin tarlalarının yeşilliği de çayırların yeşilliği kadar güzel ve göz alıcıdır. Ekin tarlaları alan olarak daha geniş yer kapladığı için ekinlerin yeşermesi ile yeşil alanlar alabildiğince çoğalır ve ekin tarlalarındaki yeşilliğin ayrı bir güzelliği olur. Rüzgarlı havalarda o yeşil başakların deniz dalgalarını andırır şekilde dalgalanmasının verdiği güzelliğe doyum olmaz. Bu mevsim ekin tarlaları yeşil bir denize dönüverir.

Çayırlardaki ve ekin tarlalarındaki bu yeşilliği çok kısa süren bahar aylarında görebiliriz. Baharla birlikte tüm doğa tatlı bir yeşilliğe bürünür. Bütün yıl kapkara

3

 

 

duran o kel tepeler baharla birlikte canlanır ve yeşilin her tonu doğaya yansır. Göçmen kuşların gelmesi ve renk renk çiçeklerin açması burada yaşayanların gönüllerinde de çiçeklerin açmasını sağlar. Yöre halkı bahar mevsiminin dışında yeşilliğe ve çiçeklere hasret bir ömür geçirirler. Bu yer benim köyümdür I937 yılında bu köyde doğdum ve çocukluğumun bir bölümü bu köyde geçti. Ben bu ıssız yerlerin ve kurak bozkırların çocuğuyum. Sessizliğin ve yalnızlığın ve çaresizliğin acılarını burada yaşadım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4

 

 

İLK ÇOCUKLUK DÖNEMİ

 

Resmi kayıtlarda köyümüzün adı Çöplü olarak geçer. Bu ismin özel bir anlamı olup olmadığını ve hangi amaçla bu ismin seçildiğini bilemiyorum. Anlam olarak çöplükle bir bağlantısı varmış gibi görünse de köyümün bu kelime ile uzaktan yakından bir ilişkisi olamaz. Bir köyden çok özel bir çiftliği andırır. Son derece temiz.,düzenli olup sıcak bir görünüme sahiptir. İnsanları, doğası ve yapısı itibariyle de diğer köylerin hiç birisine benzemez.

 

Köyümüze en yakın ve en büyük köy Karadoruk köyüdür. Köyümüz bu köyün bir mezrası durumundadır. “Mezra”.idari yapı olarak en yakın büyük bir köye bağlı olan küçük köy demektir. Dedem Mustafendi bir çiftlik olarak burayı kurmuş ve daha sonra çocukları çoğalınca bu çiftlik , küçük bir köye dönüşüvermiş.

 

O yıllarda sessizliklere bürünmüş ve dünya ile hiçbir irtibatı olmayan köyüm bana cennetten bir köşe gibi gelirdi. O hüzün veren sessizliğinden ve yalnızlığından bile haz duyardım. Yedi haneden oluşan bu küçücük köy bizim büyük dünyamızdı. Köyümüzden daha başka iyi yerleri bilmediğimiz ve görmediğimiz için bu haliyle de köyümüz bizler için dünyanın en güzel yeriydi. Bu yerde yalnızlığın ve özgürlüğün en güzelini yaşardık. Özellikle bahar 5

 

aylarında doğa bir başka güzel olurdu. Dağlarımız

çiğdem çiçek kokar, tarlalarımızda ve kırlarda yiyebileceğimiz çeşitli otlar yetişirdi. Bahar aylarında sebze ve meyve ihtiyacımızı bu otlarla karşılardık. En

üyük zevkimiz kırlarda çiğdem ve kenger toplamaktı. Çiğdem de kenger de tatlı bitkilerdi ;onları

meyve gibi kabul eder bir mevsim bunlarla meyve ihtiyacımızı karşılardık. Bunlardan türlü türlü yemekler ve börekler yapılırdı.

Bahar bizler için yeniden doğuş demekti. Uzun süren bir kış mevsiminden sonra baharı görmek bizlere bir canlılık verirdi.

 

Baharın ilk müjdecisi Hacı Leylekler idi. Onları damlarımızın tepesinde ve çayırlarımızda gördüğümüz zaman bir kurtarıcı gibi karşılardık. Bir yavru yetiştirinceye kadar bizlerle kalır ve yavrularını uçurduktan sonra başka iklimlere göç ederlerdi. Bir yavru dönemi hep köylülerle iç içe yan yana yaşayan bu sevimli hayvanların köyden ayrılması insanlara hüzün verirdi. Köylüler leylekleri kutsal hayvanlar olarak kabul ettikleri için onları rahatsız etmez, evlerinin çatılarına yuva yapmalarından dolayı büyük bir mutluluk duyarlardı. Leylekler bizim anne ve babamızdı. Bizlere tüm çocukların leylekler tarafından getirildiği anlatıldığı için onları diğer kuşlardan farklı görürdük.

Bir bahar mevsimiydi... En büyük ağabeyim olan Kemal Ağabeyimin bir erkek çocuğu olmuştu.

 

6

 

gün sabah kalktığımızda evimizin damına bir leyleğin konmuş olduğunu gördük. Herkes bu olayı iyiye ve

hayra yorumladı . Doğumu kutlamağa gelen kutsal bir

misafir gibi düşünüldüğü için doğan çocuğa onun adına izafeten Hacı Ahmet Adı verilmişti.

 

Baharın bir başka müjdecisi de yeni doğan kuzulardı. Bu aylarda koyun ve kuzu sesleri biri birlerine karışır köyümüze ayrı bir hareket ve canlılık kazandırırdı. Geceleri koyunların boyunlarındaki çanlardan çıkan çan sesleriyle kağnıların çıkardığı yanık sesler bir birine karışır güzel bir müzik oluşurdu.

 

Hayvanlarımız köyümüz için ayrı bir neşe kaynağı idi. Her hanenin belirli miktarda mutlaka hayvanı bulunurdu. Bizim de büyükbaş hayvanlarımızın yanında yüze yakın koyunumuz ve keçimiz vardı.

Koyun ve keçi yavrularını otlatmak çocuklar olarak bezim görevimizdi. Ben hanemizin küçük çobanıydım. Çobanlık ilk mesleğimdir diyebilirim.

 

Kuzu ve oğlak çobanlığı zor bir görevdi. Bu küçük hayvanları bir arada tutmak ve onlara sahip olmak oldukça güçtü. Küçük bir hareketten ürktükleri zaman onları ancak köye ulaştıkları zaman durdurabilirdik. Aslında bu görevin yetişkinlere verilmesi gerekirken evde yeteri kadar yetişkin

7

eleman bulunmayınca bu iş bizim yaştaki çocuklara düşüyordu. Köyde benim yaşımda olan çocukların hemen hepsi bu görevi yapardı.

 

Yöremizde bahar mevsimi uzun süren bir mevsim değildi. Kısa süren bahar mevsiminden sonra birden bire yaz mevsimi başlardı. Yaz mevsimin geldiğini de başakların sararmasından anlardık. Bahar doğayı terk ederken yerini sararmış ekin tarlalarına bırakırdı. Yaz başlangıcı da ayrı bir güzellik verirdi doğaya. Altın sarısına dönen başaklarla tarlalar doyulmaz bir güzellik kazanırdı.

 

Sararmış ekin tarlaları ile doğanın son güzelliklerini yaşardık. Ekinlerin de kalkması ile köyün havası birden bire değişiverir o güzellikler yok olurdu. Eylülden sonra ilkbahara kadar gelen aylar köyün matem ayları sayılırdı. Canlılıklar biter köyümüz ve tüm ekim alanlarını sessiz ve ölü bir sarılık kaplardı.

 

Her yerde olduğu gibi köyümüzde kış mevsimi de mevsimlerin en çekilmeziydi. Karın düşmesi ile birlikte sanki köyümüz bir kış uykusuna yatar gibi olurdu. Şehir ve komşu köylerle tüm irtibatlar kesilir ve karların kalkmasına kadar bu ölü sessizlik sürer giderdi.

 

 

8

 

O yıllar kışlar şiddetli geçer çok kar yağardı. Bazı yıllar kar seviyesi evlerimizin pencerelerini kapatacak kadar yüksek olur ve karları basamak yaparak evlerimizin çatılarına çıkabilirdik. Korkutucu ve dondurucu soğuklarda geceleri sabahlara kadar aç kurtların ulumaları bizlere korku verirdi. Kangal cinsi köpeklerimiz bazen bu ulumalara cevap verir bazen de soğuktan sesleri çıkmaz olurdu. Günlerce süren tipi ve soğuklar komşularımıza gitmemizi bile engellerdi.

 

Kış ile birlikte Yaşam koşullarımız son derece ağırlaşırdı. Kış aylarında evlerimiz ısıtmak bile büyük sorun olurdu. Tezekten başka yakacağımız yoktu. Onu da idareli kullanmak zorundaydık. Evlerimizde bugün ki şömineleri andıran açık ocaklarımız vardı. Bu ocaklar tek ısınma araçlarımızdı. Bu ocaklarda hem ısınırdık hem de üzerinde yemek pişirilirdi. Sadece misafir odalarımızda soba bulunur o da ancak misafir geldiği zaman yakılabilirdi. Sobalar fazla tezek tükettiği için diğer odalara soba konmazdı.

 

Kış boyunca hastalarımızı şehre yada doktorlara götürme şansımız yoktu. Bu koşullara dayanabilenler yaşar, dayanamayanlar ölür giderlerdi.

 

Köyümüzde bizler,amcamlar ve amca çocukları ile ortakçılarımız birlikte yaşardık. Ayrı hanelerden oluşmuş olmasına rağmen köyümüz bütünü ile büyük bir aile özelliği gösterirdi.

9

 

Bu büyük ailenin en büyük ferdi de Dedem Mustafendi idi. Esas adı Mustafa idi. Komşu köyler ve yöre halkı ona Mustafendi diye hitap ederlerdi. Komşu ilçelerde ve bilumum köylerimizde onun ismini duymayan kimse yoktu. Adeta efsaneleşmiş bir kişiliğe sahipti. Yaşlanmış olmasına rağmen o otoriter ve saygın kişiliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Yüz on sekiz yaşındaki bu uzun boylu kır bıyıklı dedemizi gördüğümüzde korkar ve çekinirdik. Çocukları ve torunları ile her zaman arasında sevgiye değil saygıya dayanan bir bağ vardı. Yanına yaklaşmağa ve dede demeğe korkardık. O mavi gözleri ile bizleri süzer ama torunları olarak bizleri sevip okşamayı düşünmezdi. Bizlere ulaşılması güç yabancı bir kimse gibi görünürdü.

 

Dedemiz Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Nahiye müdürü olarak görev yapmış ,çevresinde geniş saygı uyandıran bir insandı. Osmanlı padişahları gibi giyinirdi. Her zaman üzerinde turuncu renkli Osmanlı Padişahlarının kaftanlarını andıran ve “yaşmak “ tabir edilen bir giysisi bulunurdu. Bunu hiç üzerinden eksik etmezdi. İçerde otururken bile bu yaşmağı hep üzerinde durur ancak yatacağı zaman çıkarırdı. Uzaktan görenler onu yaşmağının renginden tanırlardı. Ölünceye kadar aynı yaşmağı sırtında taşıdı . Giyimine çok özen gösterirdi ; her zaman bakımlı ve temizdi. Yaşlı olmasına rağmen biz onu hiç sakallı görmedik. .

10

 

Bizim çocukluk dönemimiz onun yaşlılık dönemine rastladığı için aktif yaşamını bilemiyorum. Günlerini ya odasında oturarak yada evlerinin önünde bulunan kavakların gölgesinde dinlenerek geçirirdi. Ara sıra komşu köylerden yada uzaklarda onu ziyaret için gelen misafirleri olurdu. Misafirleri ile birlikte olmak ona çok büyük bir mutluluk verirdi. Köyümüzde yaşayanlardan ortakçılarımızın dışında herkes ya onun çocuğu ya da torunlarıydı. Yakınlarına çok mesafeli durur onlarla hiç konuşup görüşmezdi. Günlerini kendisine ait özel odasında ikinci eşi olan Şaziye anne ile geçirirdi. Şark usulü döşenmiş bir odası vardı. Yerleri halı döşeli olan odaya çok sayıda halı minder ve yaslanmak için de halı yastıklar konmuştu. Kendisi odanın baş köşesinde halı minderinin üzerinde bağdaş kurmuş olarak otururdu. O yıllarda sandalye ve koltuk olmadığı için gelen misafirlerde bu oturma düzenine uymak zorundaydılar.

 

İkinci eşi olan Şaziye annemiz bir an olsun dedemizin yanında ayrılmazdı. Aşırı derecede dedeme bağlı ,hepimizin sevgisini ve saygısını kazanmış bir hanımdı. Dedemde hiçbir zaman ona kötü davranmaz ve yanından ayırmazdı.

 

Dedem birinci eşi olan babaannemiz öldükten sonra bu hanımı almıştı. Bu hanımla evlendiği zaman dedemin yetmiş yaşlarında olduğu söylenirdi. Bizim çocukluğumuzdan çok önce

11

 

evlenmiş oldukları için geçmişlerini bilemiyorum. Şaziye annemiz bir şehirli kızıydı. Davranışları,giyimi ve güzel konuşması ile köylü hanımlara hiç benzemezdi. Küçük yaşta iken yaşlı dedemle evlenmiş olmasının nedenlerini dedemin zengin olmasına bağlarlardı. Şaziye annemiz de dedemle birlikte uzun yıllar yaşadı ve dedemin ölümünden birkaç yıl sonra da o yaşama veda etti.

 

Dedemizin yanına çekine çekine gider ve bizlere bir şeyler ikram etmesini beklerdik. Küçük torunların hiç birisini tanımazdı. Bizlerden büyük olanlarında dedemizle ilişkileri iyi sayılmazdı. Yanına gitmemizden dolayı memnun olmasa da gidişimizde bizlere sevebileceğimiz bazı şeyler ikram ederdi. O tok ve heybetli sesi ile ikinci eşi olan Şaziye Anne ye seslenirdi.

-Kız Şaziye şu çocuklara bir şeyler versene! derdi.

Şaziye anne de sözünü kırmaz, hemen başka kapısı olmayan yalnızca odasının içinden girilen küçük bir odaya girer oradan bizlere un helvasına benzer bir tatlı getirirdi.

 

O yıllarda çocuklara verilen en güzel hediye bu tatlıydı. Dedem de bu tatlıyı hiç sofrasından eksik etmezdi. Uzun yıllar yaşadı ve yüz on sekiz yaşında yaşama veda etti. Bu kadar uzun yaşamasının sırrını devamlı yediği o tatlıya bağlarım .

Dedem zevklerine ve ilkelerine bağlı bir insandı. En samimi olduğu kişilerle bile arasında

12

 

belirli bir mesafe bırakırdı. Çok uzaklardan ziyaretine gelen misafirleri ve dostları olurdu. Çiftliğimizden geçip başka bir tarafa giden bir yabancı görürse hemen hizmetkarlardan birisini yollar;

-Gidin o yabancı yı çağırın. Gelsin karnını doyursun .Kimmiş bir bilelim ! derdi.

 

Hiç tanımadığımız insanlar dedemin konukları olur, sonrada bu kısa ilişkilerden büyük dostluklar doğardı.

 

Özellikle aleviler dedemi çok sayar ve severlerdi. Bize yakın olan birkaç alevi köyü vardı. O yıllarda alevi dedeleri o yöreye geldiklerinde dedemi mutlaka ziyaret ederler ve dedem için özel cem ayinleri düzenlerlerdi. Bizlerde köyün küçük çocukları olarak kapı aralarında bu gösterişli dostane ilişkileri ve merasimleri uzaktan izlerdik. Alevi kültürü ile ilk tanışmam bu şekilde olmuştu.

 

Alevilerin dedemle olan bu sıcak ilişkileri bizleri de etkilemiş olacak ki bugün bu insanları dedem kadar bizler de sever ve sayarız. Kirvelerimiz hep Alevilerden seçilmiştir. Bu aydın ve dost insanlar kültürümüzü ve geleneklerimizi etkilemiş aramızda yıkılması mümkün olmayan dostluklar oluşturmuşlardır.

 

Sülalemizde aşırı bağnaz ve dindar bir insan yoktur. Bunda alevi dostlarımızın büyük rolü olduğu

 

13

 

gibi köyümüzde cami ve imamımızın olmamasının da büyük bir etkisi olmuştur. İmamın olduğu köy toplumlarında bağnaz insanlar mutlaka çıkmaktadır. Köyümüz halkının aydın bir yapıya sahip olmasını imamla muhatap olmamamıza bağlarım.

 

Köyümüze yalnızca ramazan aylarında ücretli bir imam tutulurdu. İmamın tek görevi de iftar saatlerinde ezan okumaktı. Namaz kıldırılacak bir camimiz ve mescidimiz olmadığı için imama başka bir görev düşmüyordu. Ramazan ayının bitimi ile birlikte imamında görevi sona eriyordu.

 

Her ramazan için değişmeyen bir imamımız vardı. Darende den gelirdi. Adı İsmail di . Biz ona “İbikli” derdik. İbikli çerçilik te yapardı. İşi gereği köyümüze çok geldiği için o bizleri ,bizler de onu iyi tanırdık. Babamla da ilişkileri iyi idi. Köyde herkes onu sever ve sayardı. Saf ve temiz huylu bir insandı. Kim ne derse kanar ve kabul ederdi.

 

Bazen babam ona :

-İbikli bugün karnım çok acıktı. Ezanı yarım saat önce oku ! derdi.

 

İbikli de hiç itiraz etmeden ezanı yarım saat, bir saat önce okuduğu olurdu. Babamın bu esprili kişiliğine o da alışık olduğu için dediklerine aynen uyardı.

 

14

 

Ailemizin ikinci büyük insanı sevgili babamdı. Herkes ona “Ali Efendi” diye hitap ederdi. Ortakçılarımız Babama ismini söylemez sadece “Ağa” derlerdi. Ortakçılarımızın bu hitap tarzı bizleri de etkilemiş olacaklar ki biz de Babamıza baba demez ortakçılarımız gibi “ Ağa “ diye seslenirdik. Baba demesini şehre göçtükten çok sonra söylemeğe başladık.

Babam, kısa boylu, esmer ve yeniliklere açık aydın bir insandı. Güzel giyinmesini severdi. Saçları dökük olduğu için yan taraftaki saçlarını uzatarak kelini o şekilde kapatır ve şapkasını başından eksik etmezdi. Konuşmalarının arasına espriler yerleştirir ve Hacı Bektaşi Veli den .Nasrettin Hoca dan ve İncili Çavuş tan fıkralar anlatarak sohbetlerine ayrı bir renk katardı. Her köyde ve her resmi kuruluşta çok iyi dostları vardı. Yedirmesini ve yemesini severdi. Para harcamasını sevdiği için gayrimenkul mal varlığının dışında başkaca bir mal varlığı yoktu. Servetini artırmak için özel bir çaba sarf etmemiş dedenin verdiği tarlalarla yetinmişti.

 

Dedem, mal varlığını oğulları arasında eşit olarak pay etmediği için çocuklarının mal varlıkları bir birlerinden farklı idi. En büyük mal varlığı en küçük amcamıza kalmıştı. İsmail Amcam kardeşlerin en küçüğü idi. Bu amcamdan başka yaşayan başka amcam yoktu. Bu amcamla da babamın ilişkileri iyi sayılmazdı. Bir birleri ile

15

konuşsalar bile iki kardeş gibi değillerdi. Aralarındaki bu soğukluk sanırım mal taksiminden ileri gelmekteydi. Dedem mal varlığının büyük bir bölümünü İsmail amcama verdiği için bu adaletsiz bölüşümü içine sindiremeyen babam onlara dargındı.

Diğer amcamlarda babamın durumundaydılar. Onların da fazla bir mal varlıkları yoktu. Ahmet ve Abdullah amcamlar ben küçük çocukken öldükleri için onları göremedim. Onların ölümü ile malları çocuklarına kalmıştı. Çocukların sayısı çok olunca her birine düşen arazi parçası küçülmüştü. Bu bakımdan ekonomik durumları iyi sayılmazdı. Kimselere muhtaç olmadan kıt kanaat geçiniyorlardı.

 

Ahmet Amcamın tek oğlu üç de kızı vardı. Oğlunu bir amca gibi gördüğümüz için “Şeyh Mehmet Amca “ derdik. Ufak tefek esprili bir kimseydi. Bacakları sakat olduğu için pek çalışamaz geçim sıkıntısı çekerdi. Hanımına Sazimet abla derdik. Sazimet ablamızı köyde sevmeyen kimse yoktu. Çok farklı bir kişiliğe sahipti. Hepimize annemizden daha yakın ve daha sevecen davranırdı. O, köyümüzün adeta bir meleği idi. Ölünceye kadar herkese karşı bu tavrını aynen sürdürdü ve çok tatlı anılarla aramızdan ayrıldı.

 

Ahmet Amcam öldüğünde çocukları çok küçük oldukları için babam üç kızı da yanına aldı. Bu kızlar kardeşlerimiz gibi yanımızda büyüdü. Amcamın büyük kızı Olan Emine Kemal

 

 

16

Ağabeyimle,Kafiye ise Kazım ağabeyimle evlenerek gelinimiz oldular. Ayşe isimli kızı ise Gürün den bir başkası ile evlenerek köyümüzden ayrıldı.

 

Abdullah Amcam da Ahmet Amcam gibi erken öldüğü için o da geride çok sayıda çocuk ve torun bırakmıştı. Onların da durumları pek iyi sayılmazdı.

 

Babam çalışmayı seven bir kimse değildi. O nun hiçbir zaman çalıştığını görmedim. Bir köylü gibi değil hali vakti yerinde olan bir şehirli gibi yaşamak isterdi. Köyde yapılması gereken hiçbir işe yatkın görünmezdi. Ne orak kullanmasını bilirdi ne de tırpan biçmesini. Doğaya aşık bir kimseydi. Evde oturmaktan sıkıldığı zaman ortakçımızın hanımını yanına alır ekin tarlalarına ve çayırlarımızın olduğu yörelere gezmeğe giderlerdi. Köyde oturmak onu sıkardı. Şehir hayatı ona daha cazip geldiği içi günlerinin büyük bir bölümünü Gürün de dostları ile geçirirdi. Köyde kaldığı zamanlar Kazım Ağabeyimle

yardım ettiği de olurdu. İkimizin biçtiği ekin destelerini bir araya toplar öbek yapar, sonrada bu öbekleri kağnılarla harman a taşırdı. Kağnıların üzerine biçilmiş ekinleri ve otları yüklemekte bir hayli usta idi. Onun yüklediği kağnılar herkesinkinden daha büyük olur ve bozulmadan harmana kadar rahat gelebilirdi.

 

 

17

 

Babamın Gürün de kalabileceği bir yerimiz ve evimiz yoktu. Şehre gittiği zaman otellerde ve hanlarda kalırdı. Para lazım olduğu zamanda Kırış

Talat a gider ondan faizle para alır, hasat zamanı da

buğdaylarını satarak borçlarını öderdi. Servetini ve varlığını büyütmek için bir çaba sarf etmeyi pek düşünmezdi. Zengin olma konusunda bir hırsı ve ideali yoktu. Yine de çiftlikte zenginlik sıralamasında ikinci sıralarda yer alırdı.

 

Babam çocuklarına karşı iyi davranır ve hepsini de severdi. Öyle baskıcı bir yönü yoktu. Bizler aile içinde özgür bir ortamda büyüdük. Ne babam ne de annem bize özel bir yön vermek için farklı bir çaba içine girmediler. Tüm kardeşlerin kişiliği bu özgür ortamda kendiliğinden büyüdü ve gelişti. Babam fazla konuşmaktan çok isteklerini bakışları ve davranışları ile anlatırdı. Bizleri dövdüğünü ve kötü sözler söylediğini hiç anımsamıyorum.

 

Aile olarak bir köylü gibi yaşamadık hiçbir zaman. Her yönü ile diğer köylülerden farklı bir yanımız olurdu. Giysilerimiz şehirli çocukların giysileri gibiydi. Pantolon, çeket ve ayakkabı giyerdik. Yalnız kış aylarında hayvan derisinden yapılmış “çarık” tabir edilen özel bir giysimiz olur ayakkabı yerine bunu kullanırdık.

 

Babamın iyi yönlerinden birisi giyim ve yiyecek konularında bizleri hiçbir şeyden mahrum

18

bırakmamasıydı. Her Gürün e gidiş ve gelişlerinde bizlere ve evimize çok şeyler getirirdi.

 

Annem evine ailesine bağlı çok saf ve temiz bir kimseydi. Sevecen bir hali vardı. O nun kırıcı hiç bir anını hatırlamıyorum. Kimse ile bir kavgası ve sorunu olmazdı. Ortakçılarımız ve köylülerimiz ona Rahma Hatun diye hitap ederlerdi. Esas adı Rahime idi. Annem elinden geldiğince bizleri mutlu etmeğe çalışır ve çocukları arasında bir ayrım yapmazdı. Bütün günleri ev içinde çalışmakla geçerdi. Hiç oturup dinlendiğini görmezdik. Her zaman kendisine mutlaka bir iş bulur bizlerin temizliğine, yemeklerimize çok özen gösterirdi. Ömrü hep köyde geçmesine rağmen hiçbir zaman bir köylü kadını olamadı. Tarım işçiliği ağır bir işçiliktir. Köylü kadınlarının ömürleri,ekin tarlalarında, çayırlarda ve harmanlarda çalışarak geçer. Annem bunların hiç birini yaşamadı. O, hep evinde evinin kadını oldu. Tarlada,çayırda ve harmanda bir gün olsun çalışmadı.

 

Bir köylü kadını olarak sadece koyun ve inek sağmasını bilir, peynir,yoğurt ve tereyağı yapardı. Bu konularda beceresi iyi idi. Çocukları olarak bizler de ona bir sorun çıkarmaz hep yardımcı olmağa çalışırdık. Kırlarda yetişen doğal sebze ve meyveleri toplayıp eve getirmek bizim görevimizdi. Kırlarda ve tarlalarda madımak,yemlik,tellice ve eriştecik adını verdiğimiz değişik tür otlar toplardık. Annem bunlardan bize çeşitli yemek ve

19

börekler yapardı. O nun görev alanı evin içi ile sınırlıydı.

 

Hastalandığımız zaman da tek doktorumuz annemdi. Babam böyle durumlarımızda telaşlanır bizleri tedavi edecek bir iş yapamazdı. Hastalık hallerinde annem bildiği yöresel ilaçları yapar ve bizi bu yöntemle tedavi etmeğe çalışırdı.

 

Bir keresinde çocukluk arkadaşlarımın birisinden bana uyuz hastalığı bulaşmıştı. Köyümüzde bu hastalığın bilinen bir ilacı yoktu. Annem kimden öğrenmişse bu hastalığımı göztaşı denilen zehirli bir madde ile tedavi etmek istedi. Üç beş gün süre ile vücudumun her tarafını sulandırılmış göztaşı ile sıvıyordu. Bu zehirli madde cildimi yaktığı için aşırı derecede ıstırap çekiyor ve tahammül edemiyordum. Aslında son derece tehlikeli bir uygulamaydı. Zehirlenip ölme ihtimalim çok yüksekti. Annem ilacın bu özelliğini bilmediği için kullanmağa devam etti ve sonunda uyuzu yenmeyi başardı. Bu gün bile o anımı hatırladıkça ürperiyor ve o acıları yaşar gibi oluyorum.

 

Ailenin en büyük çocuğu olan Kemal Ağabeyim çalışmayı sevmeyen bir yapıya sahipti. Onu tarlada, harmanda çalışırken hiç görmedim. Çiftçiliğe ve köy yaşamına yatkın birisi değildi. Belirli bir arkadaş gurubuyla küçük maceralar yaşamayı severdi. Bu yönü ile babamıza en çok benzeyen kardeşimizdi. Babam da onun bu tür

20

 

davranışlarına sesini çıkarmaz onu tamamen özgür bırakırdı. Bu özgürlük ağabeyimi çalışmaktan tamamen uzaklaştırmıştı. Hoş olmayan maceralar yaşamaktan büyük haz ve heyecan duyardı.

 

En büyük merakı da köye meyve satmak üzere gelen çerçilerin meyvelerini geceleri arkadaşları ile

birlikte çalmaktı. Bu işi hırsızlık amacı ile değil bir heyecan yaşamak için yapardı. Böyle bir olayda çerçilerin pek zararları olmazdı. Ertesi gün çerçinin zararları fazlası ile kendisine ödenir ve olay kapatılırdı.

 

Çiftlikteki hissemizi satıp ta köyden ayrıldıktan sonra Kemal ağabeyim Sivas a taşındı. Sivas ta konfeksiyon işi yapıyordu. O tarihlerde Sivas merkezde bir de garajımız vardı. Bu garajda Sivas ın ilçelerine ve komşu illere otobüs,minibüs gibi vasıtalar kaldırır bunlardan komisyon alırdık. Bu işlerin başında da Kemal ağabeyimin bulunması gerekiyordu. Bu konudaki görevini yapmadığı için bu görev ailenin küçük çocukları olarak bizlere düşmüştü. Ben o yıllarda Köy Enstitüsünde öğrenci olduğum için ancak yaz aylarında yardımcı olabiliyordum. Ağabeyim garaj işinde başarılı olamadığından bu işte zarar ettik ve garajı kapatmak zorunda kaldık.

 

Ağabeyim bir süre konfeksiyon işine devam etti. Ancak konfeksiyon dükkanına da pek

21

 

uğramadığı ve dükkan hep kapalı kaldığı için o işte de büyük zararlarımız oldu ve sonunda o dükkan da kapandı.

 

Çiftliği sattığımızda bedelinin bir kısmı ile bir kamyon alınmıştı. Kamyon Sivas ile Gürün arasında yük ve yolcu taşıyordu. O yıllarda otobüs ve minibüs olmadığı için yolcu taşıma işleri kamyonla yapılıyordu. Gürün de kamyonculuk yapan fazla kişi de yoktu. Bu nedenle kamyon iyi para kazanıyordu.

Kamyonun başında Kemal ağabeyim olduğu için aldığı paraları Sivas ta yiyip bitiriyor ve eve bir kazanç getirmiyordu. Sonunda bu işi de başaramadı ve kamyon eskiyince tekrar Karadoruk köyüne döndü. O tarihten itibaren bizlerden ayrıldı ve çocukları ile ayrı yaşamağa başladı. Köyde uzun yıllar bakkallık yaptıktan sonra Gürün şehir merkezine geldi. Burada da bir süre otelcilik ve lokanta işletmeciliği yaptı. Halen Gürün şehir merkezinde yaşamını sürdürmektedir.

Kazım ağabeyim ailenin en fedakar ve en çalışkan bireyiydi. O küçücük bedeni ile harikalar yaratır ve çalışmaya bir türlü doyamazdı. Günler ona yetmez geceleri bile çalışmak isterdi. Evimizin tek direği idi. Çiftimizi o sürer, çayırlarımızı ve ekinlerimizi yalnız başına o biçer boş zamanlarında da hayvanlarımızı O otlatırdı. O nun boş geçen hiçbir anını anımsamıyorum.Geceleri bile doğru dürüst uyku uymaz,daha alaca karanlıkta ekin tarlalarında yada başka bir işin başında olurdu.

22

 

Kazım ağabeyimin en büyük yardımcısı bendim. İşlerin büyük bir bölümünü birlikte yürütürdük. O kadar ağır işleri yapacak bir gücüm de yoktu. Zoraki de olsa kendisine uymak zorunda olurdum. Bizlere yüklenen işler yaşımıza göre çok ağırdı. Yüzlerce dönümü bulan ekin tarlalarındaki ekinleri ikimiz biçerdik. Ekin biçerken tırpan kullanılmadığı için ekinleri orakla biçmek zorundaydık. Günümüzün en büyük bölümü ekin biçmekle geçerdi. Günün geri kalan kısmında ise hayvanlarımız otlatırdık. Bu tür görevler gece yarılarına kadar devam eder ,yeteri kadar uyuyamaz ve dinlenemezdik. Bu işleri yürüttüğümüz yıllarda Kazım ağabeyim on altı-on yedi yaşlarında ,ben ise on iki yaşlarından daha küçüktüm.

Çiftliği satmamızdan sonra Kazım ağabeyim Ulaş ta açılmış bulunan bir traktör kursuna katılarak bu kursta traktör sürmesini ve tamir etmesini öğrendi. Kamyonumuzu sattıktan sonra eski bir traktör almıştık. Kazım ağabeyim bu traktörle ücret karşılığı köylülere tarla sürerdi. Traktör kullanmasını bana da öğretmişti. Ben de yaz tatillerinde kendisine yardım ederdim.

Bir süre sonra traktör yaygınlaşmağa ve köylülerin büyük bir bölümü traktör satın almağa başlayınca bizim traktör sürme işimiz azaldı. Zaten traktörümüz de eskiydi fazla iş yapamıyordu. Sonunda traktörü satmak zorunda kaldık. Traktörün satımından sonra Kazım ağabeyim traktör tamir atölyesi açtı ve uzun yıllarda bu işi yaptı.

 

23

O yıllarda Türkiye den Almanya ya işçi gönderiliyordu. Kazım ağabeyim bir fabrikanın açmış bulunduğu yarışma sınavını kazanarak kısa bir eğitim almak üzere Almanya ya gitti. Kurs bitiminde Türkiye ye dönmeyerek orada on sekiz yıl kadar kaldı. Dönüşünde ticaretle uğraştı ve şu an aynı işi devam ettirmektedir. Çalışkan olmasının ödülünü aldı ve ekonomik durumunu düzeltti.

Diğer kardeşim Mümtaz,Nazım ve İsmet küçük oldukları için onların aileye fazla bir katkıları olmadı. Daha sonraki yıllarda onlar da kendilerine göre bir düzen kurdu ve başarılı oldular.

Tek kız kardeşimiz olan İsmet düşündüğümüz şekilde bir evlilik yapamadı. Çocukluk yılları da şehirde geçmiş olan ve bir şehirli çocuğu gibi büyüyen kız kardeşimiz babamızın hatalı bir kararı ile bir köylü çocuğu ile evlendirildi. Bu konuda babalar son sözü söyleyecek kimseler olduğu için hiç birimiz bu evliliği engelleyemedik. Yeri rahattı ama düşündüğümüz kadar mutlu değildi. O da iyi ve aydın çocuklar yetiştirerek eksik kalan mutluluğunu bu şekilde tamamlamış oldu.

Çiftliğimizde amcalarımızın ve amca çocuklarımızın dışında ortakçı dediğimiz yarıcılarımız da vardı. Çiftlikte yaşayan bu insanlarla birlikte büyük bir aile gibiydik.

Ortakçılarımız yada diğer adıyla yarıcılarımız da bu büyük ailenin birer parçalarıydı. Yarıcılarımız da bizlerle birlikte çalışır

24

 

kazandıklarının yarısını bizlere verir kalan yarısı ile de geçinmeğe çalışırlardı. Çiftlikte yalnız bizim ve İsmail amcamların yarıcıları vardı. Diğer amca çocuklarının yarıcıları olmadığı için onlar topraklarını kendileri işletirlerdi.

Yarıcılarımız son derece fakir insanlardı. Emeklerinin dışında hiçbir mal varlıkları olmazdı. Tarla ile tohumu çift sürecek öküzleri bizler verirdik Onlarda sadece emeklerini koyar ve elde ettikleri ürünü eşit olarak pay edilirdi. Bu insanların yapacakları başka bir iş yoktu. Ağanın yarıcısı olarak çalışmak zorundaydılar. Aldıkları ürünler kendilerine yetmez sefalet içinde yaşarlardı. Bizlere son derece bağlı ve saygılı insanlardı. Hiçbir tepkileri ve olumsuz davranışları olmazdı. Onların da hayatta dayanabilecekleri tek güçleri bizdik. Yaşamaları ve geçimleri bize bağlıydı.

Bizim ortakçımızın adı Hüseyin Dayı idi. Oldukça kalabalık bir ailesi vardı. Hanımının adı Güllü idi ,biz ona Güley bibi derdik.

Hüseyin Dayımız son derece sevimli ve dürüst bir insandı. Yüzlerinde her zaman hafif bir gülümseme görülürdü. Çalışmaktan yorulmaz ve vermediğin sürece bir yemek bile istemezdi. Hep bir şeylerle meşgul olur ve sürekli başkalarına bir şeyler vermek isterdi. Onun için en büyük mutluluk çalışmaktı. Biz çocuklara bile yetişkinlere gösterdiği saygı ve sevgiyi gösterirdi. Ortakçımız değil sanki ailemizin bir parçasıydı. Onu amcalarımızdan daha çok sever ve sayardık.

25

 

Hanımı Güley bibi de aynı derecede özverili bir kimseydi. Ama karı koca olarak çok farklı karakterleri vardı. Hüseyin dayının o sessiz ve içine kapanık dünyasına karşın Güley bibi kahkahaları ve neşeli tavrı ile hepimizin gönlünde ayrı bir taht kurmuştu. Güzel giyinir,konuşmasını, nerede ve nasıl davranılacağını bilen akıllı bir hanımdı. O neşeli kahkahalarını attığı zaman vücudunun her tarafı titrerdi. Onunla birlikte olmak bizleri de mutlu ederdi. Çevresine mutluluk yayan bir yapısı vardı. Tavırları ve giyimi ile köyümüzdeki diğer kadınlardan bir farkı olmazdı. Özellikle giyimine çok özen gösterir ve hep entari giyerdi. Onu öyle paspal köylü kıyafeti içinde hiç gördüğümü anımsamıyorum. Bizleri evlatları gibi görür ve annemizden daha çok bizleri sever ve bizlere sahip çıkardı. Güzel fiziği ve tonton haliyle köyümüzde onu sevmeyen yoktu. Hem kendi evinin işlerini yapar hem de sürekli anneme yardım ederdi. O bizim için ikinci bir anne gibiydi. Yaşamasını çok isterdim. Özlemini en çok duyduğum ,yokluğu bana acı veren nadide insanlardan birisidir.

 

Hüseyin Dayı ve Güley Bibi nin bizler için yaptıklarını asla unutmam mümkün olamaz. Onlar fedakarlık örneği olarak hep hafızamda yaşar dururlar.

Bu iki değerli insanla ilgili bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim :

Yağmurlu bir gündü. Kazım ağabeyimle birlikte köyümüzden uzak bir yerde çift

26

 

sürüyorduk. Bulunduğumuz yer ile köy arasında tabanı geniş uzunca bir dere vardı. Yağmur birden sağınak şekle dönüştü ve kısa süre sonra da büyük bir sel oluştu. Bir anda o azgın ve korkunç sel dereyi dolduruverdi. Biz ikimiz derenin öbür yamacında olduğumuz için seli geçip köye gitmemiz mümkün değildi. Her ikimiz de küçük olduğumuz için büyük bir korku içinde yağmurun ve selin dinmesini bekliyorduk. Böyle bir yağmura hazır olmadığımız için ikimiz de son derece ıslanmıştık. Yanımızda yağmurdan korunmak için herhangi bir eşya yoktu. Yazlık giysilerimizin içinde yağmura direnmeğe çalışıyorduk. Şiddetli yağmur içinde bulunduğumuz tarlanın içinde de küçük derelerin oluşmasına neden olmuştu. Bu derelerden birini geçmek isterken birden ayağım kaydı ve sele kapıldım. Kazım ağabeyim yardım ederek beni kurtardı. O yanımda olmasaydı belki de o dere beni alıp götürecekti.

 

Selin biraz yavaşladığı bir sırada ortakçımız Hüseyin Dayı her türlü tehlikeyi göze alarak seli aşıp bize kadar ulaşmayı başardı. Önce beni, sonra da ağabeyimi sırtına alarak derenin öbür yakasına geçirdi.

 

Ortakçılarımızın evleri İmolar olarak bilinen başka bir küçük köydeydi. Köyümüzle İmolar ın arasında bir km kadar bir mesafe vardı. İmolar da bizim köyümüz büyüklüğünde küçük bir köydü. Tüm köy halkı bizleri sayar ve severlerdi. Bu iki

27

 

köy sanki bir köy gibiydik. Aramızda en küçük bir niza ve kavga olmazdı.

 

Hüseyin Dayı bizi selden kurtardıktan sonra İmolar da bulunan evlerine götürdü. Eşi Güley Bibi büyük bir içtenlikle bizi bağrına basarak önce aşırı yağmurdan sırılsıklam olmuş bulunan elbiselerimizi kuruttu ve sonra bize yemek ikram etti. Yağmurun dinmesinden sonra da bizi alıp Çöplü deki evimize götürdüler. Yapılan iş büyük bir fedakarlık örneği idi. Öyle bir coşkun seli aşmak kolay değildi. Kendi yöntemlerini kullanarak uzunca bir sırık vasıtası ile seli yarıp bizlere ulaşmasını başarmıştı. Kendi ailem bunu yapamadı ve yapamazdı da. Sadece bizleri uzaktan seyrederek moral vermeğe çalıştılar.

 

Kendi ortakçılarımızın dışında amcalarımızın ortakçıları ile de ilişkilerimiz çok iyi idi. Amcamların ortakçılarından Sılo Dayılar bize çok yakındılar. Bizim eve giderken mutlaka Sılo dayının evinin önünden geçerdik. Çiftliğimizin en yoksul ailesi Sılo Dayılardı. Bütün bir yılı arpa ekmeği ve bulgur pilavı yiyerek geçirirlerdi. Un bulamadıkları için Sılo Dayının hanımı Fatma Bibi arpa unundan ekmek yapardı. Saç üzerinde pişen bu ekmeğe “gılik” derdik. Fatma Bibi bazen bizlere o gıliklerden de birer tane ikram ederdi. Evlerimizde böyle bir ekmek olmadığı için bizlere orijinal gelir seve seve yerdik. Şekersiz bir keki andırırdı. Yumuşaktı ve yenilmesi kolay olurdu. Bazen evimizde bulunan beyaz ekmekleri gizlice

28

 

alır getirir Fatma Bibinin pişirdiği giliklerle değiştirirdik.

 

Fatma bibimiz ekmek için gerekli olan arpa ununu kendisi yapardı. Köyümüzde el ile döndürülen taştan yapılmış küçük bulgur değirmenleri bulunurdu. Fatma bibimiz bu bulgur değirmenlerini un değirmeni olarak kullanır ve arpaları un haline getirerek çocuklarını beslerdi. Arpa ekmeğinin dışında başkaca bir yiyecekleri olmazdı. Fatma bibi cahil bir insandı ama fedakar bir anneydi. O kadar imkansızlıklar içinde çocuklarını aç bırakmamak için çırpınır dururdu. O nun bu çaresizliğine kimse de yardımcı olmak istemezdi. Aslında ortakçısına sahip çıkmak amcamların görevi olması gerekirdi.

 

Amcamlar ortakçılarına bizim kadar sahip çıkmazlardı. Onlarla ortakçıları arasında her zaman aşılması güç bir mesafe bulunurdu. Bütün mevsim aç ve sefil yaşayan bu aileye hiçbir yardım yaptıklarını hatırlamıyorum. Ara sıra bizim yardımlarımız olurdu. Biz ortakçılarımıza daha yakındık ve her zaman onlara sahip çıkardık. Annem sık sık yaptığı yemeklerden ortakçılarımıza ikram eder ve çoğu zaman birlikte yemek yerdik.

 

Amcamların ortakçısı olan Fatma Bibi ve Sılo Dayı bizleri çocuklarından daha çok severlerdi. Amcamların ortakçısı olmalarına rağmen onlardan çok bizlere yakındılar. Hiçbir gün bizlere kötü

29

 

davrandıklarını hatırlamıyorum. Bizlerin yaşlarında çocukları olduğu için çocukları ile de ilişkilerimiz iyi idi.

 

Bir gün çok sevdiğim Fatma Bibime bir muziplik yapmak aklıma geldi.

 

Beni amcamlardan bir zelve bağı getirmem için gönderdiler. Zelve bağı dediğimiz bağ çifte ve arabaya koşulan hayvanların zelvelerini bağlamak için kullandığımız bir bağdı. Parmak kalınlığında siyah ve beyaz iplerle örülür uzaktan bakılınca bir yılanı andırırdı.

 

Amcamlardan zelve bağını alıp dönerken bir muziplik olsun diye bu bağı Fatma Bibinin penceresinden bulundukları odaya doğru sarkıttım. Pencereleri yer seviyesinde olduğu için boyum rahat yetişiyordu. Fatma Bibi de yine her zaman olduğu gibi tandırın başında ekmek yapıyordu. Bir süre bunun farkına varamadı. Ben ipi durmadan sarkıtıp sonra da çekip çekip geri çekiyordum. Birden Fatma Bibinin o müthiş çığlığını duydum:

 

-Ali Gül Yılan !.. diye bağırıp bir yandan da küçük oğlu Osman ı kucağına alarak evden hızla dışarı fırladığını gördüm. Olayın şaşkınlığı içinde en yakın komşuları olan Musa dayıların damına çıkarak büyük bir şok yaşadılar. Yılandan korkmayan olmaz. Fatma bibi gerçek olmasa da bu korkuyu büyük oranda yaşadı.

 

30

 

Onlar dışarı çıkıncaya kadar bende olay yerinden hızla uzaklaştım. Elimde zelve bağı ile kaçtığımı görünce olayı anladı ve eline bir taş alarak beni ta evimize kadar kovaladı. Olayın etkisini uzun süre atamadılar. Ne zaman beni görse olayı hatırlar ve yaptığım o muzipliğe gülerlerdi.

 

Fatma Bibiler köyümüzden ayrıldıktan sonra başka bir uzak köye gitmişlerdi. Yaşlılık dönemlerinde bir gün yolum o köye düştü. Orada yaşadıklarını bildiğim için ziyaretlerine gittim. Daha evlerinden içeri girer girmez olayı hatırladı:

 

-Benim Kütüğüm gelmiş, diyerek boynuma sarılıp ağladı. O bana hep Kütük diye hitap ederdi. Bu ismimi bile unutmamıştı. Artık aramızda yoklar.

İlkokul çağına kadar çocukluğum bu köyde ve bu insanlar arasında geçti. Anadolu köylerindeki çocukların görevleri belli idi. Günlerimin büyük bir bölümü koyun ,kuzu otlatmak ve ırgatlarımıza yemek taşıyarak geçerdi. Bazen de ailemizin en büyük yükünü üzerinde taşıyan Kazım Ağabeyim e yardım ederdim. Birlikte ekin biçtiğimiz,çift sürdüğümüz, çayır topladığımız günler olurdu. Çocukluk çağımda rahat bir uyku uyduğumu ve dinlenerek geçirdiğim bir günü anımsamıyorum. Her gün bir uğraş mutlaka bulunurdu bizlere.

 

O yıllar Türkiye nin büyük yokluk çektiği yıllardı. İkinci cihan harbi yeni bitmişti. Günlük

31

 

gereksinimlerimizi karşılamakta büyük güçlükler çekiyorduk. Yediğimiz bulgur, ekmek ve yoğurttan ibaretti. Sebze ihtiyacımızı baharda kırlarda topladığımız otlarla karşılardık. Şehirden bir şeyler almağa öyle herkesin ekonomik gücü yetmiyordu.

 

Köyümüzün önünde sulanabilir küçük bir alan bulunmaktaydı. O kısmı sebze yetiştirmek üzere diğer amcalarımızla aramızda pay etmiştik. Yaz boyu bu yerden de patates,fasulye, salatalık,havuç gibi sebzeler yetiştirirdik. Bu yetiştirdiklerimiz bir-iki ay kadar bizlere yeterdi. Bahar ve yaz mevsimi çok kısa sürdüğü için güzel günlerimiz sınırlıydı.

 

Köyümüzde sert karasal bir iklim hüküm sürdüğü için meyve yetişmezdi. Meyve ihtiyacımızın bir bölümünü kırlarda topladığımız kuşburnu, alıç, kenger,çiğdem gibi bitkilerle karşılar,bir kısmını da Darende den gelen çerçiler aracılığı ile sağlardık.

 

Üzüm mevsimi Darendeliler hayvanları ile bizim köylere satmak üzere taze üzüm getirirlerdi. En bol yediğimiz meyve buydu. Köyde her evin ayrı bir üzümcüsü olurdu. Bizim üzümcümüz Darendeli Ali Dayı isimli kişiydi. Biz onu yakın bir akrabamız gibi sever ve sayardık. Getirdiği üzümlerini bizim evin önünde satar ve üzümleri bitinceye kadar da bizim konuğumuz olurdu.

 

32

 

Üzümcümüz Ali Dayı bir gelişinde üzüm tartısında kullanılacak olan “kilosunu” ya da "okkasını" getirmeyi unutmuştu. Tüm köyü aradık bir köyde bir kilo ya da okka bulamadık. Kilo olmadan üzümleri satmakta mümkün olamıyordu. Sonunda babam bir çözüm buldu. Ali Dayıya :

 

-Ali benim sağ ayağım tam bir kilo gelir. Köyde başka bir kilo bulamadık. Benim ayağımı kullanarak üzümlerini satabilirsin, dedi.

 

Ali Dayı babamın sözlerine kandı ve başladılar üzümleri satmağa. Babam sağ ayağını terazinin bir kefesine koyuyor Ali Dayı da terazinin öbür kefesini üzümle dolduruyordu. Babam terazinin kefesindeki üzüm göz kararı bir kiloya yaklaştığında ayağı ile terazinin dengesini sağlıyor ve tartıya bu şekilde devam ediyorlardı.

 

Ali dayının dört sandık üzümü bu şekilde pratik bir buluşla satılıp bitirildi. Ali Dayı bu işte zararlı çıkmamış aksine karlı olmuştu. Babam teraziyi hep Ali Dayanın lehine olacak şekilde dengeliyordu.

En çok sevdiğimiz ve en çok yediğimiz meyve üzümdü. Üzüm hem ekmeğimize katık oluyor hem de meyve ihtiyacımızı karşılıyordu. Çocukluk yıllarımda taze bazlama ekmeği ile üzüm yemeğe doyamazdım. Köye bir üzümcü geldiği zaman herkes en azından yarım sandıktan fazla üzüm alırlardı. İkinci bir üzümcü gelinceye kadar bu

33

 

üzümleri bitirirdik. Üzüm buğday ile takas edilerek alındığı için hemen her aile alabiliyordu.

 

Beslenmenin dışında diğer ihtiyaçlarımızı temin etmek daha güçtü. Birçok şeyler vesikaya bağlanmıştı. En büyük sorunumuz da gaz yağı temin etmekti. Bütün bir köye iki yada üç teneke gaz yağı verilirdi. Her aileye yarım litre gaz yağı bile düşmezdi. Lambalarda yakacak gaz yağı bulunmadığı için akşamları ya karanlık odalarda oturur ya da erken saatlerde yatardık.

 

Bazı aileler gaz yağı yerine bezir yağı kullanırlardı. Bezir yağı da yanıcı katı bir madde idi. Zeytin yağına yada motor yağına benzerdi. Bu tip yakıtlar için özel lambalar yapılmıştı. Halk arasında bunlara çıra denirdi. Çıralar tenekeden yapılmış küçük bir sigara tablası gibi olurdu. Bunun içine bezir yağı konur birde dışarı sarkacak şekilde bir fitil eklenirdi. Çıralar mum ışığına yakın bir ışık verirdi. Uzun yıllar halk gecelerini hep çıralarla aydınlattılar. Bu imkanı bulamayan aileler çoğunluktaydı. Bu imkanlara sahip olmayan ailelerin akşam yaşantıları yoktu.

 

Gaz yağı gibi şeker de vesikaya tabi idi. İsteyen istediği kadar şeker alamazdı. İlçede her aileye senede bir iki kilo şeker dağıtılır onun dışında kimse şeker bulamazdı. Dağıtılan gazyağı ve şeker ücrete tabi idi. Ücretli olmasına rağmen kimse serbest piyasada Şeker ve gaz yağı bulamazdı. Devletin verdiği miktarla yetinmek zorundaydı.

34

 

Şeker bulunmadığı için halk şeker yerine pekmez kullanır ve çaylarımızı pekmez ile içerdik. Çoğu aile pekmez bile bulamazdı. Çay bulmak bile büyük bir sorundu. Zor bulunan bir madde olduğu için köylerde pek çay içilmezdi. Köylünün kahvaltısı ya çökelek ya da bulgur çorbasıydı. Biz kahvaltımızı genelinde yoğurt ve pekmez ile yapardık.

 

Köyde yaşam bir ölüm kalım savaşına benziyordu. Hele kış ayları gelince sanki hepimiz kış uykusuna yatar gibiydik. Karla birlikte köylerin şehirle irtibatları kesilir bahar gelinceye kadar şehre gitmek çok zorlaşırdı. Şehre gitmek zorunda kalanlar amansız tipilerle boğuşarak bazen ölür bazen da şehre ulaşmayı başarırlardı.

 

Kışın köylerde yaşayan hastaların doktora ulaşma şansları yok denecek kadar az olurdu. İlçenin doktoru bile yoktu. Gürün şehir merkezinde halkın doktor olarak bildiği yaşlı bir sağlık memuru vardı. Tüm hastalar şifa bulmak için bu sağlık memuruna giderdi. Köylerdeki

hastaların il merkezlerindeki doktorlara ve hastanelere gitmeleri hemen hemen imkansızdı. Şehirlerde doktor ve hastane olduğunu bile bilemezdik. Herkes hastasını şifalı otlarla yada "Koca karı " ilacı olarak tabir edilen ve tıbbi değeri olmayan ilaçlarla tedavi ederlerdi.

 

O yıllarda ciddi bir rahatsızlık geçirdiğim için bu çaresizlikleri yaşayarak gördüm. Kaç

35

 

yaşlarında olduğumu hatırlayamıyorum. Sıtma hastalığına yakalanmıştım. Uzun süre bu hastalıkla boğuşup durdum. Doğru dürüst bir tedavi göremedim. Hastalığının tedavisi için bir süre halk arasında bilinen bilimsel bir değeri olmayan ilaçlar kullanıldı. Her gün bana değişik otlar ve değişik bitkiler yediriyorlardı. Bunlardan bir sonuç alınmayınca babam şehirdeki sağlık memuruna hastalığımı anlatmış o da bana bir ilaç vermişti. Kinin denen sarı sarı haplardı. Bir süre de bu haplara devam ettim. Sonunda bu haplar etkili oldu ve hastalıktan kurtuldum. Nice hastalar doktor ve ilaç yüzü görmeden ölüp gidiyordu.

 

Benim çocukluk yıllarım Türkiye nin en buhranlı ve en yoksul yıllarıydı. Köylüler perişan ve açtı. İkinci dünya harbinin etkileri her yerde hissediliyordu. Devlet de yoksuldu. Bu nedenle vatandaşlardan güçlerinin üstünde çok ağır vergiler alınıyordu.

 

Köylüyü en çok sarsan ve korkutan aşar vergisi olarak adlandırılan bir vergiydi. Bu vergi köylünün ürettiği üründen direk olarak alınırdı. Devlet bunun için köylere aşar vergisi memurları göndermişti. Bu memurlar hasat mevsiminin bitimine kadar köylerde kalır ve köylünün yetiştirdiği tüm ürünleri bizzat ölçerek belirli bir miktarını vergi olarak alırdı.

 

Köylüler ürünlerinden fazla vergi vermemek için kendi ürünlerini çalarlardı. Devlet vatandaşı

36

 

bir nevi hırsızlığa teşvik ediyordu. Aşar memurunun uyuduğu gece saatlerinde herkes harmanına gider ve sabahlara kadar çıkardıkları buğdayları ve diğer ürünleri gizli gizli evlerine taşırlardı.

Bizim köye aşar memuru olarak gönderilen kişi dedemlerin evinde misafir olarak kalır hep orda yatar kalkardı. Memurun uyuduğu saati öğrenen tüm köy halkı kendi ürünlerini çalmak için seferber olurlardı. Aşar memuru kalkıncaya kadar harmanlarda ürün olarak fazla bir şey kalmazdı. Üründen geriye kalan çok az bir kısım da memurun huzurunda ölçülür ve devletin hissesi ayrıldıktan sonra kalanı köylüye verilirdi. Bu vergi sistemi ile tüm köylüler adeta hırsız yapılıyordu.

 

Biz o yıllarda yöredeki toprak ağalarından biriydik. Dedemin iki köyü vardı. Birisi oturmakta olduğumuz Çöplü diğer Çatkara idi. Çatkara da bir yarıcımız bulunur ve oradaki topraklarımızı o işletirdi. Çöplü deki arazimizin bir kısmını ortakçımız bir kısmını da kendimiz işlerdik.

 

Çatkara köyündeki ortakçımızın adı Aziz di. Biz ona hep Aziz Kirve diye hitap ederdik. Kendisi aleviydi. Kirveliğimiz sanıyorum aleviliğinden kaynaklanıyordu. Çevremizdeki alevilerin büyük bir bölümü bizim kirvelerimizdi. Ortakçımız Aziz Kirve ile olan kirveliğimizin hikayesini bilemiyorum. Kirvemiz olarak ta ortakçımız olarak ta kendisine aşırı bir sevgimiz vardı. Babacan ve

37

 

hoşgörülü tavırları aramızda farklı bir yeri vardı. Her zaman gülen ,insanları seven ve kendisi ile barışık olan bir insandı. Bizi en son terk eden ortakçımız o oldu.

 

Aleviler o tarihlerde tarihten gelen bir ezilmişliğin etki ile olsa gerek rahat değillerdi. Hep korku ve kuşku içinde yaşarlardı. Alevi olduklarını söylemeğe bile cesaret edemezlerdi. Sığınma içgüdüsü ile olsa gerek o yıllarda aleviler kirvelerini hep zengin ve yörede etkin olan kişiler arasında seçerlerdi. Kirvelik bir nevi sığınma ve korunma amaçlı bir yaklaşımdı. Aleviler büyük bir baskı altında oldukları için korunmak amacı ile yörenin zenginleri ile kirvelik ilişkilerine girer geleceklerini bu şekilde güvence altına almış olurlardı. Çocukluk yıllarım da dahil tüm yaşamım boyunca aleviler i dost canlısı, vefalı, dürüst ve aydın insanlar olarak tanıdım. Türkiye de laikliğin ve cumhuriyetin yerleşmesinde aleviler in çok büyük rolü olmuştur.

 

Çiftliğimizde diğer köylülere göre çok iyi imkanlara sahip olmamıza rağmen yaşantımız iyi sayılmazdı. Fakir köylülerin çektiği sıkıntıların bir kısmını bizler de çekerdik. Modern dünya ile bir bağlantımız yoktu. Radyo ve televizyon o yıllarda henüz bilinmiyordu.

 

Köyümüze, Kemal ağabeyim askerden dönerken bir gramofon getirmişti. Bu harika cihaz en büyük eğlencemiz oldu. Gramofondan o seslerin

38

 

nasıl çıktığını bir türlü bilemezdik. Bize gramofon dinlemeğe gelen köylüler gramofonun içinde çok küçük bir adamın bulunduğunu sanırlardı. Uzun yılar eğlencemiz hep bununla sınırlı kaldı. Taş plaklardan dinlediğimiz Malatyalı Fahri ile Diyarbakırlı Celal in türküleri müzik dünyamızı aydınlatan ilk ışıklar olmuştu. Çocukluk yıllarımın bir anısı olsa gerek bugün de bu sanatçıların türküleri bana hep haz verir ve zevkle dinlerim.

 

Halk müziğine olan sevgimi taş plaklardan dinlediğim bu sanatçıların türküleri ile kazandım. İnsan çocukluğunda hangi müziği dinlemişse bir ömür o kültürden kopamıyor.

 

İnsanoğlu yalnız kaldığı zaman mutlaka bir şeyler yaratıyor. Çocukluk yıllarımızda başka eğlence imkanlarımız olmadığından çoğu günlerimizi kendimize özgü oyunlarla geçirirdik. Oyunlarımızda kız çocuklarının pek yeri olmazdı. Kız çocukları hep annelerinin yanında onlara yardım ederlerdi. Yetişkinlerin farklı oyunları olurdu. Onların dünyasına bizler pek giremezdik.

 

Köylerde bulunan çocuklar pek çocukluklarını yaşamazlardı. Yaşlarına göre herkese bir görev mutlaka verilirdi. Genellikle akşam saatleri bizleri özgür bırakırlardı. Bu özgürlüğümüzü de çeşitli oyunlar oynayarak yaşardık.

 

"Çelik Çomak","Anası Eğri","Zulp" ve "Çanak Gitti Çur" gibi oyunlarımız vardı. Gece

39

 

karanlık bastıktan sonra oynadığımız “Çanak Gitti Çur” isimli oyundan büyük haz alırdım. Bu oyunlarımız gecenin geç vakitlerine kadar sürer giderdi.

 

O yıllarda bizlere başka yerlerden oyuncak gelmezdi. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Karpuz kabuğundan yaptığımız arabalar, ağaçlardan yaptığımız tüfekler,bez parçalarından yaptığımız toplar ,bitki saplarından yaptığımız düdükler en güzel oyuncaklarımızdı. Bunlar kendi emeğimizin eseri oldukları için hem el becerilerimizin gelişmesine yardımcı olur hem de bizi eğlendirirlerdi. Çocukluk çağımda gelişmiş oyuncaklarla tanışmak fırsatım hiç olmadı.

 

Kış oyunlarımız ve oyuncaklarımız daha farklı idi. Karın lapa lapa yağdığı saatlerde kar topu yapar onları tokuştururduk. Topu kırılmayan yarışı kazanırdı. Çok soğuk günlerde ise sıcak ahır köşelerinde “ Hullik “ denilen bir oyun oynardık. Bu batılıların oynadığı golf denilen bir oyuna benzerdi. Yumurtanın sığacağı kadar bir çukur açar sonra da yere koyduğumuz paraları çirterek o çukura sokmağa çalışırdık. Parayı çukura erken sokan yarışı kazanmış olurdu.

Köy de en iyi arkadaşım amcam torunu Hayrettin idi. Aynı yaşlardaydık. Günlerimizin büyük bir bölümü beraber geçer,beraber oynar ve beraber hayvan otlatırdık. Hayatımızın ilk çapkınlık denemelerini de yine Hayrettin ile

40

 

birlikte yaşadım. O küçük halimizle ortakçılardan birisinin kızını ayartmağa uğraşırdık. Tüm çabalarımıza rağmen bu konuda başarılı olamadık. Bu ilk başarısız deneyimden sonra bir daha da çapkınlık denememiz olmadı. İlk çocukluk dönemim köyümün tozu, toprağı ve tatlı anıları içinde geçip gitti.

 

Köyümüze en yakın köy ise “İmolar” isimli köydü. Bizim köyümüze bir km kadar mesafedeydi. İki köy arasında küçük bir tepe olduğu için köyler bir birini görmezlerdi. İmolar da bizim köyümüz gibi beş-altı haneden oluşuyordu. Fazla toprakları olmayan fakir insanlardı. Dedemden dolayı bizleri çok sever ve sayarlardı. Aramızda en küçük bir kavga olmazdı. İmolarlılar bizlerden farklı olarak nohut ve mercimek ziraatı de yaparlardı. Taze nohut biz çocukların hoşuna gittiği izin zaman zaman İmolar köyüne nohut hırsızlığına giderdik.

 

Bir keresinde bu işi yalnız başına denemek istedim. İmolarlı Kara Basse nin bir nohut tarlası olduğunu duymuştum. Kara Basse İmolar da yaşayan aşırı derece de esmer olan bir kadındı. Çok esmer olmasından dolayı ona “Kara Basse” derlerdi.

 

Daha önce nohut hırsızlığı yapan köydeki çocuklar “Kara Basse nin” nohut tarlasının yerini bana tarif etmişlerdi. Büyük bir ustalıkla kimseye görünmeden yerlerde sürünerek nohut tarlasına ulaşmayı başardım. Taşıyacağım kadar nohut

41

 

yolduktan sonra yine otların arasına gizlenerek ve yerlerde sürünerek tarladan uzaklaşmağa çalışıyordum. O anda nohutların sahibi “Kara Basse” beni uzaktan gördü. Büyük bir hışımla üzerime gelirken ben nohutları alarak köyüme doğru koşmağa başladım. Kara Basse de benim arkamdan daha hızlı bir şekilde beni takip ediyordu. Yakalanırsam iyi bir dayak yiyeceğimi biliyordum. Bu korku ile Kara Basse ye yakalanmamak için maraton atletleri gibi koşumu sürdürürken Kara Basse ile aramızdaki mesafe bir hayli azalmıştı. O benden çok daha hızlı koşuyordu. Sonunda baktım bana yetişmek üzere. Daha hızlı koşmak için yolduğum nohutları atmak zorunda kaldım. Nohutları atınca Kara Basse benim takip etmekten vaz geçti. Köye geldiğim zaman yorgunluktan nerede ise bayılacaktım. Bu maceranın sonunda yorulmaktan başka bir karım olmadı. Bu gün hale o nohutları yiyemediğim için hayıflanır dururum.

 

Köyümüze komşu olan başka köyler de vardı. Bu köylerden Karadoruk ve Dayakpınar köylüleri ile ara sıra aramızda küçük sorunlar olur ancak olaylar büyümeden kapatılırdı.

 

Okuma çağına geldiğim yıllarda köyümüz birden bire bir sosyal değişim geçirmeğe başladı. Yıllardır birlikte yaşadığımız yarıcılarımız ani bir kararla topraklarımızı ve bizleri bırakarak başka köylere göç etmeğe başladılar. Aslında aramızda herhangi bir sorun da yoktu. Onlar da ayrılmakta

42

 

haklı idiler. Küçük te olsam yaşadıklarını görüyor ve biliyordum. Bu kurak topraklar onların yaşamaları ve geçimlerini sağlamaları için yetmiyordu. Bu insanlar aç ve çaresizdiler. Hep arpa ekmeği yiyerek yaşanmazdı ki... Sonunda daha güzel yaşam yerleri bulmak için topraklarımızdan istemeyerek ayrılıp gittiler. Hepsinin ayrılmaları aynı tarihlere rastladığı için köyümüz birden bire boşalıverdi.

 

Ortakçılarımızın beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir şekilde aramızdan ayrılmalarına ailemizin gösterdiği tepkileri hatırlamıyorum. Bunların çocukları yakın arkadaşlarımız olduğu için ayrılmaları bizleri çok üzmüştü. Köyün tamamı yedi haneydi. Üç haneden oluşan ortakçılar köyü terk edince köyümüz üzücü bir sessizliğe büründü. Yakınlarımızı kaybetmiş gibi olduk. Onların oturdukları evlerin önlerinden geçerken hep içimin burkulduğunu ve yandığını hissederdim.

Ortakçılarımızın ayrılmasından sonra onlarla olan dostane ilişkilerimiz uzun yıllar devam etti. Halen ortakçılarımızın çocukları ve torunları ile görüştüğümüz oluyor. Onların bizlere olan saygıları ve sevgileri, bizim onlara karşı olan sevgilerimiz ve saygılarımız aynen devam ediyor.

 

Göz alabildiğince uzanan o topraklar artık yalnız bizlere kalmıştı. Kendi imkanlarımızla bu büyük arazileri işletmemiz olanaksızdı. Bu kadar

 

43

 

araziye karşılık bir çift öküzümüz ve tek karasabanımız vardı. Çalışan ise Kazım Ağabeyimle bendim. Böyle bir çiftliği işletmek ikimizin gücünü çok aştığı için arazimizin büyük bir bölümü işletme dışı bırakmıştık.

 

Ortakçılarımızın ayrılmasından sonra köyümüzün sosyal yapısı birden bire değişti. Ortakçılarımız aramızda bir denge unsuru gibiydi. Onların ayrılması ile köyde kalanlar arasında husumetler ve kavgalar başladı. Hep yakın akrabalar olmamıza rağmen ilişkilerimiz sürekli kötüye gitmekteydi. Bir birimize zararlar vermeğe başlamıştık. Çocuklar büyüdükçe aileler arasındaki sorunlar da büyüyordu.

 

Bir keresinde İsmail Amcamın çocuklarından birisi bize ait koyunlarımızdan birisinin dudaklarını kesmişti. Dudakları olmayan zavallı hayvan beslenmekte büyük güçlük çekiyordu. Kimin yaptığını kesin olarak bilmiyorduk ama onlardan birisinin yaptığı kesindi.

 

Kardeşlerimden Kazım ağabeyimden onlara misilleme olarak eşeklerine kezzap içirmişti. Kezzap organizmayı parçalayan bir asit olduğu için eşeğin dudakları yanmış ve dişleri görünüyordu. O da bizim koyunun durumuna düşmüştü.

 

Amcam eşeklerine yapılan bu haksız eylemi babama bildirmek üzere bize gelmişti.

İsmail amcam babama :

44

 

-Bak hayvanın halini görüyor musun ? diyerek dişleri açıkta kalan eşeği gösteriyordu. Eşeğin dudakları olmadığı için gülüyormuş gibi bir hali vardı.

Babam da İsmail amcama :

-sizin eşek bir süre önce dudakları kesilmiş olan bizim koyunun haline gülüyor , diyerek ona esprili bir cevap vermişti.

 

Buna benzer olaylar açık bir biçimde olmasa da sık sık tekrarlanıyordu. Bu tür münferit olaylar ilerde olacak büyük olayların habercisi gibiydi. Babam bu yönü ile geleceğe kuşku ile bakıyor köyden ayrılmamızın yollarını arıyordu. Biz yıllardır toprak ve hayvanlarımızla iç içe yaşayan çiftçi bir aileydik. Çiftçiliğin dışında başka işler yapma şansımız bir hayli zayıf görünüyordu. Ailemizde eğitim almış başka işler yapacak ve bizlere yol gösterecek bir kimsemiz yoktu. Köyden ayrıldığımızda gideceğimiz tek yer Gürün şehir merkeziydi. Uzun süre aile büyüklerimiz bu işin yapısını oluşturmağa çalıştılar. Köyden kente göçerken çiftliğimizi öyle bırakıp gidemezdik. Artık eskisi gibi ortakçılarımız da yoktu. Ya çiftliği öyle atıl halde bırakacaktık ya da satacaktık. Sonunda çiftliğimizin İsmail amcamlara satılmasına karar verildi.. Daha sonraki zamanlarda da çok sevdiğimiz çiftliğimiz amcamlara satıldı.

 

 

 

 

 

45

 

İLKOKUL YILLARIM

 

Yıllar ve aylar birbirini kovalarken bir de baktım yedi yaşlarına gelmişim. İlk çocukluk dönemi bitmiş; benim için artık yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönem okul dönemiydi. Bulunduğumuz köy beş hanelik küçük bir mezra olduğu için okulumuz yoktu. Okulu olan komşu köylerden birisinde okumam gerekiyordu. Benim bir büyüğüm olan Kazım Ağabeyim daha önce okula başlamış ve Karadoruk köyünde dayımların yanında okuyordu. Benim için de en uygun yer orasıydı. İki farklı köyde okuyamazdık. Hem başka köylerde yanlarında kalacağım akrabalarımız olmadığı için Karadoruk köyünden başka bir köyde okuma seçeneğim yoktu.

Yedi ya da sekiz yaşlarında idim. Bir sonbahar günü Kazım Ağabeyimle birlikte köyümüzden ayrılarak Karadoruk Köyünün yollarına düştük Artık bundan böyle okul dönemlerinde ailemden ayrı bir köyde aile hasreti çekerek yaşayacaktım. Şimdiye kadar kendi köyümden başka hiçbir yer görmemiştim. Tüm Türkiye nin bizim köyden ibaret olduğunu sanıyor, hiç tanımadığım ve her haliyle bana yabancı olan bir köye gidiyordum. O köyde dayımların evinde kalıp okuluma o şekilde devam edecektim. Karadoruk bizim köyümüze sınır bir köydü. Yürünerek bir saatte gidilebiliyordu. Arazilerimiz iç içe girdiği için daha çocukluk döneminde arazi


 

46

komşularımız olan köylülerden bir kısmını isim olarak ta tanıyordum. Hatta zaman zaman bize komşu olan arazı sahipleri Karadoruk köylüleri ile sorunlarımız olur,onların hayvanları bizlere , bizim hayvanlarımızın onlara zarar verdiği zaman kavgalar çıkardı. Bu tür olayları iki taraf ta fazla büyütmeden çözer ve dostlukların bozulmasına neden olmazdı.

O yıllar Karadoruk köyü ilçemizin en büyük köylerinden birisi idi. Yörenin adeta bir kültür merkezi durumundaydı. Şehir merkezine uzak Karadağ denilen bir dağın eteğinde kurulmuş olup köyün tarihçesini bilen kimse yoktu. Köy halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı. Zengin denilecek aileler hatırlamıyorum. Gelirleri ile kıt kanaat geçinen insanlardı.

Çok sert bir karasal iklime sahip olduğu için kışın köylüler çalışmaz bahara kadar sahip oldukları üç beş hayvanlarının bakımları ile uğraşır , baharla birlikte tarımsal çalışmalar başlardı. Eylülün sonuna kadar köylünün işleri bitmiş olurdu. Eylülden itibaren uzun süren bir kış dönemi başlar ve köylüler adeta bir kış uykusuna yatarlardı. Köy çok güzel bir arazi yapısına sahipti. Köyün batı tarafında o yörenin en yüksek dağı olan Karadağ yer alırdı. Karadağ ın eteğinden doğuya ve kuzeye doğru uzanan geniş topraklar büyük bir ova görünümü verirdi. Köylü hayvancılıkla da uğraştığı için köyün en güzel yeri çayırlıklarla kaplanmıştı. Zengin kaynak sularına da sahipti. Özellikle Büyükpınar denilen yerde


 

47

çıkan su o yörenin en büyük akarsuyu idi. Köylüler

modern bir tarım yapmadığı için kaynak sularından ve akarsulardan sulama amaçlı olarak yararlanmazlardı. O sular boşuna akar ve başka köylere doğru giderdi. Köyün önünden geçen ve küçük kaynak sularından oluşan küçük bir çay köyün güney ucunda kayalıkların arasında son bulurdu. Köylüler buraya “Su Batıran” ismini takmışlardı. Büyükçe bir çay köyün bu kısmında birden bire yok olur ve biterdi. Aslında suyun kaybolduğu bu kısımda kısa bir kanal açarak suyu başka alanlara akıtmak mümkünken böyle bir çalışmaya girilmemişti. Suya böyle bir yön verilmiş olsaydı o su büyük mesafeler kaydederek geçtiği yerlere farklı bir hayat verebilirdi. Arazinin yapısı ve eğimi buna uygundu. Çok az bir emekle bu sudan yararlanma imkanı varken bunun neden yapılmadığını hala düşünür dururum

Köyün bazı sulak bölgelerinde bir kısım köylülerin sebze yetiştirdiği olurdu. Köyde Zeynel Amca diye tanıdığımız bir kimsenin bahçesinde yetişmiş birkaç kayısı ağacı olduğunu hatırlıyorum. Bu kayısılar bol meyve verirdi ama Zeynel Amca kayısılarından bir tane bile kimseye ikram etmezdi. Köylüler köylerinde kayısı yetiştiğini bildiği ve gördüğü halde kendileri yetiştirmek gereğini duymazlardı. O yıllarda köylüleri meyve ağacı dikmeğe teşvik eden bir çalışma da hatırlamıyorum.

Köyün bazı bölgelerinde söğüt ve kavak ağacı yetiştiren ailelerde vardı. Köyün en büyük kavaklığı ise İbo Dayı olarak tanıdığımız kimseye

48

aitti. Küçük bir orman görümünde olup bu kavaklık köyün en güzel yerini oluştururdu. Ara sıra İbo Dayının bu ağaçlığına gider koyu gölgelerin altında yemyeşil çimenlere uzanarak o güzelliğin tadını çakardık. Köyün Büyükpınar ve Akpınar denilen mevkilerinde de yetişmiş söğüt ağaçları vardı. Aslında köyün ağaçlandırılacak çok alanları olmasına karşı halk bilinçsiz olduğu için böyle bir çalışmaya girmemiştir.

Karadoruk yöre köylerinin en geniş ve en güzel arazilerine sahip bir köydür. Her köşesinde ayrı bir güzellik yatar. Arazisi engebeli olmayıp ova görünümündedir. Kırmızı Kaleye yada Karadağ ın doğu yamaçlarına çıkıldığından köy arazisinin tamamı görülebilir.

Karadağ yörenin en yüksek dağıdır. Bir zamanlar dağın doğu yamaçlarında üzüm bağlarının olduğu ve yaşlı köylülerin bu üzümleri gördükleri anlatılırdı. Dağda yetişen kara koruk şeklindeki bu üzümlerden dolayı köye Karadoruk ismi verilmiştir. Çocukluğumuzda bu dağın yamaçlarında kayak kayar ve bahar aylarında piknik yapardık. Karadağ ın tam zirvesine çıkıldığında Malatya yakınlarındaki Karahan Geçidi ve Toros Dağlarının büyük bir bölümünü görmek mümkün olurdu. Karadağ ın zirvesinde güneşin batışını ve doğuşunu seyretmek ayrı bir zevkti.

Köyde üç öğretmenli bir de ilk okul vardı. Öğretmenlerden ikisi Köy Enstitüsü kökenli biri de eğitmendi. Bir ve ikinci sınıfları Eğitmen Abdullah

49

Havadır,diğer sınıfları da Hamit Budak ve Haci Şimşek öğretmenler okutuyorlardı.

Okula başladığım yılda öğretmenin Abdullah Havadır dı. Ben okula diğer arkadaşlarımdan bir ay kadar sonra başlamıştım. Okula başladığım da birinci sınıftaki tüm öğrenciler okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Bu durum ilk anda moralimi çok bozdu ve diğer arkadaşlarıma yetişemeyeceğimi düşünerek üzülüyordum. Ama kısa bir süre içinde ben de arkadaşlarımın seviyesine ulaşacak kadar okuma ve yazmayı öğrendim. Bugün hala zaman zaman o günleri düşünürüm. Bir ay içinde okuma yazmayı öğretmenimiz bizlere nasıl öğretebildi? Okuma yazma öğrenmek için bir aylık süre çok kısa bir süredir. O zamanki müfredat proğramı tüme varım metoduna dayanıyordu. Önce harfler,sonra heceler daha sonra kelime ve cümleler öğretilmekteydi. Bu gün yine bu sisteme dönüldüğünü görmekteyiz. Bizim öğrenmedeki başarımız sanırım sistemin özelliğine bağlıydı. tür eğitim ,öğrenmede kolaylık sağlıyor, ancak okumada surat kazanmak için daha uzun bir zamana ihtiyaç duyuluyordu.

İkinci sınıfı da yine Abdullah Eğitmende okuduk. Öğretmenimiz eğitmen olmasına rağmen işinde başarılı disiplinli ve çalışkan bir insandı. Yıl sonuna geldiğimizde tüm sınıfın öğrencileri hızlı bir okuma ve yazma alışkanlığı kazanmışlardı.

Birinci sınıfa ilişkin anılarımı pek hatırlayamıyorum. İkinci sınıfta biraz daha büyümüş olduğumuz için bazı olayları yıllar sonra da olsa hatırlayabiliyorum.

50

İkinci sınıfta iken yaşadığım bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim.

O yıllarda Köy İlkokullarında çalışan öğretmenleri teftiş eden müfettişler yoktu. Baş öğretmen olarak tabir ettikleri şehir okullarındaki kıdemli ve başarılı öğretmenlere köy öğretmenlerini teftiş yetkisi verilmişti. Yeterli sayıda ilköğretim müfettişi bulunmadığı için müfettiş açığı bu şekilde kapatılıyordu. Keza öğretmen açığı da eğitmenler yolu ile kapatılmaktaydı. Askerliğini yapmış okuma yazma bilen kimselere öğretmenlik görevi veriliyor , köy ilkokullarındaki eğitim bu kimselere emanet ediliyordu. Eğitmenlere sadece Köy İlkokullarında görev verilmekteydi. . Daha sonraki yıllarda Köy Enstitüleri yeteri kadar öğretmen yetiştirince bu uygulamadan vazgeçildi. Ancak Eğitmen olarak görev alanlar emeklilik yaşına kadar müktesep hak olarak bu görevlerini devam ettirdiler.

Benim ilkokul yıllarımda Karadoruk Köyü İlkokulunu teftiş yetkisi Gürün şehir merkezinde çalışan öğretmenlerden Mustafa Karakaya isimli bir öğretmene verilmişti. Herkes onu soyadı ile tanırdı. Biz küçük öğrenciler Karakaya yı görmeden gıyaben tanıyorduk. Büyük sınıf öğrencileri Karakaya hakkında bizlere iyi şeyler söylemiyorlardı. Karakaya bizlerin gözünde korkunç bir adamdı. Karakaya nın teftişe geleceğini duyduğumuz an bir iki gün önceden strese girer ve korkulu günler yaşardık.

Öğretim yılı başlarındaydı. Bir gün yine Karakaya nın teftişe geleceği bizlere

51

duyurulmuştu. Okula temiz giysiler içinde gelmemiz isteniyordu. Teftiş için yapılacak başkada bir hazırlık yoktu. Korku içinde teftiş gününü bekliyorduk.

Bir sabah derslere daha yeni başlamıştık. Birinci derste iken hızlı bir şekilde sınıfımızın kapısı açıldı ve kapı arka duvara çarparak büyük bir gürüldü ile durdu. Birden dershaneye hiç tanımadığımız kısa boylu ve şişman yapılı birisi girdi. Beklemekte olduğumuz Karakaya şimdi karşımızda duruyordu. Bizlere anlatılanlar doğru imiş. Karakaya nın yüzüne bakmağa korkuyorduk. Son derece korkutucu , asık çehreli, esmer tenli yuvarlak bir adamdı Sinirli bir kimse olduğu her halinden belli oluyordu. Göbeği kendisinden yarım metre önden gidiyor ve saldırgan bir aslan benziyordu. Sert ve sinirli bakışları ile her an birimizin üzerine saldıracağını sanıyorduk. Sınıfın kapısını eli ile değil tekme vurarak ayağı ile açmıştı. Dershane kapısının tekme ile açıldığını ilk kez görüyorduk. Sınıfın yaramaz öğrencileri bile hiçbir zaman kapıyı böyle açmamışlardı. Kapının bu şekilde açılması hepimizi korkutmuştu. Teftişe gelen başöğretmenin amacı da sanırım bizleri korkutmaktı. Bu yönü ile çok başarılı olmuştu. Hepimiz bir şok geçirir gibiydik. Okul döneminde ilk teftişimiz bu şekilde başladı.

Karakaya o heybetli haliyle sınıfın içinde bir iki tur attıktan sonra o gür sesiyle öğrencilere hitaben,

-Herkes birer kağıt ve kalem çıkarsın söylediklerimi aynen yazsın ! dedi.

52

Herkes telaş içinde kağıt ve kalemlerini çıkardı ve beklemeğe başladı. Bu sırada öğrencilerden birisi derse geç kalmıştı ,o anda kapıyı vurarak içeri girdi.

Karakaya bu öğrencinin iki kulağına yapışarak onu boy hizasına kadar yukarı kaldırdı ve sonra hızla yere bıraktı. Sekiz yaşlarındaki o küçücük çocuğa bu yetmiyormuş gibi tekme tokat vurmağa başladı. Zavallı arkadaşımız neye uğradığını şaşırarak ağlamağa başladı. Bu yaşananları gördükten sonra öğrencilerin hepsini büyük bir korku salmıştı. Karakaya nın ağzından çıkacak kelimeleri bekliyorduk. O küçücük çocuklar üzerinde bu kadar büyük korku yaratmanın nedenini o günkü küçük kafalarımızla çözememiştik. Teftişin bir özelliği olarak algıladık. Karakaya sınıfımızda Romalı bir gladyatörü andırıyor ve davranışlarından dolayı gurur duyuyordu. Bu gövde gösterisinden sonra tüm öğrenciler korkularından ruhsuz bir bedene dönmüşlerdi.

Derse biraz gecikmiş olarak gelen arkadaşımızı bir top gibi tekmelemesi bizlerde saygı değil korku yaratmıştı. Çoklarımız korkudan söylediklerini doğru dürüst yazamıyorduk.

Karakaya öğrencilerin birisinden bir ders kitabı alıp içinden bir parça seçerek bu parçadaki sözcükleri kelime kelime bizlere dikte ettiriyordu. Bizde okuduğu kelimeleri hızlı hızlı önümüzdeki kağıtlara yazıyorduk. Korku ve panik içinde


 

53

olduğumuz için kelimelerin çoğunu anlayamıyorduk. Sekiz - on satır yazdırdıktan sonra yazdırmayı durdurdu.

Sınıf öğretmenimize hitaben:

-Yazılı kağıtlarını toplayın ve bana getirin, dedi.

Öğretmenimiz büyük bir hızla sınav kağıtlarımızı toplayarak Karakaya ya teslim etti.

Karakaya kağıtları tek tek okumağa başladı . Her kağıdı okuduktan sonra verdiği notları da öğrencilere duyuruyordu. Sıra benim kağıdın okunmasına gelmişti. Ben korku içinde ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordum. Okuma bittikten sonra :

-Bu öğrenci ayağa kalksın,dedi.

Ben korku ile ayağa kalktım. Yanıma geldi :

Aferin sana !.. Bu arkadaşınıza yıldızlı pekiyi veriyorum ,dedi ve beni pek iyi ile ödüllendirdi. Sınıf arkadaşlarımdan Fikret Çapar ile Hayrettin de aynı şekilde yıldızlı pek iyi almışlardı. Sınıfın büyük bir bölümünü başarısız buldu ve öğretmenimizi de eleştirdi. Aslında sınıfımız başarısız değildi. Karakaya nın başlangıçtaki olumsuz tavrı çocukları korkutmuş ve çocukların çoğu korkusundan söylenen kelimeleri yazamamışlardı. Bu ilk teftişimizden sonra okula teftiş için başka müfettişlerin gelip gelmediğini hatırlamıyorum.

Yıllar sonra Ben öğretmen olarak Gürün lisesine atandığımda Karakaya hala ilkokul

54

 

öğretmeni olarak Gürün ilçe merkezinde görev yapıyordu. Sonraki yıllarda teftiş sistemi değiştiği için Karakaya ve benzerlerinin bu tür yetkileri alınmış ve kendilerine sınıf öğretmenliği görevi verilmişti.

 

Gürün lisesine geldiğimin ikinci yılında okul müdürü de olmadığı için müdür yardımcısı sıfatı ile tüm işlere ben bakıyordum. Yeni öğretim yılı hazırlıkları ile ilgili çalışmalarımın olduğu bir gün Karakaya okulumuza geldi. Kendisine bir öğretmenimmiş gibi saygılı davranarak gereği şekilde ilgilendim. Okulumuzda ücretli ders okutmak isteğini bildirmek için gelmişti. Kendisi ile bir süre sohbet ettikten sonra yaptığı teftişle ilgili o eski anımı kendisine anlattığımda sevindi ve beni ta o yıllarda keşfetmiş olmaktan dolayı büyük gurur duydu.

Söz alarak :

-Sizdeki cevheri yıllar önce keşfedebilmişim. Bir öğretmen olarak bu olay benim için büyük bir onur kaynağıdır. Anlattığınız o anı beni fazlası ile gururlandırdı ve duygulandırdı. Yeteneğinizi küçük bir çocukken keşfetmiş olmam mesleğimin en büyük anısı olarak içimde yaşayacaktır ! dedi ve kalkıp anlımdan öptü.

Ondan sonra Karakaya hocamızla hep iyi ilişkiler içinde olduk ve her yıl da ücretli ders okutan bir öğretmenimiz olarak yanımızda yer aldı.

Karakaya hocamızın teftişini takip eden ikinci yıldan sonra sınıf öğretmenimiz Hamit

55

 

Budak olmuştu. Hamit Öğretmenimiz Köy enstitüsü çıkışlı olup ilk görev yeri bizim okulumuzdu. Köy Enstitülerinin öğretmen yetiştirmek gibi bir görevlerinin olduğunu bu öğretmenimizle öğrenmiştim. Hamit öğretmen aynı zamanda teyzemin oğlu olduğu için onu diğer öğretmenlerden daha farklı ve kendime daha yakın görüyordum.

 

Hamit Budak yetenekleri ile ideal bir köy öğretmeniydi. Bir öğretmende bulunması gerekin tüm yeteneklerin hepsi onda mevcuttu. Köyünü,mesleğini ve öğrencileri çok seviyordu. Yeni mezun olmasına karşın deneyimli bir öğretmen gibiydi.

 

Bana okulu ve okumayı bu öğretmenimiz sevdirmişti. Güzel mandolin çalar ve güzel şarkılar söylerdi. Radyonun ve başka bir müzik aletinin olmadığı bir köyde müzik sesi duymak güzel bir duygu idi. Haftanın belirli günlerinde yapılan müzik derslerini özlemle beklerdik. Öğrenciliğimde çocuk şarkılarını ve halk türkülerini ilk kez bu öğretmenimizden öğrendim. Onun öğrettiği şarkılar ve türküler halen hafızamda yaşar durur.

 

Uzun yıllar hep aynı köyde mesleğini devam ettirdi. Bugün yaşayan Karadoruk luların hemen hepsi öğretmenimizin öğrencileridir.

 

Öğretmenimizden hem korkar hem de çok severdik. Güler yüzlü ve esprili birisiydi. Okulda

56

 

sosyal etkinlikleri çok önem verirdi. İlk kez onun zamanında okul öğrencileri “Hacivat ve Karagöz” isimli bir tiyatro eseri temsil etmişlerdi. Köylüler eseri büyük bir ilgi ile izlediler ve günlerce bunu konuştular. O yıllarda köylülerin bir eğlencesi yoktu. Bu tür etkinlikler hem köylülerin hem de öğrencilerin çok ilgisini çekiyordu.


 

Hamit Budak öğretmenimizin bir özelliği de kayak kaymağa meraklı olmasıydı. Bu merakını tüm öğrencilerine aktarmasını başardı ve hepimizde kayak zevkinin uyanmasına sebep oldu. Onun zamanında kayak kaymasını bilmeyen öğrenci yoktu. Her yaştaki öğrenciler uzun ince tahtalardan kayak yapar ve tatil günlerimizi kayak kayarak geçirir Karadağ ın o dik yamaçlarından düşmeden kayarak ta dağın eteklerine kadar inebilirdik. Çok yetenekli arkadaşlarımız vardı. Bugün büyük kayakçıların yaptığı o sılalom yarışlarını bizler de o yıllarda yapabiliyorduk. Okulun kayak birincisi Kazım ağabeyimdi. Karadağ dan hiç düşmeden kayarak köye kadar kayan tek kayakçımızdı.

Hamit öğretmenimizin değişik bir ders işleme tekniği vardı.. Derslerini çalışmayan öğrencileri tahtaya dizer, ders çalışan öğrenciler oturdukları yerden “Aç Kapıyı Bezirgan Başı” isimli şarkıyı söylerken tahtadakileri bir sıra dayağından geçirirdi. Dayak atması bile şarkılı ve müzikli olurdu. Her zaman neşeli görünür ve yüzündeki gülümsemesi hiç eksik olmazdı.

57

Beşinci sınıfta ise öğretmenimiz Haci Şimşek idi. Bu öğretmenimizde Köy Enstitüsü çıkışlı olup aynı köylüydü. Onun da ilk görev yeri bizim okulumuzdu. Haci öğretmenimiz öyle sosyal etkinlikleri pek sevmezdi. Onun zamanında katıldığım hiçbir sosyal etkinlik hatırlamıyorum. Müziğe karşı da bir ilgisi olmadığı için bizlere herhangi bir şarkı ve türkü de öğretmemişti. Şu an okul yıllarında öğrendiğim ve halen hafızamda çanlı olarak yaşayan tüm şarkılar ve türküler Hamit öğretmenimizden bizlere kalan en güzel anılardır.

Hacı Şimşek öğretmenimiz de çalışkan ve bizlerin iyi yetişmesi için çaba sarf eden bir öğretmenimizdi. Öğrencileri çalıştırmasını bilir ve hepimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Sinirli bir yapısı vardı. Birinci ve ikinci sınıflarda bizi okutan eğitmen Abdullah Havadır la pek geçinemez sık sık kavgaları olurdu. Böyle durumlarda Hamit Budak öğretmenimiz arabulucu olur ve olayları o yatıştırırdı.

Haci Şimşek öğretmenim yeteneklerimi ilk keşfeden öğretmenlerimden birisidir. Dördüncü sınıfa kadar sakin ve içine kapalı bir öğrenciydim. Bildiklerimi öne atılarak öğretmenime ve arkadaşlarıma anlatmak cesaretini gösteremezdim. Ancak bir soru sorulduğu zaman yanıt verir diğer zamanlarda sessiz ve sakin bir öğrenci olarak otururdum. Arkadaşlarımla aramızda herhangi bir sorun olmazdı. İlkokul döneminde herhangi bir arkadaşımla kavga ettiğimi,arkadaşlarımı kızdıracak bir davranış içine girdiğimi

58

anımsamıyorum. Her öğrenci okul dönemlerinde öğretmenlerinden dayak yemiş ya da azar işitmiş olabilir. Benim böyle bir olayım hiç olmadı . Okulda bir çocuk değil bir yetişkin gibiydim.

Benim sakin ve bu sessiz dünyamı ilk kez Haci öğretmenim bozdu. İlkokul beşinci sınıfta ders yılına yeni başladığımız günlerden biriydi. O günkü ilk dersimiz de tarihti. Konuya bir gün önceden iyi hazırlanarak okula gelmiştim. Öğretmenimiz derse girdiğinde konuyu kimin anlatmak istediğini sordu.

Dersi anlatmak üzere yalnız ben parmak kaldırmıştım. Öğretmenimiz benden böyle bir atılım beklemiyordu ve biraz da sanki güveni yokmuş gibi bir tereddüt geçirdi. Başka kimse talip olmadığı için “Bu gün ki konularımızı Ziya anlatsın.” Diyerek beni tahtaya kaldırdı.

O günkü dersi anlatmak benim için büyük bir sınavdı. Aşırı derecede heyecanlıydım. Tahtaya doğru yürürken bacaklarımın titrediğini ve gözlerimin hafif karardığını hissediyordum. Konulara hazırlıklıydım ama unuturum korkusu vardı. Anlatmaya başladığım an tüm korkular ve heyecanlar yok olmuştu. Bir şiir okur gibi tüm konuları eksiksiz anlattım. Öğretmenimiz benden böyle bir anlatım beklemiyordu. Anlatmamdan son derece memnun oldu ve öğrencilere hitaben:

-Ziya yı sınıfın tarih birincisi olarak ilan ediyor ve ödül olarak ta ona bir kalem veriyorum! diyerek bana bir kurşun kalem verdi ve yerime oturttu.

 

59

Hayatımda aldığım ilk ödül bu kurşun kalemdi. Bu ödül öğrencilik yaşamımda bana güç ve cesaret verdi. Kendime güvenim arttı ve kendimi farklı görmeğe başladım. O içine kapalı, mahcup ve çekingen halim yok oldu yerini farklı bir kişilik aldı. Artık her derste herkesin önünde olmak istiyordum. Arkadaşlarımın bile bana bakış açıları değişmişti. Hepsinde de beni kendilerinden üstün görmelerinin ezikliğini seziyordum. Bu basit ödül hayatımda büyük bir dönüm noktası yarattı. Ondan sonraki okul yıllarımda öğretmenlerime mahcup olmamak ve sürekli onların taktirlerini kazanmak için aşırı bir çalışmaya girdim. Sonunda bu çalışkanlık bir alışkanlık halini aldı ve tüm öğrenim hayatımda devam edip gitti. Öğrencilik yıllarımdaki başarımı hep bu ödüle bağlarım ve bu ödüle borçluyum.

İlkokulu bitirince artık Karadoruklu yıllarım da bitmiş oluyordu. İlkokulu bitirdiğim yıl babam Çöplü köyündeki çiftliğimizi satarak ailemizi Karadoruk a köyüne taşımıştı. Çöplü den ve uzun yıllar emek verdiğimiz topraklarımızdan ayrılmamız hepimiz için üzücü olmuştu. Aslında böyle bir yaşama kendimizi henüz hazırlamamıştık. Babam amcam çocukları ile zaman zaman aramızda olan ve çoğu kez kavga ile sonuçlanan olayların ilerde daha kötü sonuçlar doğuracağını düşünerek böyle bir karar vermişti. O gün için babamızın bu kararını kınamış ve kabullenmemiz zor olmuştu. Üzülmekte haklıydık. Hiç birimizin bir mesleği yoktu. Çiftçilikten ve hayvancılıktan başka ne yapabilirdik? Korkumuz buydu.

60

Yıllar sonra babamızın bu kararında haklı olduğunu gördük ve anladık. Eğer o toprakları satıp köyden çıkmasaydık hepimiz o kurak verimsiz toprakların bekçiliğini yapacak ve başkaca bir atılımda bulunmayacaktık. O topraklar bizim ikinci bir anamız babamız gibiydi. Bir şeyler veriyor en azından bizleri aç bırakmıyordu. Atalarımızdan gelen biz özellik. Biz ırk olarak toprağı seven bir milletiz.

Topraklarımız elimizden çıkınca kendimize yeni işler aramağa başladık. Başta büyük sıkıntılarımız ve bocalamalarımız oldu. Topraklarımızı satınca bir süre kendimizi yetim gibi hissetmiştik. O yılarda tarım alanında yeni gelişmeler yaşanıyordu. Türk toplumu bu dönemlerde traktörlerle ,biçerdöverlerle tanışmağa başlamıştı. Makinalı tarım işletmeciliğinde ilk atımların atıldığını görüyorduk. Karasabanla tarım yavaş yavaş yok oluyordu. Bizler böyle bir geçiş döneminde topraklarımızı terk ediyorduk.

Türk toplumu o yıllarda tarıma dayalı bir ekonomiye sahipti. Yıllar geçtikçe toplum sanayi toplumuna doğru kaymağa ve ziraat yapılan topraklar değerini yitirmeğe başladı. Büyük topraklar büyük emek ve büyük güç istiyordu. Ortakçılarımızın ayrılmasından sonra topraklarımızı işlemekte zorlanıyorduk.

Bir süre sıkıntılı günler yaşadıysak ta sonunda bizler köyde kalan amcamların çocuklarından çok daha iyi imkanlara kavuştuk. Onların büyük bir bölümü ömürlerini o verimsiz toprakları beklemekle geçirdiler. Bugün o

61

topraklar onlar için bir yük olmağa başladı. Yaşlı kesimin toprakları işleyecek gücü kalmadı , gençler ise köy toplumlarını terk ederek büyük kentlere göç ettiler. Şu an bu büyük çiftlik can çekişiyor. Son yaşlı kuşakta giderse bu topraklara belki de sahip çıkan olmayacak ve topraklar meraya dönüşecektir.

Karadoruk köyünün hayatımda oldukça önemli bir yeri var. Çucukluk yıllarımın bir bölümü bu köyde geçti. Karadoruk, köyümden sonra gördüğüm ikinci bir köydü. Daha güzel ve daha büyük yerleri görmediğim için karadoruk tan büyük bir yer düşünemiyordum.

Karadoruk köyü konumu, gelenekleri ve kültürü ile komşu köylerin bir merkezi durumundaydı. Karadoruuk un o tarihlerdeki yerini ve değerini belirtmek için bir anımı nakletmek istiyorum:

Hangi yıllarda ve hangi yaşlarda olduğumu hatırlayamıyorum. Bir gün Sivas tan Gürün e gitmekte olan bir minibüs e binmiştim. Yolcuların hepsi de Sivas tan Gürün e gidiyorlardı. Aynı minibüsteki yolculardan bir tanesi herkesin duyabileceği bir ses tonu ile yanındaki arkadaşına bir şeyler anlatıyor ,olaylara ilişkin yorumlar yaparak iktidarı eleştiriyordu. Güzel anlatımı ile başarılı bir hatip gibiydi. Anlattıklarını minibüsün içinde bulunan herkes duyabiliyordu. Ben de yakın bir koltukta oturduğum için tüm konuşmaları ilgi ile dinliyordum. Yolculardan birisi konuşma arasında söze girerek :

62

-Bey Efendi sizin tahsiliniz nedir ?

Konuşan kişi:

-Belli bir tahsilim yok. Sadece Karadoruk köyünde altı ay kaldım ,bütün tahsilim bu kadar! diyerek soruyu esprili bir şekilde yanıtladı.

Soru soran yolcu verilen cevabı tebessümle karşıladı, komşu koltuklardan bazı yolcuların gülme sesleri duyuldu. Böyle bir yanıt bir Karadoruklu olarak beni de gururlandırmıştı.

Karadoruk köyü ,ismini bilmediğim ve Karadoruklu olmayan bu yolcunun anlatımında belirtildiği üzere çevre köylerin bir okulu durumundaydı. Kültürü, gelenekleri, zeki insanları ve büyüklüğü ile diğer köylerden ayrılıyordu.

Benim öğrenci olduğum yıllarda köyün bir kahvehanesi ve köy odası diye bir yeri de yoktu. Köylüler akşamları bir birleri ile sohbet etmek isterlerse ya İbo Dayı nın, yada Muhammet Dayımın evinde toplanırlardı. İbo Dayı dediğimiz kişi köyün en kültürlü ve en çok okuyan kişilerinde birisiydi. Çok güzel cenk okurdu. Masal unsurları ile süslenmiş o “Kesik Baş” hikayelerini kendine özgü bir anlatım biçimi ile okur köylüler gecelerin geç vakitlerine kadar bu hikayeleri dinlerdi. Cenkleri İbo Dayı dan başka bir okuyan da yoktu. Cenkler öyle roman ve hikaye okur gibi okunmuyor. Kendine özgü bir beste ve teknikle okunur. Köyde bu işi tek beceren de o ufak tefek yapısı ve babacan tavırları ile tanıdığımız İbo Dayı idi. O cenk okumaya başladığı

63

zaman kimse cengin bitmesini istemezdi .Bazen bir cengin okunup bitirilmesi günleri haftaları alırdı. Ben de küçük bir çocuk olarak cenklerin okunmasında aşırı derecede haz duyar sonuna kadar izlerdim

Bazı akşamlar ise köylülerin bir kısmı Dayımın evinde toplanır kitap okurlardı. Düzgün okuması olan bir köylü kitabı okur diğerleri de onu dinlerlerdi. Bazı akşamlar ben de okuyucu olarak topluma katılır ve misafirlere kitap okurdum.

Misafirlere okuduğum ilk kitap Esat Mahmut Karakurt un yazmış olduğu “Dağları Bekleyen Kız” isimli kitaptı. . Bir aşk ve macera romanıydı. Köylülerin olduğu kadar benim de çok ilgimi çekmişti bu kitap. Öyle birkaç günde bitirilemeyecek kadar da büyüktü. Her akşam otuz-kırk sayfasını okuyor ertesi gün okumaya devam ediyorduk. Daha okumamızın birinci gününde olayların sonucu merak ettiğim için tamamını kısa sürede okuyup öğrenmek istiyordum. Köylülerden önce iki gün içinde kitabın tamamını okuyarak bitirdim. Ömrümde okuduğum ilk kitap bu oldu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kitapta anlatılanların büyük bir bölümü halen hafızamda yaşar durur. Ondan sonra okuduğum başka kitaplar da oldu ama hiç birisini onun kadar hatırlamıyorum.

İlkokul çağlarımda Karadoruk köyünde çok zeki ve kültürlü insanlar vardı. Bu kişiler Karadoruk denilen okulun öğretmenleriydiler. Bu insanları tek tek tanıtmadan geçemeyeceğim.

64

Köyün en çok okuyanı bir zamanlar köyde muhtarlık ta yapmış bulunan Hasan Dayı idi. Elinde hiç kitap eksik olmazdı. Boş zamanlarını batı klasiklerini okuyarak geçirirdi. Öyle ağır tarım işlerinde çalışmağa vücudu el vermediği için zamanlarını okumak suretiyle değerlendirirdi. Babacan tavrı ile herkesin sevgisini kazanmıştı. Kimse ile bir sorunu olmaz ve herkese yardımcı olmağa çalışırdı. Konuşması ve kültürü ile köyde saygın bir yer edinmişti. Sorunları ve aile problemleri olan köylüler hep ona danışarak çözüm ararlardı. Hasan dayımızın bu barışçı ve insancıl halini bir anısı ile anlatmak istiyorum.

Muhtarlık yaptığı dönemlerde köy halkından birisinin karısı bir başka şahsa kaçmıştı. Bu kişilerin isimlerini hatırlayamıyorum. Karısı kaçırılan köylü Hasan Dayıya gelerek durumunu ve üzüntülerini anlatmış . Hasan Dayı bu köylüsü ne :

-Her şeye rağmen sen karını istiyorsan ben geri dönmesi için yardımcı olurum,demiş.

Köylü :

-Hasan Dayı, karımın yaptığı çok çirkin bir hareket. Bu yaptıklarından sonra ben onu evime nasıl kabul edebilirim? Bu olanlardan sonra köylülerin yüzene bakamıyorum. diyerek tepkisini göstermiş. Hasan Dayımızın bu köylüsüne verdiği yanıt tüm Karadorukluların anılarında bir darbımesel olarak yaşamaktadır. İşte Hasan dayımızın köylüsüne verdiği o güzel yanıt .

 

65

-Bizler insanız. Hatasız kul olmaz. Karınız da bir hata yapmış olabilir. O kadar namussuzluk hepimiz de var. Diyerek köylüsünü ikna etmeyi başarmış ve tekrar bir araya gelmelerini sağlamıştır.

Hasan Dayının “Bu kadar namussuzluk hepimizde var “ sözünü her Karadoruklu bilir ve nesilden nesile taşır dururlar. Hasan Dayımızı hiç görmemiş olan yeni nesil onu bu sözü ile tanır ve anarlar.

Köyün diğer ilginç bir şahsı da Çöllo Dayı idi. “Çöllo” köylülerin ona takmış oldukları takma bir isimdi. Gerçek adını ben de bilmiyorum. Çölo nun anlamı nedir ? Bir açıklamasını da duymadım. Köyün efsaneleşmiş isimlerinden bir tanesi.

Çöllo Dayı köyün neşesi, köy orta oyunlarının baş aktörü, düğünlerin vazgeçilmez insanıydı. Her zaman neşeli her zaman esprili haliyle tüm köy halkının gönlünde farklı bir yer edinmişti. Çöllo Dayının olmadığı bir düğün, düğün sayılmazdı. O yaratıcı gücü ile düğünlere ayrı bir coşku verirdi. Orta oyunları konusunda hayli uzmandı. Köydeki bazı olayları ve halkın yaşantısındaki komik yönleri bulur ve bunları orta oyunları yolu ile halka sunardı. Güçlü bir espri yeteneği ve taklit gücü vardı. Çok yaratıcı bir insandı. Her düğünde mutlaka bir deve maketi yapar ve düğünlere doyulmaz bir güzellik katardı. Üç gün süren köy düğünleri Çölü dayının yaratıcı gücü ile tam bir eğlenceye döner ve unutulmaz anlar yaşanırdı. Gür,tok ve etkileyici sesi güçlü bir hoparlörden çıkıyormuş gibi köy meydanında çınlar dururdu.

66

Büyük bir düğün kalabalığı içinde Çöllo Dayının sesini duymamak olanaksızdı.

Köyün hukuki problemlerinin çözümünde ise Kağa Dayı sorumlu idi. Esas adı Mehmet Mustafa olup köyde bir süre muhtarlık yaptığı için ona muhtar anlamında “Kağa” derlerdi. Sanırım muhtarlık yaptığı dönemde başarılı olamadığı için bir isim daha takmışlardı. “ Kötü Kağa. “ Köylüler onu hep bu ismi ile tanır ve bu ismi ile anarlar. Kağa dayının en büyük özelliği hukuki problemlere duyduğu ilgi idi. Durmadan davalar açar,açtığı davaları bizzat kendisi takip ederek sonuçlandırırdı. Hukuki itilafları hiç bitmezdi. Birisi bittiği zaman mutlaka ikincini bulur ve köylülere hukuki konularda yol gösterirdi. Köylü ile ilişkileri pek iyi sayılmazdı. Öyle köylü ile haşır neşir olmasını da sevmez,kendi dünyasında yalnız başına yaşamayı severdi.

Köyün tarihçi ise Havadır Mevlüt Amca idi. Kendisi Balkan harbi yıllarında Rusya ya esir düşmüş ve sekiz on yıla yakın süre o ülkede bir esir olarak kaldıktan sonra bir yolunu bularak kaçıp ülkesine dönmeyi başarmıştı. Yanına gittiğimiz zaman esirlikte geçen günlerini ve katıldığı savaşları güzel bir anlatım üslubu ile anlatırdı. Anlattıklarını büyük bir heyecan ve ilgi ile dinlerdik. Çok kültürlü ve kibar bir insandı. Herkes ona saygı duyar ve kimse ile bir sorunu olmazdı. Bir köylü gibi değil köye mahkum olmuş bir aydın gibi yaşardı. Sanırım uzun yıllar Rusya da kaldığı için orada yaşadıkları ve gördükleri onu

67

eğitmiş ve farklı bir insan yapmıştı. Köyde bir yabancı gibi durur ve köyün genel yaşantısına pek karışmazdı. Günlerini evinde oturarak ve kitap okuyarak geçirirdi. Davranışları, kültürü ve yaşantısı ile diğer köylülerden ayrı bir insandı.

Köylünün en çok sevdiği ve saydığı isimlerden birisi de benim de öz dayım olan Muhammet Dayı idi. Ben onların evinde okuyordum. Kalbi ve günlü iyilik dolu bir insandı. Kimsenin gönlünü kırmaz ve kimse ile bir sorunu olmazdı. Köylünün tabiri ile melek gibi bir insandı. Beş yıl onların evinde okudum bir gün olsun bizlere kırıcı bir söz söylemediği gibi ters bir davranışı da olmadı. Bizleri kendi çocuklarından daha çok sever ve değer verirdi. Hatta okul ödevlerimizin yapılması sırasında bizlere yardımcı olur ve okumamız için teşvik ederdi. Ben ilk dini bilgileri Dayımdan öğrenmiştim. Aydın bir dindar olup üstün bir hoş görüye sahipti. Bugün benim de bazı davranışlarımı dayıma benzetirler. Kişiliğimin oluşmasında Dayımın büyük rolü olmuştur.

Köyde hepsini tek tek anlatamayacağım çok sayıda değerli başka insanlar da vardı. Köyün en ilginç yönlerinden birisi de insanlara takılan lakaplardı. Köylülerin çoğu takma bu ikinci adları ile anılırlardı. Bugün bile o insanların çocukları babalarının takma isimleri ile tanınmaktadır.

Çırtıklı, Çamuro, İt Kurusu ,Tangır, Terlemez, Bıççı, Tüccar, Çöllo gibi isimler aklımda kalan takma isimlerden birkaçı.

 

68

Karadoruk, insanları ve doğal yapısı ile anılarımda iyi yer edinmiş bir köydür. Zaman zaman köye gidiyor ve o eski anıları yeniden yaşıyorum. Çiğdem ,kenger ve yağlıca topladığım o çiçek kokan dağlarını, uzayıp giden o yeşil çayırlarını unutamıyorum.

Bu güzel köydeki yaşantım ilkokulu bitirmekle son buldu. O yıl ailem Gürün şehir merkezine taşınmanın hazırlıklarını yapıyorlardı. Ben de ilkokulu bitirdiğim için yeni bir okul arayışı içindeydim. O yıllarda Gürün de ortaokul olmadığı için başka seçenekler aranıyordu benim için. Gidebileceğim tek okul Köy Enstitüleri idi. O okullara da sınavla öğrenci alınıyordu. Bir gün babam beni Köy Enstitüsü giriş sınavlarına katılmak üzere Gürün şehir merkezine götürmüştü.

Şehir merkezinde teyzemler ve yakın akrabalarımız olmasına rağmen bu ilk gelişimde Esas Mehmet in hanına konuk olduk. O zaman şehir merkezinde kalacak oteller yoktu. Yabancıların konuk olarak kalabilecekleri tek yer bu handı. Büyükçe bir bölmeden oluşan hanın bir tarafı boydan boya tahta çakılarak ranza haline getirilmiş olup yan tarafta da hayvanların kaldığı kısım yer alıyordu. Hayvanlarla aramızda herhangi bir engel yoktu. Onlar bizi biz de onları görüyorduk. Hayvanlarla birlikte hepimiz büyükçe bir odanın içindeydik. Hayvanlardan tek farkımız onlar toprak zemin üzerinde bizler ise tahtadan yapılma sedirler üzerinde yatıyorduk. İlk günüm sabahtan akşama kadar bu hanın içinde geçti.

69

Akşamüzeri babam beni handan alarak Gürün de oturan Teyzemlerin evine götürdü. Teyzemlerin evi bahçeler içinde iki katlı oldukça gösterişli güzel bir evdi. Bahçelerinde renk renk meyveler ve çiçekler yer alıyordu. Meyve ağaçlarını ilk defa görüyordum. Herkes sabah kalktığında bahçeye dalıyor biraz meyve yedikten sonra yemeğe oturuyorlardı. Meyvelerden bana da ikram ettiler, ama utandığım için rahat bir şekilde yiyemedim.

Geceyi teyzemlerde geçirdikten sonra ertesi gün teyzemlerin komşuları ve aynı zamanda akrabaları olan Mevlüt Amcaların benim yaşlarımdaki kızları Ayşe ile tanıştım. O gözü açık her şeyi bilen bir şehirli kızı, ben ise konuşmaya korkan bir köylü çocuğu. Ayşe o gün bana şehri gezdirmek istediğini söyledi ; bende teklifini kabul ederek birlikte çarşıya çıktık.

Çarşı ile teyzemlerin evi arasında uzunca bir cadde vardı. Bu yolu yürüyerek gitmemiz gerekiyordu. Yolun sağı solu evlerle dolu olup evlerin bahçelerinden caddeye doğru sarkan meyve ağaçlarını görüyordum. İlgimi çeken güzel bir manzaraydı. Ayşe yanımda durmadan konuşuyor,ancak ben onun konuşmalarını dinlemek yerine evlerin ve bahçelerin güzelliğini seyrediyordum. Özellikle kayısı yüklü dalların caddeye doğru sarkması,yer yer caddeye kayısıların dökülmesi çok ilgimi çekiyordu. Çarşıya yaklaştıkça caddelerin durumu ve manzara değişir gibi oldu. Yollar daha düzgün ve caddeler daha kalabalıktı.

70

Çarşının ilk girişinde kubbeli bir bina ve hemen karşısında teyzemin eşi olan Mehmet Mustafa Amcanın dükkanı vardı. Ayşe kubbeli binanın bir kilise olduğunu söyledi. Kilisenin ne demek olduğunu bilmediğim için fazla ilgilenmedim. Doğruca Mehmet Mustafa Amcanın dükkanına gittik. Burası küçük bir bakkal dükkanıydı. Dükkanın içinde öyle gözü dolduran fazla bir çeşitte görünmüyordu. Mehmet Mustafa Amca bizleri çok iyi karşılayıp biraz oturup dinlenmemizi istedi. Sakin yapılı sevecen bir insandı. Çok hafif çıkan, okşayıcı ve insanı rahatlatan bir ses tonu vardı. Bize bir şeyler ikram etmek istedi biz almak istemedik. Sonunda birer kağıtlı şekerini almak zorunda kaldık.

Çarşının diğer bölümlerini gezmek üzere dükkandan ayrıldığımızda zemini betonla kaplı bir alana gelmiştik. Ayşe bana:

-Burası çarşının en temiz yeridir. Ayakkabıların çıkar çarşı kirlenmesin ,dedi.

Ben de ayakkabılarımı çıkarıp koltuklarımın altına aldım. Bu şekilde ayağımda çoraplarla gezmeğe başladık. Dükkan sahiplerinin ayakkabılarım koltuğumun altında, çoraplı ayaklarımla caddelerde yürürken şaşkın bakışlarla bana baktıklarını hissediyordum. Bakıyordum çarşıda benim gibi çorabı ile gezen başka kimseler yok. Nedenini de çekindiğim için Ayşe ye soramıyordum. Bu şekilde çarşının her tarafını gezdik.

 

71

Çarşının temizliğini ve dükkanların o güzel vitrinleri seyrederken farklı bir dünyaya gelmiş gibiydim. Köyümden sonra ilk kez böyle bir şehir görüyordum. İlkokul coğrafya kitaplarında okuduğum bilgiler gözlerimin önüne geldi. İçimde Türkiye nin başkenti dedikleri şehir herhalde burasıdır dedim. Gürün bana o kadar muhteşem ve güzel göründü.

Şehrin büyüsüne kapılıp gezerken bir şekerci dükkanının önünden geçiyorduk yine Ayşe

-Ziya, bu dükkan sahibinden biraz şeker istersen verir. Ben kız olduğum için istemem iyi karşılanmaz, ayıp olur. dedi.

Ayşe nin çok ısrar etmesine rağmen utandığım için şeker isteme cesaretini gösteremedim. Mehmet Mustafa Amcanın verdiği birer kağıtlı şekerle yetindik.

Gürün deki ilk turistik gezim böyle bir olayla başladı. Rehberim görevini çok iyi bilen birisi olduğu için bana unutamayacağım anlar yaşattı.

Yıllar sonra Gürün gezisinde bana rehberlik etmiş bulunan Ayşe ile Ankara da karşılaştık. Çok sevdiğim Ali Çilingir isimli bir arkadaşımla evlenmişti. Bir gün evlerine konuk oldum. Gürün de birlikte yaptığımız şehir gezisi ile ilgili anılarımı anlatmak istediğimde.

-Aman Ziya Bey lütfen onları anlatma!.. Çok mahcup oluyorum .diyerek tepki gösterdi.

Buna rağmen ben de bir espri olsun diye olayı olduğu gibi eşine ve çocuklarına anlattım.

72

Hepsi de bu hikayemize çok güldüler ve neşeli bir akşam geçirdik.

O da yıllar geçmiş olmasına rağmen bu maceramızı unutmamıştı. Ayşe lerle dostluğumuz uzun yıllar devam etti. Duyduğuma göre eşinden ayrılmış Ankara da çocukları ile birlikte yaşıyormuş.

Gürün e gelişimin ikinci günü Gürün merkezinde yapılan Köy Enstitüsü sınavlarına girdim. Sınavlarda Cahit Kırış ve Rüştü Köseoğlu sınavları kazanmam için vasıta olacaklardı. Yapılan seçme sınavlarında bir yararlarını görmedim. Öyle bir yardıma ve vasıtaya da gerek yoktu. Zira sınavlar usulen yapılıyor ve girenlerin neredeyse tamamını alıyorlardı. Sınavlara yirmi kişi kadar girmiştik; bunlardan ben de dahil on yedisi sınavları kazanarak okula girme hakkını elde etti.

Okulların açılmasına yakın bir tarihte sınavları kazanan birkaç arkadaşımla birlikte bizleri bir kamyonun üzerine bindirerek Pamuk Pınar Köy Enstitüsüne uğurladılar. Hayatımda yeni bir dönem başlıyordu. Ailemden, köyümden ve Gürün den koparak bilmediğim ve görmediğim daha uzak yerlere gidiyordum. Bunların değerlendirmesini yapacak bir yaşta olmadığım için herhangi bir tepki göstermem de mümkün olmuyordu. On iki yaşlarındaki bir çocuk için böyle bir yaşam korkutucuydu. Yatılı okul nedir? Köy Enstitüsü nedir ? Hiçbir bilgim yoktu.

 

73

O yıllarda ilçemizde otobüs ve minibüs olmadığı için seyahatler kamyonların üzerinde gerçekleştiriliyordu. Açık bir kamyon kasasının üzerinde o tozlu yollardan geçerek ilk kez gördüğüm il merkezimiz Sivas a ulaştık.

Kamyondan indiğimiz zaman tozdan birbirimizi tanıyamaz duruma gelmiştik. Üzerlerimize temizledikten sonra sorarak ,Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsüne giden otobüslerin kalktığı oto garajını öğrendik. Bizlere rehberlik eden kimseler de yoktu. Birbirimizden cesaret alarak işlerimizi kendimiz yapıyorduk Gurup halinde Yıldızeli Garajına giderek bir otobüse binip yola koyulduk.

Sivas tan Tokat giden tüm araçlar okulun içinden geçtiği için araç bulmakta güçlük çekmedik. İki saatlik bir yolculuktan sonra hepimiz okulumuz olan Pamuk Pınar Köy Enstitüsündeydik.

 


 


 


 


 


 


 


 

74

KÖY ENSTİTÜLÜ YILLARIM.

Yıl 1949.. Hayatımda köy enstitülü yıllar bu şekilde başlamış oluyordu. Hiç bilmediğimiz ve hiç tanımadığımız bir ortama girmiştik. Yıldızeli Köy Enstitüsü bildiğimiz klasik okullara benzemiyordu. Okul denince tek ve büyük binalar düşünürdüm. Bu yer çok sayıdaki binaları ile okuldan çok modern bir köyü ve yerleşim merkezini andırıyordu. Köyü andıran özellikleri olduğu gibi şehir hayatını andıran yönleri de vardı.

Binaların bir kısmı dershane,bir kısmı yatakhane bir kısmı da yemek hane olarak kullanılıyordu. Öğretmenler ve diğer okul personeli için yapılmış çok sayıda müstakil evler de vardı. Her şey bir plan dahilinde yapılmış olduğu için hoş bir görünüme sahipti. Okulun daha uzağında ise okula ait hayvanların barındığı büyük ahırlar yer alıyordu.

Okul, Sivas-Tokat karayolu üzerinde kurulmuştu. Yıldızeli ne 5 Km, Tokat a ise 50 Km kadar uzaktaydı.

Okulun yakınında kaplıcaları ile tanınmış Ilıca isimli bir de köy bulunuyordu. Okul çıplak düz bir alan üzerine kurulmuştu. Tokat tarafında Okula iki Km kadar uzakta bir çam ormanı vardı. Bu ormana Musa Ağa nın ormanı derlerdi. Orman Musa isimli bir köy ağasının çabaları ile kurulmuş olduğu için bu adı almıştı. Okula ait arazinin içinde ise gelişmiş kavak ağaçlarının dışında başka bir yeşillik yoktu. Deneme bahçesi olarak kullanılan ve üzüm vermeyen bir de üzüm bağı bulunuyordu.

75

Bizler okula çok erken gelmiştik. Öğretim yılının başlamasına daha iki aylık bir zaman vardı. Dersler başlamadığı için bizlere boş zamanlarımızda ekin tarlalarında mercimek ve ekin yolduruyor ve okulun ağıllarında bulunan hayvanların bakımını yaptırıyorlardı. İlk günlerimizde yaşadıklarımızla köylerimizde yaşadıklarımızın bir farkı yoktu. Hatta yaptırılan işler bizlere köylerimizde yaptığımız işlerden daha ağır ve zor geliyordu. Mercimek yolmaktan o küçücük ve narin ellerimiz yara oldu ve saatlerce güneş altında kalınca dudaklarımız çatladı. Bizler bu şartlara alışkın değildik. Bizim yaşlarımızdaki çocukları için bu işler çok ağır işlerdi.

Bir deneyimiz olmadığı için hayvanları tımar etmesini de bilmiyor ve güçlük çekiyorduk. Hayvanlardan tekme yediğimiz ve yaralandığımız anlar oluyordu. Bu tür işler deneyim isteyen daha yetişkin kimselerin yapacağı işlerdi. Hayvanların boyu yüksek olduğu için çoğu kez boyumuz yetişmiyor ve hayvanlardan korkuyorduk. Okulun bu ilk günlerinde yapılanlar karşısında içimizde okula karşı bir soğukluk belirmişti. Köyümüzde bile hayvanlarla bu kadar haşır neşir değildik. Bu tür işler büyüklerimiz tarafından yapılırdı. Yaşadıklarımız karşısında okula gelmekten dolayı adeta pişmanlık duyuyorduk. Bizlerle ilgilenen ve bizlere yol gösteren sorumlu bir kimse yoktu. Öğretmenlerin hiç birisini göremiyorduk. Bu olumsuzluklar karşısında birkaç arkadaşımızla gizlice okuldan kaçma planları bile yapmağa başlamıştık.

76

Bizden büyük olan ağabeylerimiz yakında sağlık kontrolünden geçirileceğimizi, bu kontrol sonunda sakat çıkarsak bizi tekrar ailelerimize göndereceklerini söylediler.

Sağlık kontrolü için beklenen gün gelmişti. O yıl okula alınacak olan tüm öğrenciler okul revirinin önünden toplanmıştık. Şişman ve azgın süratli bir doktor tek tek öğrencileri içeri alıyor ve basit bir muayeneden geçirdikten sonra bırakıyordu. Sıra bana gelmişti. Bir ara beni çürük çıkarmasını istemeyi düşünüm. Doktorun o kaba ve saldırgan halini görünce bu düşüncemden vaz geçerek muayene için doktorun karşısına geçtim. Fiziki bir muayene yapmıyor sadece gözlerimizi kontrol ediyordu. Karşı duvarda asılı bulunan bir levha üzerindeki harfleri ve rakamları göstererek okumamı istedi.

Daha önce büyük ağabeylerimizin verdiği taktikle gözlerimin bozuk olduğunu kanıtlamak için doktorun gösterdiği rakamları bilerek farklı farklı söylemeğe başladım. Renk körü olan insanların hangi rakamları görmesi gerektiğini bilmediğim için gelişigüzel rakamlar söylüyordum.

Doktor büyük bir hiddetle yanıma yaklaşarak :

-Benimle alay mı ediyorsun Eşek adam ? diyerek suratıma bir tokat patlattı.

Gözlerimde kıvılcımlar saçıldığını hissettim ve kısa süreli bir şok geçirdim. Doktordan böyle bir tepki beklemiyordum. Tekrar bana rakamları gösterince gördüğüm gibi okumağa başladım.

77

Doktor benimle alay edercesine :

-Bak, dayağı yiyince gözlerin iyi görmeğe başladı! Aferin!.. Şimdi çok daha iyi okuyorsun diyerek muayeneyi bitirdi.

Yanlış bir taktik sonucu sağlık muayenesinden istediğim sonucu alamamıştım. Amacım sağlık muayenesinden çürük çıkıp memleketime dönmekti. Bu planımızda başarılı olmayınca diğer Gürün lü birkaç arkadaşımızla birlikte yeniden kaçış planları yapmağa başladık. Bu konuda fazla bir seçeneğimiz yoktu. Tek bir yol kalıyordu o da okuldan kaçmaktı.

Okuldan kaçma konusunda benimle hem fikir olan tek arkadaşım da amcam oğlu Hayrettin idi. O da benim gibi okulu sevmemişti. Bir akşamüzeri ikimiz de valizlerimizi alarak okulun Tokat tarafına doğru olan kısmında görünmeyecek bir noktaya giderek Tokat tan gelip Sivas a gidecek olan vasıtaları beklemeğe başladık.

Kuldan kaçacağımızı hiçbir arkadaşımıza da söylememiştik. Bizden iki sınıf önde olan ağabeylerimizden ve aynı zamanda hemşehrimiz olan Hakkı Polat kaçtığımız haberini almış.

Hakkı Polat saklanabileceğimiz ve kaçabileceğimiz yeri tahmin ederek gelip bizi vasıta beklemekte olduğumuz yerde buldu. Bize önce biraz kızdı ve sonra da ikna ederek tekrar okula dönmemizi sağladı.

Okuldan kaçsaydık durumumuz herhalde bugünkinden daha iyi olamazdı. Bu bakımdan

78

okumamızda bu arkadaşımızın rolü çok büyüktür. Yaptıklarından dolayı onu her zaman saygı ve şükranla anıyorum.

Okuldan kaçma konusundaki son hayalimiz de bu şekilde bitmişti. Artık okula alışmaktan başka bir yolumuz ve imkanımız yoktu.

Daha ders yılının başlarındaydık, henüz memleket özlemi başlamamıştı. Günümüzün büyük bir bölümü ekin tarlalarında ve bahçelerde geçiyordu. Belli bir saatten sonra tüm öğrenciler okulun içinde geçmekte olan Sivas -Tokat kara yolu üzerine çıkıyor, guruplar halinde gezintiler yapıyorlardı. Okulun en güzel saatleri bu saatlerdi. Yolda gezinirken bazı öğrenciler mandolin çalıyor, sesi güzel olan öğrenciler de şarkı ve türküleriyle onlara eşlik ediyorlardı. Bu manzara oldukça güzeldi. Gezinirken mandolin sesleri ve güzel türküler dinlemek hoşuma gidiyordu. Kendimi bu saatlerde bir konser salonunda hissediyor akşamın bu saatlerini özlemle bekliyordum.

Okulda çok sayıda öğrenci mandolin çalmasını bildiği için ders saatleri dışında yollarda ve dersliklerde mandolin sesleri hiç eksik olmuyordu. Bu sesler rahatsız edici bir sesler değil gecenin karanlığında dalga dalga yayılan güzel seslerdi. Bu tür davranışlar yalnızlıktan kaçışın bir yolu idi. Öğrenciler olarak gidebileceğimiz herhangi bir yerimiz yoktu. En büyük dostlarımız mandolinlerimiz ve birlikte olduğumuz okul arkadaşlarımızdı.

 

79

Okul öğrencilerinin tamamı köy çocuklarından oluşmaktaydı. Köyün çok ağır koşullarından kopup gelen öğrenciler için okulun imkanları daha cazip geliyordu. Yemeklerimizi masalarda ve ayrı tabaklarda yiyor,yatakhanelerde köyümüzdekilerden daha rahat karyola ve yataklarda yatabiliyorduk. Köyümüzle ve köyümüzdeki imkanlarla karşılaştırdığımız zaman iyi imkanlar sunulmuş olsa da böyle bir okul için verilen hizmetler çok yetersizdi.

Okul, ilkokulu bitiren köy kökenli öğrencileri alıyordu. İlk sınıflara gelen öğrenciler ailelerinden yeni kopup geldiği için kendilerine bakamıyor ve büyük sıkıntılar çekiyordu. Temizliğimizi yeteri kadar yapamıyorduk. Okulun bazı imkanları çok sınırlıydı. Rahatlıkla yıkanabileceğimiz temiz banyolarımız yoktu. Öğrencilere haftada bir banyo sırası gelir o da kısa süreli olduğu için temizlenemeden çıkardık. Çoğu kez yeterli su bulunmaz ve banyolarda sabunlu olarak çıktığımız anlar olurdu.

Buluğ çağını yaşayan öğrenciler zaman zaman yıkanmak ihtiyacı duyarlardı. Bu durumda olan öğrencilere okul yönetimi hiç yardımcı olmadığı için öğrenciler banyo ihtiyaçlarını okulun dışında bulunan derelerde giderirlerdi. O soğuk karlı günlerde bile öğrencilere okul banyosu açılmadığı için dere boylarında buzları kırarak buldukları sularla banyo yaparlardı. Okul idaresi bu durumu bildiği halde hiçbir önlem almazdı.

Yemekhanemiz çok soğuk ve son derece bakımsız bir yerdi. Yemekhane hizmetleri

80

genellikle öğrenciler tarafından yürütülürdü. Aşçıların dışında mutfak ve yemekhane hizmetlerini yürütmek öğrencilerin görevi idi. Öğrenciler bu işi nöbetleşe ve sıra ile yaparlardı. Masaların silinmesi, tabak ve kaşıkların dizilmesi, yemek masalarının diğer düzenleme işleri hep nöbetçi öğrenciler tarafından yerine getirilirdi. Bu şekilde öğrencileri çalıştırma ,kendi işlerini kendilerine yaptırma sistemi Köy Enstitülerindeki eğitimin bir özelliği idi. Öğrenciler çok şeyleri yaparak ve yaşayarak öğreniyorlardı. Her sınıfta belli sayıdaki öğrenciler bir hafta süre ile derslere girmez yemekhane ve yatakhane hizmetlerini yürütür ve süresi bitenlerin yerini yeni guruplar alırdı. Öğrenciler nöbetçi olduğu süreler içinde derslere giremez ve dersleri takip edemezlerdi. Bu büyük bir hata idi. Matematik, fizik, kimya gibi dersleri öğretmenden dinlemeden yalnız başına kitaplardan öğrenmek zor oluyordu. Bir haftalık bir kopukluk öğrencilerin derslere ve okula ilgisini azaltıyordu. Bu konularda öğrencilerin söz hakları olmadığı için okulun kurallarına uymak zorundaydık.

Okulda öğrencilerin yapacağı işlerle ilgili öğrencilere bir eğitim verilmezdi. Direk öğrenciler işin içine itilirdi. Hazırlanacak yemeklerle ilgili malzemeleri öğrenciler hazırlar,doğranacak ve yıkanacak her şeyi onlar yaparlardı. Gece geç vakitleri kadar okul mutfağında, gözlerimizden yaşlar akarak soğan doğrar,ıspanak ayıklardık. Bunlar öğrenciler için güç işlerdi, ama yapmak zorundaydık. Yapmadığımız taktirde hemen okulla ilişkilerimiz kesiliyor ve okuldan kovuluyorduk.

81

On iki –on üç yaşlarındaki bu küçük öğrenciler için soğan doğramanın ne kadar güç bir iş olduğunu herkes tahmin edebilir.

Ispanakları seçerken elimize bir bıçak bile verilmez o küçük parmaklarımızla onları tek tek ayıklamağa çalışırdık. Bu işlerde hiçbir deneyimi olmayan küçük bir köy çocuğunun temizlediği ıspanakla nasıl yemek yapılabilirdi ? Öğretmenlerimiz ve okul yönetimi bunların hiç farkında olmaz ,yada olur da seslerini çıkarmazlardı. Onlarda ertesi gün çıkan ıspanaklı yemekleri yerken yemeğin içinden çıkan ip parçalarını, kesilmemiş olan ıspanak köklerini görüyorlardı. Yine de aldıkları bir önlem yoktu. Yemekler ne kadar bozuk olursa olsun o yemekleri yemek zorundaydık, aksi halde aç kalırdık. Lahana kapıskası ve prasa gibi yemekleri kimsenin yememesine rağmen okul idaresi sürekli bu yemekleri çıkarırdı.

Üç öğün yediğimiz ekmeğimizde okul içindeki fırınlarda üretilir yine buralarda da öğrenciler çalıştırılırdı. Ekmeklerimizde yemeklerimiz gibi temiz olmazdı. Ekmekleri kestiğimizde içinde çeşitli böcekler,telis parçaları ve fare pislikleri çıkardı. Bunları temizler içimiz çekmese de yine o ekmeği yerdik. Ekmekteki pisliğe herkes razı idi, yeter ki karınları doysun. Her yemekte öğrencilere çeyrek ekmek verilirdi. İyi beslenmesi gereken böyle bir dönemde öğrencilerin hemen hepsi yemeklerde aç kalkardı. Yemek temin edecek başka bir imkanımız da yoktu. Mutfaklarda, fırınlarda ve yemekhanelerde çalışan

82

öğrenciler beslenme konusunda daha şanslı sayılırlardı. onlar en azından karınlarını tam olarak doyurabilecek ekmek bulabilirlerdi.

O yıllarda yediğim zeytin ve içtiğim çaylardan tiksinti duyduğum için,aradan yıllar geçti hala çay içemiyor ve zeytin yiyemiyorum. Çaylar öğrencilere bakır tabaklar içinde verilir ve çay servisleri kepçe ile yapılırdı. Buz gibi soğuk bir yemekhanede bakır tabakların içindeki çay bir dakika geçmeden özelliğini kaybeder ve soğuk ve koyu renkli bir su haline dönüşürdü. Çaylarımızı bardak olmadığı için yemek kaşıkları ile içerdik. Yemek tabaklarımızla çay tabaklarımız aynı tabaklardı. Her kahvaltıda verilen kurtlu, çürük zeytin, ekşi ve bozuk peynirden ibaretti. Arada bir haşlanmış yumurta verilir çoğu zaman onlarda bozuk çıktığı için kahvaltılarda aç kalkardık.

Kahvaltılarda baş yemeğimiz mercimek yada şehriye çorbasıydı. Her ikisinde de sık sık kurt ve böcek kırıntıları çıktığı için yiyemezdik. O yılların verdiği tiksinti nedeniyle hala mercimek çorbası da yiyemiyorum.

Öğle yemeklerimizde en çok çıkan yemekler lahana kapıskası, pırasa ,kuru fasulye ve bulgur pilavı idı. Yemeklerde pek et göremezdik. Et olmadığı için zeytinyağlı yemekler tercih edilirdi.

Üç yüz- dört yüz öğrencinin okuduğu okulda öğrenceler için bir kantin bile açılmamıştı. Aç kaldığımız günler bir taraftan bir şeyler alıp yeme imkanımız yoktu. Okul ne verirse onlarla beslenmek ve yetinmek zorundaydık.

83

Okula en yakın ilçe Yıldızeli olup bir buçuk saatlik ve mesafedeydi. İlçeye ancak hafta sonu tatillerinde gidebilirdik. Okulun öğrencilerini ilçe merkezine götürecek bir motorlu aracı olmadığı için yaya gidip gelmek zorundaydık. İlçe de öğrenciler için çok cazip bir yer değildi. Şehir halkı öğrencilere bir düşman gibi bakar bizleri komünist çocuklar olarak görürlerdi. Hiç bir esnaf öğrencilere ilgi göstermez,öğrenciler birkaç vitrin seyrettikten sonra tekrar okula dönüş için yollara dökülürlerdi.

Yatakhanelerimizde kalorifer ve soba olmadığı için çok soğuk olurdu. Dışarının soğukluğunu aynen yatak odalarımızda da hissederdik. Yatak takımlarımız sık sık yıkanmadığı için öğrenciler bitlenir ve bu durumla kimse ilgilenmezdi. Öğrenci kendi imkanları ile temizliğini yapmağa çalışırdı.

Yatakhanelerin temizliğinden yine nöbetçi öğrenciler sorumlu olur, akşamları onların komutları ile yatar sabahları yine onların düdük sesleri ile uyanırdık. Yatakhane nöbetçisi olan öğrenci mandolin çalmasını biliyorsa kalkış komutu bir müzikle verilirdi. Özellikle büyük sınıflardaki öğrencilerin hemen hepsi mandolin çalmasını bildikleri için onların nöbetçi olduğu günler mandolin sesleri ile uyanırdık. Bazen nöbetçi öğretmenlerin geldiği de olurdu. Onlar genellikle öğrenciler kalktıktan sonra gelirler ,yatakhaneleri kontrol ettikten sonra giderlerdi.

Öğrenci ve öğretmen ilişkileri iyi sayılmazdı. Öğretmenlerimizi yalnızca dersleri olduğu zaman aramızda görürdük. Diğer zamanlarda öğretmeler

84

kendi lokallerinde günlerini öğrencilerden uzak bir şekilde geçirirlerdi. Öğrencilere rehber olabilecek ve onları anlayabilecek bir öğretmenimizi hatırlamıyorum. Öğrencilerle öğretmenler arasında aşılması güç duvarlar vardı. Genellikle bizlere uzak ve mesafeli dururlardı. Öğretmenlere yaklaşarak bir sorunumuzu rahat anlatamazdık. Öğretmenlerle öğrenciler arasında duygusal bir bağ oluşmazdı. Yöneticiler öğrencilere çok sert ve haşin davranırlardı. Müdürün odasına yada müdür yardımcılarının odalarına girebilmek cesaretini gösteremezdik. Girsek bile iyi bir davranışla karşılaşmamız pek mümkün olmazdı.

O yıllarda öğrencilerle ve okulla ilgilenen tek öğretmen Hayrettin Utkanlar isimli öğretmenimizdi. Temizliği, tertip ve düzeni seven bir kimseydi. Onun çabaları ile dershanelerimizin olduğu bina sanki yeni yapılmış gibi tertemiz bir hale getirilmişti. Her sınıf okulun bir katkısı olmaksızın dershanelerinin boya ve badana işlerini kendileri yapıyordu. Sınıfları bu işe teşvik eden ve bu işi adeta bir yarış haline sokan öğretmenimizin bizlere yaklaşımı diğer öğretmenlerden farklıydı. Bu yüzden okul içinde en sevilen ve sayılan öğretmenimiz Hayrettin beydi.

Hem korktuğumuz hem de çok saygı duyduğumuz bu öğretmenimiz benim derslerime girmedi. Ama yaptıkları ile onu sever ve çok taktir ederdim. Daha sonraki yıllarda Milli Eğitim Bakanlığında kendisine laik iyi görevler verildiğini duyuyordum. Bir ara bakanlık müfettişliği ve Milli

85

Eğitim Bakanlığı YÖK temsilciliği görevlerinde de bulundu.

Sanırım Köy enstitülerine gönderilen öğretmenlerin seçiminde belirli bir ölçü yoktu. Gelenler okula ve öğrenciye yabancı kalıyorlar ve bir süre sonra da çekip gidiyorlardı. Öğretmenler için okul bir mahrumiyetler bölgesi olduğu için gelen öğretmenler fazla kalmak istemiyorlardı.

Okulumuzun en kıdemli öğretmeni Ömer Yurdakul isimli tarım dersleri öğretmeniydi. Okulun ilk kuruluşundan beri başka bir okula gitmemiş ve meslek hayatının tamamını bu okulda geçirmişti. Hayvanları ve ağaç dikmeyi çok severdi. Okulda dikili bulunan tüm ağaçlar onun eseriydi. Yaz boyu okulun tüm topraklarını bizlere kirizma yaptırır ve bizleri aşırı derecede çalıştırırdı. Kirizma yapmaktan ellerimiz şişer kollarımızı kaldıramaz olurduk. Çoğu kez de yaptırdığı kirizmaların bir amacı olmaz sadece öğrenci çalışsın diye toprakları kazdırır dururdu. Nazari derslere fazla önem vermez ve derslerini tatbiki bir şekilde yapardı. Babacan bir hali vardı ve ona diğer öğretmelere göre daha rahat yaklaşabilirdik.

Yakınlık duyduğumuz diğer bir öğretmenimiz de tarih dersleri öğretmeni Halil Tanyeri idi. Bu öğretmenimiz öğrencilere kravat takmaları konusunda çok baskıcı davranırdı. Kravat takmayan öğrenciyi çoğu kez derse kabul etmez yada ona gelecek derse kadar süre verirdi. Kravat alacak kadar paramız olmadığı için öğretmenimizin dersinin olduğu günlerde diğer sınıf arkadaşlarımızdan ödünç kravat alır ders

86

bitimlerinde kravatları iade ederdik. Bazı arkadaşlarımızda renkli kaplama kağıtlarını kravat şeklinde keser ve onu gömlek yakalarının altına iğne ile tutturarak kravat süsü verirdi.

Öğretmenimiz arkadaşlarımızın bu tür muzipliklerine pek kızmaz yapılanları gülümseyerek karşılardı. Aslında kravat takmak pek hoşumuza gitmezdi. Kravat taktığımda boğazımın sıkıldığını hisseder ve öğretmenden korktuğum için takardım. Uzun süre kravat takmamak için tüm arkadaşlarımız direndi. Ama öğretmenimizin baskısı sonunda kravat takmağa alıştık ve yıllar sonra da onu çıkaramaz duruma geldik. Meslek hayatımda bir gün olsun kravatsız dışarıya çıkmadım ve halen de bu alışkanlığım devam etmektedir. Kravatsız olduğum zaman kendimi çıplak ve rahatsız hissederim.

Kravat takma alışkanlığını bu öğretmenimizin baskısı sonucu edinmiştik. Bu tür baskıcı bir sistemle insan yaşamına yön verileceğini ilk kez bu olayda yaşadım. Eğitimde böyle bir yolla öğrencilere çok iyi alışkanlıklar kazandırılabilir.

Günümüzde eğitimin en önemli sorunlarından birisi bilindiği üzere baş örtüsü sorunudur. Dinci kesim kız çocuklarının başlarını açtırmamak için direnmekte ve eğitim düzenimizi bozmaktalar. Bu tür öğrencilere kravat örneğinde olduğu gibi bir süre baskı uygulayarak başlarını açmaları sağlandığında bir süre sonra o tip öğrencileri zorlasanız da başlarını örtmeyeceklerdir. Eğitimde belirli konularda baskı yapılmadan sonuç alınamaz. Bu tür baskıları eğitim özgürlüğünü

87

kısıtlayan baskılar olarak düşünmemek gerekir. Toplumun her kesimi için bu tür baskılar gereklidir. Devletin en önemli görevlerinden birisi toplumu eğitmektir. Bir toplum özgürlük adına kendi haline bırakılırsa ileri gidemez. İnsanlar genelinde tutucu olup yeniliklere kapalıdır. Yeni alışkanlıklar ve yeni değerler ancak baskı yapılarak öğretilebilir. Her dönemde eğitime ve yeniliklere direnenler mutlaka olacaktır. Eğitimle kazanamadığımız ve yönlendiremediğimiz kişileri baskı altına almak ve o şekilde eğitimleri sağlamak hatalı bir yol olarak kabul edilmemeli.

Bugün dinci kesimin inanç özgürlüğü adına savunduğu fikirler toplumdaki yeniliklere ve modernleşmeye karşı gösterilen bir direnmedir. Bu kesim toplumun aydınlanmasından korkmaktadır. Yanlış inançları baskı yapmadan değiştiremeyiz. Baskı derken güç kullanmayı kastetmiyorum. Öğretmek istediklerimizi kararlı bir şekilde eğitim programlarımıza alıp taviz vermeden uygularsak amaca ulaşmış oluruz. Toplum kendi haline bırakılsaydı bugün ortaçağları yaşamış olurduk. Laiklik, özgürlük ve aydınlanma geçmişte yapılan baskılar sonucu kazanılmıştır. Batıl inançları ve yobazlığı baskı yapmadan yok edemeyiz. Toplumu aydınlık bir geleceği taşımak için bazı özgürlüklerimizi feda etmek zorundayız. Bunları düşündüğüm zaman bana baskı uygulayarak kravat takma alışkanlığı kazandıran öğretmenim Halil Bey e ne kadar saygı duysam azdır.

 

88

Pamukpınar Köy Enstitüsü çok sorunlar yaşadığımız bir okuldu. Ders kitaplarımızı ve diğer gereçlerimizin büyük bir bölümünü okul karşılamış olsa da bizlerin de dışardan alması gereken çok noksanlarımız olurdu.

Okula ilk kaydolduğumuz yıl hazırlık sınıfında okurken tüm sınıf içinde iki öğrencinin dolma kalemi vardı. Ödevlerimizi yaparken bu öğrencilerin kalemlerinden yararlanmak zorundaydık. Mürekkep ve divit kalem ucu bile bulmakta güçlük çekilirdi. Bu konuda ben şanslı öğrencilerden birisiydim. Masa arkadaşım Naci nin dolma kalemi olduğu için gerek duyduğumda ondan yararlanabiliyordum. Naci ile ortak kullandığımız dolma kalemin başlığı da yoktu. Başlıksız cepte taşınamadığı için hep sıramızın gözünde durur ben de ona haber vermeden kalemi kullanabilirdim. Naci çalışkan bir öğrenci olmadığı için kalemini kullanmak ihtiyacını duymaz,bu nedenle kalem hep bana kalırdı.

Tükenmez kalemler o yıl piyasaya yeni çıkmıştı. İlk tükenmez kalemi Ayten Hanım isimli bir öğretmenimiz kullanırken görmüştüm. Bu gün kullandığımız o içi görünen ucuz kalemlerdendi. Adından dolayı hiç tükenmeyeceğini düşünürdük. Tükenmez kalemler o yılların en pahalı kalemleri olduğu için öğrencilerin temin etme ve kullanma şansları yoktu.Okul yönetimi öğrencilere verilmesi gereken tüm giyim ,yiyecek ve diğer her türlü eşya ve malzemeden büyük kısıntılar yapar ve öğrencilere fazla bir şeyler vermek istemezlerdi.

89

Bütün bir yılı çullaki denilen kaba bir kumaştan yapılmış bir takım elbise ve iki parça iç çamaşırı ile geçirirdik.

Köy enstitülerinin kuruluş amaçları söylev olarak iyi idi. Uygulamada amaçlara uygun bir eğitim verilmiyordu. Bu okulların en büyük özelliği yaparak ve yaşayarak öğrenme ilkelerine dayanmaktaydı. Ama tatbikatta hiç de öyle olmuyordu. Öğrenciler ellerindeki kitapları ile baş başa bırakılır ve öğrenci kendi imkanları ile ne öğrenirse onunla yetiniyordu. Öğrencilerin araştırma ve başkaca bir eğitim imkanları olmadığı için durmadan ellerindeki kitapları okur durur ve onları adeta ezberlerlerdi. Öğrenciler arasında gizli bir yarış vardı ve her öğrenci yüksek not alma gayreti içinde olurdu. Bir öğrenci çalışırken diğeri gezemezdi. Arkadaşının çalıştığını gören öğrenci yarışta gerilerde kalmamak için kendisi de çalışmak zorundaydı. Özellikle soğuk havalarda öğrenciler için en iyi eğlence sınıflarda ders çalışmaktı. Öğrencilerin genelinde başarı seviyesi yüksekti. Lise seviyesinin altında bir eğitim verildiği için öğrenciler pek zorlanmıyordu.

Köy Enstitülerinin amaçlarından birisi de öğrencilerin el becerilerini artırmaya yönelik bir eğitim vermekti. Bunun için okullarda çok sayıda ve iyi imkanlara sahip atölye ve laboratuarların bulunması gerekiyordu. Marangoz ve iş atölyelerimiz de yeteri derece de ne alet ne de malzeme vardı. Küçük bir tahta parçasından yada bir parça demirden bir şeyler yapmak için günlerce uğraşır dururduk. Atölyelerdeki uygulamalı

90

derslerimiz gereksiz uğraşlarla bir şeyler öğrenmeden boşuna geçerdi. Laboratuarlarda klasik birkaç deneyin dışında başka bir deney de yapılmazdı

Okulda sosyal etkinlikler yok denecek kadar az olurdu. O kadar öğrencinin okuduğu okulda yılda bir kez olsun bir temsil ve konser verilmezdi. Okulda gazete temin edeceğimiz bir yer olmadığı için gazete okumak imkansızdı. İlçe merkezi de okula uzak olduğu için günlük gazeteleri tanımaz ve okuyamazdık. Ara sıra okulun hoparlörle dışarı verilen radyo yayınlarında sadece müzik yayınları yapılır bazen de haberler verilirdi. Bu tür olumsuzluklarına rağmen Köy Enstitülerinin gerekliliğine inanan birisiyim. İstenilseydi bu okullarda çok daha kaliteli eğitim verilebilirdi. Bunu fazlası ile başaran Köy Enstitüleri de vardı. Bunları yeri geldikçe yine açıklayacağım.

Köy enstitülerinin kuruluşundan beri bu okullar halk arasında komünist bir eğitim verilen okullar olarak düşünülürdü. Bu korkuyu ve bu baskıyı aşırı derecede yaşar ve hissederdik. Zaman zaman okulun dışında bulunan okul tuvaletlerinin duvarlarına orak çekiç resimleri yapılır yada komünizmi anlatan bazı küçük cümleler ve yazılar yazılırdı. Bu tür eylemlerin tespit edildiği günlerde okulda büyük bir terör estirilir ve öğrencilere büyük baskılar uygulanırdı.

Tüm öğrencilerin el yazıları alınır ve üzerinde yazı ve resim bulunan okul tuvalet

91

kapıları sökülerek tahlil ve tespit için Ankara ya Adli Tıbba gönderilirdi. Bu tür tespitlerden bir sonuç alıp alınmadığını hiçbir öğrenci bilemezdi. Benzer olaylar sık sık tekrarlanır her defasında da herhangi bir sonuç alınmadan olaylar kapanır giderdi.

O yıllarda bu tür olayların köy enstitülerine karşı olan bazı güçler tarafından dışardan yapıldığı kanısı vardı içimizde. Bu kadar yoğun baskı ve araştırmalar sonucu herhangi bir öğrenciye ceza verildiğini yada okuldan uzaklaştırıldığını anımsamıyorum. Yapılan bu tür eylemler köy Enstitülerini yıpratmaya yönelik maksatlı davranışlardı. Köy enstitülerinin kuruluşundan beri bu okullara tepki gösteren bürokratlar,basın ve gizli bir takım güçler hiç eksik olmamıştır. Her fırsatta bu okullara saldırılar olmuş ve okulların halk nazarındaki itibarının sarsılması için çalışılmıştır. Köy çocuklarının okumasını ve köylünün aydınlanmasını istemeyen güçler köy enstitülerinde ellerini çekmemiş ve okulların kapanmasına kadar bu sinsi çalışmalarını yürütmüşlerdir.

Okula ilk gittiğimiz yıllarda kız öğrencilerle birlikte okuyorduk. Kızlarla erkeklerin bir arada okuması bile halkın olumsuz tepkilerine neden olmuş ve kızlarımız ahlaksızlıkla suçlanmışlardı. Birçoklarının nazarında köy enstitüleri bu yönü ile genel evlerine benzetiliyordu. Bu duyguların etkisi ile olsa gerek okula gelişimizin ikinci yılında kızları ayırarak kız okullarına gönderdiler. Mezun oluncaya kadar da okulumuzda kız öğrenci olmadı.

92

Halbuki o yıllarda lise ve ortaokullarla bazı meslek okullarında kızlar ve erkekler birlikte okuyorlardı. Köy enstitülerini yıpratmak için çıkarılan dedikodular sonunda başarılı oldu ve kızlar aramızdan ayrıldılar. Okul karma eğitim yapacak olanaklara fazlası ile sahipti. Çok sayıda binası olduğu için binalardan birisinin kızlar yatakhanesi olarak düzenlenmesi sorunu çözerdi. Basından ve halktan gelen baskılar nedeniyle kızlarımızın güya namuslarını kurtarmak için böyle bir yol seçilmiştir.

Köy Enstitüleri açılışından kapanışına kadar geçen süre içinde hep gündemde kaldı. Bu kurumlara sahip çıkanlardan çok saldıranlar oldu. Köy çocuklarından başarılı olanların bu okullarda toplanmaları ve eğitildikten sonra öğretmenlik gibi kutsal bir görevle Anadolu köylerine gönderilmeleri bazı çevrelerce hazmedilemedi. O tarihlere kadar hep horlanan ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören köylülerin çocuklarına ilk kez devlet bu okullar aracılığı ile sahip çıkıyordu. Bu okullar açılmadan da belki çocuklarını ortaokul ve liselere göndererek okutan köylüler vardı. Ama bunları sayısı son derece azdı. Düşünün ,Gürün gibi bir ilçede o yıllarda bir ortaokul yoktu. Böyle bir durumda Gürün köylüleri çocuklarını nasıl ortaokulda okutabilecekti ? Ortaokulun olmadığı bir ilçede köylü çocuklarının gidebileceği tek okul Köy Enstitüleri idi. Bu bakımdan Köy Enstitülerinin kuruluşu Türk Eğitim tarihinde önemli bir olaydır. Bu okullarla köylü çocukları rahat denecek bir imkana ve eğitime kavuşmuş oluyorlardı.

93

Okulların yatılı olması ve tüm masraflarının devletçe karşılanması büyük bir imkandı.

Köy Enstitüleri çok iyi düşüncelerle kurulmuş olup, dünyada bir benzerleri yoktu. Bu nedenle bazı ülkelerin dikkatini çekmiş bu amaçla Türkiye ye uzmanlar göndertip bu okullardaki eğitim sistemini inceleten ülkeler de olmuştur.

Köy Enstitüleri kuruluş amacına uygun çalıştı mı çalışmadı mı bu tartışılabilir. Bu okullarda okuyan bir öğrenci olarak köy enstitülerinin amacına ulaştığı görüş ve kanısında değilim. Okullar kurulduğu şekli ile kalmış ve zaman içinde yeni gelişmeler göstererek çağa uyum sağlayamamış ve sürekli geri kalmıştır. O yıllarda pek iç açıcı değildi köylerimizin durumu. Eğitim yok denecek kadar azdı. Bu durumdaki köylerimize daha yetenekli ve daha iyi eğitim almış öğretmenler gönderilmeliydi. Siyasi iktidarlar bu okulları gözden çıkardıkları için okulların geliştirilmesi ve modernleştirilmesi konusunda bir çalışma yapmak gereğini duymuyorlardı. Okullar adeta kendi kaderlerine terk edilmiş durumdaydılar.

Köy Enstitülerinde köy çocuklarına yönelik özel bir eğitimin verilmesine kimse karşı olamaz. Bu okullarda zaman içinde büyük eğitimciler, bilim adamları ve sanatçılar yetiştirdi. Ama bunlar çok sınırlı sayıda kaldı. Köy çocuklarına başka yüksek okullara ve üniversitelere gitme hakkı tanınmayınca nice zeki çocuklar öğretmen olarak gittikleri köy toplumları içinde kaybolup gittiler. Benim yedi yılım bu okulların içinde geçti. Okula

94

gittiğim zamanki okul nasılsa yedi yıl sonra mezun olduğum okul aynı idi. Yedi yıllık süre içinde okullar bir değişim sağlayamamış ve yerinde saymıştı.

Okulların eğitim programları yeterli değildi. Öğretmenler bu okullara göre yetiştirilmemişti. Öğrencilerin sorunları ile ilgilenen ne bir öğretmen ne de bir yönetici hatırlamıyorum. Öğretmenler ve okul yöneticileri öğrencileri küçümsüyor ve onları bir köle gibi görüyorlardı. İyi yetişmemiz için bir çabaları yoktu. Öğrenciler ne yapıyorlarsa kendi çabası ile yapıyorlardı.

Güya bu okullar yaparak ve yaşayarak öğreten okullar olacaktı. Hiçbir imkan verilmeyen öğrencilerin yaparak ve yaşayarak öğrendiği bir şey yoktu. Elimize verilen ders kitaplarının dışında bir şey bilmiyorduk. Atölyeler araç ve gereç bakımından son derece yetersizdi. El işi atölyelerimizde bir parça tahta yada bir parça demir bulup el becerilerimizi geliştirecek imkanlar yoktu. El becerilerimizin gelişmesini sağlayacak alet ve edevat son derece yetersizdi. El işi atölyelerinde geçen saatlerimiz kaybedilmiş zamanlarımızdı. Bu konuda öğretmenleri suçlamıyorum. Onlar kendilerine verilen imkanları bizlere sunuyorlardı. Bu tür çalışmalarda okul yönetimin tutumu çok önemliydi. Bu amaçla gönderilen ödeneklerle okul atölyelerine yeteri kadar malzeme ve alet alma imkanı her zaman yaratılabilirdi. Okul yöneticilerinde bu ruh ve inanç yoktu. Öğretmenler ve idareciler okula

95

yabancı gibiydiler. Köy Enstitülerinde okuyanlar tam bir köy Enstitüsü ruhu ile yetiştirilmediği için köylerde beklenen performansı gösteremediler. İçlerinden yazarlar, sanatkarlar ve bürokratlar çıkmışsa da mevcut öğrenci sayıları ile kıyasladığımız zaman çok gerilerde kaldılar. Köy Enstitülü büyük bir kitlenin içinde üç beş yazarın ve sanatçının çıkması bir başarı değildir.

Elişi atölyeleri ve uygulamalı diğer çalışmalarda yeterli imkanlara sahip olmadığı için öğrencilerin çalışmalarında tarıma ağırlık veriliyordu.

Öğrencilere tek yaptırılan şey ağaç diktirmek ve amaçsız kirizma yapmaktı. Büyük büyük boş alanları kirizma yapmak için ellerimiz patlar sonunda bu alanlara herhangi bir şey dikilmezdi. Emeğimizle yetişen kavak ağaçlarından başka bir bitki yoktu. Meyve ağaçları ve çam ağaçları yetiştirme imkanımız varken bunlar bizlere öğretilmiyordu.

Okulun ahırında birkaç baş büyük hayvandan başka hayvan çeşidi yoktu. O hayvanlarla ilgili olarak yaptığımız tek iş hayvanları tımar etmekti. Hayvanların çoğaltılması ve yetiştirilmeleri konularında hiçbir bilgi sahibi değildik.

Öğrenciler kendileri ile ilgisi olmayan ağır ve pis işlerde çalıştırılırlardı. Yemekhanelerin, yatakhanelerin ve dershanelerin temizlik işlerinden öğrenciler sorumluydular. Yemek masalarını silmek ve masaları bir sonraki yemeğe hazırlamak

96

işi nöbetçi öğrencilerin görevi idi. Keza dershanelerin ve yatakhanelerin süpürülüp temizlenmesi işini de öğrenciler yapıyorlardı. O küçük yaştaki çocuklar fırınlarda, yemekhanelerde ,mutfaklarda ve yatakhanelerde hep işçi olarak çalıştırılır ve sorunları ile kimse ilgilenmezdi. Bu tür yerlerde görev alan öğrenciler bir hafta süre ile derslere giremez,okulun ağır işlerinde işçi olarak çalıştırılırlardı. Bir öğrencinin bir hafta süre ile derslerden uzak kalmasının verdiği sıkıntı öğrenciyi okuldan soğutur,öğrenci nöbet sırasında görmediği derslerini telafi etmek için çok zorlanırdı. Bütün bu sıkıntılar güya yaparak ve yaşayarak öğrenmenin bir gereği idi.

Okulda öğrenciler yaparak ve yaşayarak bir şeyler öğrenmiyorlardı. Yaparak ve yaşayarak öğrenme bir aldatmacadan ibaretti. Çalışmaların eğitici olması için öğrenciler önce teorik bilgilerle donatılmalı sonra da bunun uygulaması yaptırılmalıydı. Okulun o angarya işlerini yaparken başımızda ne bir öğretmen de ne bu işlerden anlayan usta bir eleman bulunmazdı. Köy enstitüleri bu yapısı ile tipik bir esirler kampına benziyordu. Öğrenci olarak hiçbir hakkımız hukukumuz yoktu. Öğretmenler öğrencilerden kopuk kendilerine özgü bir dünyada bizden çok farklı bir şekilde yaşarlardı. Öğretmenlerin Sivas-Tokat yoluna cepheli ve okulun en iyi yerinde bir lokalleri vardı. Öğretmenler boş zamanlarını bu lokalde geçirirlerdi. Yol seviyesinden bir hayli yüksekte ön ve yan tarafı komple cam olan bu binaya biz

97

öğrenciler imrenerek bakardık. Lokale girip oturmak gibi bir şansımız yoktu. Öğretmenlerimize bir soru sormak için de olsa buraya yaklaşmağa cesaret edemezdik. O kadar imkansızlıklar içinde öğretmenlerimize ait bu lokal bize bir saray gibi güzel görünürdü.

O yıllarda beş yüzden fazla öğrenciyi barındıran okulda öğrenciler için bir lokal düşünülmemişti. Boş zamanlarımız ya yollarda yada dershanelerde geçerdi. Lokal gibi toplanma yerleri dostlukların kurulduğu ve kişilerin birbirlerini tanıdıkları yerlerdir. Okulumuzda böyle bir lokale ihtiyaç duyulduğu halde okul yöneticileri bunu hiçbir zaman düşünmediler. Lokalimiz olmadığı gibi günlük basit ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir kantinimiz de yoktu. Çay, kahve ve meşrubat gibi içilecek şeyleri biz öğrenciler okulumuzda göremezdik. İhtiyaçlarımız için en yakın yer olan Yıldızeli ilçesine ne gitmemiz gerekirdi. Oraya da ancak hafta sonları gidebiliyorduk. Bu tür imkansızlıklar

nedeniyle öğrenciler ellerindeki imkanlarla yetinmek zorundaydılar.

Yaşadığım bu olumsuzluklardan dolayı hiçbir zaman köy enstitülerini sevemedim ve benimseyemedim. Aksi görüşte olan arkadaşlarımız ve meslektaşlarımız oldu. Bugün de öyle. Hala Köy Enstitülerinin sevenler de var yerenler de.

Köy enstitüleri zaman içinde geliştirilip köklü kuruluşlar haline getirilebilirdi. O zamanki

98

politik iktidarlar bilinçli olarak bu okulları yıpratmak için gelişmesine imkan vermeyip, toplumun gözünden düşmesine yardımcı oldular. Aydın köylü çocuklarının öğretmen olarak topluma geri dönmesi bazı çevrelerce iyi karşılanmıyor onlar komünist ve tehlikeli insanlar olarak tanıtılmak isteniyordu. Bu okullara karşı olanlar sonunda zaferi kazandı ve köy enstitüleri 1954 yılında öğretmen liselerine dönüştürülerek tarihten silindiler.

Bir türlü sevemediğim bu okulumda üçüncü yılımı bitirmiştim. Bu süre içinde diğer öğrenci arkadaşlarım gibi ben de tüm olumsuzlukları kabullenip düzene uymak zorunda kaldım. Okumak için de tek seçeneğimiz buydu.

Üçüncü sınıfa başladığım yıl ilginç bir olay oldu. Okul yönetimi hastalık geçiren yada sürekli rahatsızlık hisseden öğrenciler için bir duyuru asmıştı ilan tahtasına. Duyuruya göre sağlık konusunda bir şikayeti olan öğrenciler tedavi ve muayene için Sivas a gönderilecekti. Aynı sınıfta sınıf arkadaşım ve hemşehrim olan Mehmet Aydoğdu sağlığımızın bozuk olduğunu belirterek bana haber vermeksizin Sivas ı gezeriz düşüncesi ile ikimizi de listeye yazdırıyor.

Bizler Sivas sağlık kuruluşlarına a muayene ve tedavi amaçla gideceğimizi beklerken birinci karne tatilinde okul idaresi bu amaçla kendilerini listeye yazdırmış bulunan öğrencileri iklim koşulları daha iyi olan diğer Köy Enstitülerine dağıtıverdi. Olay düşündüğümüz şekilde gerçekleşmedi . Beklenmedik bu sürpriz nakil

99

karşısında çok üzüldüm. Böyle bir nakle hazır değildim ve düşünmüyordum da. Artık bu karara uymaktan başka da bir şansım da yoktu.

O yıllarda okulun imkanlarına göre mevcut öğrenci sayısı fazla görüldüğünden okul idaresi öğrenci sayısını azaltmak amacı ile böyle bir yönteme baş vurmuş ve bu yolla öğrenci sayısını azaltmayı düşünmüştü.

İkinci karne tatilinin başında dağıtım listeleri okul ilan tablosuna asıldı. Dağıtımda benim ismim Balıkesir Savaştepe Köy Enstitüsüne gitmesi gereken öğrenciler arasında yer alıyordu. Bu olaya karışın öğrencilerden sevinenler de oldu üzülenler de. Gideceğimiz köy Enstitülerini tanımadığımız için endişe duymakta haklıydım. Yaşımın küçük olması da böyle düşünmeme bir etmendi. Öyle tanımadığım bilmediğim uzak yerlere gitmeyi gözümde büyütüyor ve korkuyordum. Ailem Gürün ilçesinde bulunduğu için onlara yakın olmak bana daha güven veriyordu. Savaştepe bana göre çok uzak ve korkutucu bir yerdi.

Başka bir okula gitmeme gibi bir şansımın olup olmadığını öğrenmek için okul müdürüne gitmek cesaretini gösterdim. Okul Müdürünün odasına da ilk defa bu olay nedeniyle giriyordum. Müdürün odasına girmek bir öğrenci için kolay bir iş değildi. Azarlanıp kovulabilirdim.

Müdürümüz Hüseyin Cıvanoğlu isimli birisiydi. Sessiz, kendi halinde bir kişiliğe sahipti. Odasından dışarı pek çıkmazdı. Bizlerin derslerine de girmediği için kendisini fazlaca tanımıyordum.

100

Odasına girdiğimde :

-Buyur evladım bir isteğin mi var! Dedi.

Ben korkarak ve çekinerek:

-Öğretmenim ,ben Sivas a gitmeyi hastalığım nedeniyle muayene ve tedavi olmak için istemiştim. Başka bir okula naklen gitmek gibi bir isteğim yok Benim Savaştepe Köy Enstitüsüne naklen gönderileceğimi öğrenmiş bulunuyorum. Ben oraları bilmem ve tanımam. Ailem Gürün de oturduğu için ben onlara yakın olmak istiyorum. Bu nedenle beni başka bir okula göndermeyin ben yine bu okulumda kaylayım. Dedim.

Müdürümüz bana:

-Oğlum bu Bakanlığın bir kararıdır. Buna uymak zorundayız. Bu karardan sonra bu okulda kalmanız mümkün olamaz. Ama Balıkesir i uzak olduğu için kabul etmek istemiyorsan seni memleketine daha yakın olan başka bir okula göndereyim. Dedi.

Hangi okulun daha yakın olduğu konusunda da bir bilgim yoktu.

Yine kendisi:

-Hasanoğlan Köy Enstitüsü bunların içinde Sivas a en yakın olanıdır. Seni Balıkesir listesinde silerek Hasanoğlan listesine alıyorum. Dedi.

Bundan daha uygun bir çözüm olmadığı için kabul etmek zorunda kaldım. Kısa sürede hazırlıklarımızı yaparak karlı ve tipili bir günün akşamında üç yıldan beri birlikte olduğumuz sınıf

101

ve okul arkadaşlarımıza veda ederek gözyaşları

içinde Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne gitmek üzere okuldan ayrıldım.

Benimle beraber nakli çıkan öğrencileri okulun araçları ile Yıldızeli Tren istasyonuna kadar götürdüler. Yıldızeli' nden sonra yolculuğumuzun diğer kısmını trenle yapmamız gerekiyordu. Gecenin ayazında geç vakitlere kadar Sivas a gidecek treni bekledik. İlk defa trene binecektim. Gecenin ortalarına doğru beklediğimiz tren puflayarak ve düdüğünü çalarak Yıldızeli istasyonuna geldi. Gelen tren bir yük treni idi. İnsanların seyahat edebilecekleri bir yolcu vagonu yoktu. Hepimizi boş olan bir yük vagonuna doldurdular. Dışarıda kar ve tipi bütün şiddeti ile devam ediyordu. Bizler daha önce yolcu treni görmediğimiz için tüm trenlerin böyle olduğunu düşünerek gelen trene bindik.

Hiç birimizin şiddetli bir kışta yolculuk yapacak hazırlığı yoktu. Okul bizlere kış giysisi olarak palto ve pardösü vermediği için hepimiz günlük giysilerimizle yola çıkmıştık. Bindiğimiz yük vagonunun içi ile dışarının sıcaklığı aynı idi. Daha trene binmeden önce istasyonda ellerimiz ve ayaklarımız soğuktan uyuşmuş gibiydi. Vagonda oturulacak bir yer de yoktu. Hepimiz ayakta üşümemek için bir birime sokulmuş şekilde Sivas a doğru hareket ettik. Soğuktan dolayı kimsenin konuşacak bir gücü yoktu. Tren süratlendikçe içerdeki ısı daha da düşüyordu. İki saat kadar süren bu ıstırap veren yolculuktan sonra gecenin

102

ortalarında yarı donmuş bir şekilde Sivas a gelebildik.

Geceyi otellerde geçirme imkanımız yoktu. Bu nedenle hepimiz Sivas Garının bekleme salonuna dolarak Ankara ya gidecek olan treni beklemeğe başladık. Bizler Sivas a akşam geç saatlerde gelmiştik. Beklediğimiz trenin ertesi gün öğleden sonra gelme ihtimalinin olduğunu söylediler. Gecenin karanlığında kimimiz bekleme salonunun banklarına,kimimiz de valizlerimizin üzerine oturarak yorgunluğumuzu gideriyorduk. Bekleme salonu trene göre daha sıcaktı. Salonun kaloriferi ,sobası olmasa da bize trenden daha sıcak gelmişti. Tüm arkadaşlar geceyi bu salonda geçirdik.

Akşamüzeri daha güneş batmak üzereyken Ankara ya gidecek olan trenimiz geldi. Benden daha ağır olan valizimi sürükleyerek yolcuların da yardımı ile trene binebildim. Bu tren bir gün önceki trene hiç benzemiyordu. Koltukları ve çok sayıda odaları vardı. Ama tüm odalar dolu olduğu için valizimi koridorun bir tarafına çektim ve üzerine oturarak trenin hareket etmesini bekledim. Trenin içi üşütmeyecek kadar sıcaktı. Kısa sürede tüm yolcular yerlerini aldı. Dışarıda yolcularını uğurlamak için gelenlerin dışında kimse kalmamıştı. Beni uğurlamaya gelen kimse olmadığı için büyük bir tedirginlik içinde olup bitenleri pencereden seyrediyordum.

Kısa bir süre sonra tren hareket düdüğünü çalarak lokomotifin oflayan, püfleyen sesleri arasında Sivas tan Ankara ya hareket etti. Hiç

103

kimseyi tanımadığım bu ortam beni biraz korkuttu ve ağlattı da. Yandaki kompartımanda benim ağladığımı gören bazı askerler kendi kompartımanlarında bana bir yer açtılar ve beni aralarına aldılar. Artık o daracık koridordan kurtulmuştum. Hiç tanımadığım bu insanlar arasında çok ta rahat değildim. Ama koridorda ayaktan kalmaktan iyi idi. Üstelik asker ağabeyler bana kumanyalarından yiyecekler ve tatlılar da ikram ediyorlardı. Bu ilgi ve yardım beni biraz olsun rahatlattı, içimdeki o korku ve kuşku nispeten azaldı.

Yolculuğum sırasında yanımda mandolinim de bulunuyordu. Okulda iken bazı parçalar çalmayı öğrenmiştim. Beni yanlarına alan asker ağabeyler biraz mandolin çalmamı istediler. Ben de mandolinle bildiğim türkü ve şarkıları çalmağa başladım. O yılların en beğenilen türküsü “Ankara da Yedik Taze Meyveyi” isimli türkü idi. Bu türküyü öğrendiğim diğer okul şarkılarından daha güzel çalıyordum. Kompartımandaki konserimin ilk türküsü buydu. Askerlerin de hoşuna gittiği için aynı türküyü birkaç kez çaldırdılar. Onlar da zaman zaman mandoline sesleri ile eşlik ediyor beni yalnız bırakmıyorlardı.

Mandolinin o tatlı nağmeleri ile kompartımanımız birden neşelenmişti. Mandolin çalmam kompartımandaki yerimi biraz daha sağlamlaştırdı ve asker ağabeylerin ikramları da arttı. Durmadan bana yiyecekler veriyor ve hepsi benimle ilgileniyorlardı.

 

104

Belli bir süre sonra hepimizin uykusu gelmişti. Bende onlarla beraber tatlı bir uykuya daldım. Bütün gece trenin tik tak sesleri arasında yarı uyur yarı uyanık bir şekilde yolculuğumuz devam etti.

Güneş doğarken asker ağabeyler :

- Hasanoğlan a yaklaştık hazırlan. Dediler.

Hepsi tek tek beni öptü ve valizimi alarak vagonun kapısına kadar getirdiler ve trenden inmeme de yardım ettiler. Ortalık yeni aydınlanmış güneş doğmak üzereydi. Okulun hangi tarafta olduğunu bilmediğim için bir süre istasyonun önünde bekledim. İstasyonda benden başka kimse yoktu.

Okul , istasyona beş yüz metre kadar uzaktaydı. Bu kadar ağır bir valizi okula kadar taşıyamazdım. İstasyonda beklerken bir baktım sabah gezisine çıkan öğrencilerden bazıları istasyona kadar gelmişlerdi. Bunlardan bir tanesi yanıma yaklaştı:

Bu okula mı geldin ?diye sordu.

Ben de :

-Yıldızeli Köy Enstitüsünden okulunuza naklen geliyorum , diyerek ona kısa bir açıklamada bulundum. Bunun üzerine arkadaşım valizimin bir tarafından ben de bir tarafından tutup okula doğru yürümeğe başladık.

Hem yürüyor hem de çevreyi inceliyordum. İlk intibalarım güzeldi. Çevre düzenli ve çok temiz görünüyordu. Mevsim kış olmasına rağmen

105

ortalarda kar ve kış göremiyordum. İklim Sivas ın iklimine göre daha ılımandı. Arkadaşım da konuşmayı seven birisi olduğu için sürekli konuşuyor ve bana okulu anlatıyordu.

 

Tren istasyonundan sonra okula doğru hafif bir rampa vardı. Okul , istasyonun kuzey tarafına düşüyordu. Biraz yürüdükten sonra okulun binaları görünmeğe başladı. On-onbeş dakika sonra okula ulaştık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

106

HASANOĞLANLI YILLAR

 

Benim için yeni bir dönem başlıyordu. Artık Hasanoğlan Köy Enstitüsünün bir öğrencisiydim. Bilmediğim ve tanımadığım bir çevrede yapayalnızdım. Okulda ilk arkadaşım beni İstasyondan okula getiren Ahmet Körhasan isimli öğrenci oldu. Daha sonraki yıllarda Ahmet le hep aynı sınıflarda birlikte okuduk ve birlikte güzel anılar yaşadık. Bu arkadaşım halen Kütahya nın Tavşanlı ilçesinde yaşıyor. Öğretmenlikten emekli olduktan sonra çocukları ile matbaacılığa başlamış halen bu işi yapmakta ve “Tavşanlı “ isimli bir yerel gazete çıkarmaktadır.

Ahmet ile okulu bitirip ayrıldıktan sonra bir daha görüşmemiştik. Aradan geçen elli yıllık bir zamandan sonra arkadaşımı ziyaret etmek üzere eşimle birlikte Tavşanlı ya gittik. Tavşanlı küçük bir ilçe olduğu için herkes onu tanıyordu. Yerini bulmakta zorlanmadım. Çalıştığı iş yeri bir hanın bodrum katındaydı. Bu kadar aradan sonra onu görünce tanıyıp tanımayacağımı düşünüyordum. Heyecanla kapısını çalıp içeri girdim. Masasında oturuyordu. Sima fazla değişmemişti. En tipik özelliği gözleriydi. Bir gözü diğer gözüne göre daha küçük ve daha kapalı gibi dururdu. Yine onu bakışlarından ve göz yapısından tanıdım. O beni bir yabancı gibi karşıladı ve ismimi söyleyinceye kadar da tanımadı.

Birbirimize yılların verdiği bir özlemle sarıldık. Öyle pek sağlıklı görünmüyordu. Neşesiz ve durgundu. Öğrenci iken ki o neşeli ve esprili

107

halinden hiçbir örnek kalmamıştı. Geçirdiği ağır bir hastalık onu fazlaca yıpratmışa benziyordu.

Bu kadar aradan sonra karşılaşmamız ikimizi de duygulandırmıştı. O benden daha çok duygulandı. Eşi ve çocukları da yanındaydı. Tüm aileyi tanıma fırsatımız da oldu. İlgilendiler ve yemeklerini de yedik. Ayrılırken boynuma sarılıp ağlaması beni de duygulandırdı. Hastalığı onu çok duygusal bir hale getirmişti. Öyle uzun uzun konuşmanın onu yorduğunu gördüğüm için birlikte iki saat kadar kaldıktan sonra ayrılıp Kütahya yönüne doğru yolculuğumuza devam ettik. Halen görüşmelerimiz sürüyor ve zaman zaman telefonlaşıyoruz.

Hasanoğlan da ilk günlerim okulu ve çevresini tanımakla geçti. Hasanoğlan Ankara ya otuz km mesafede Hasanoğlan isimli bir köyün hudutları içinde kurulmuş bir okuldu. Hasanoğlan, tren istasyonundan Hasanoğlan köyüne kadar uzanan genişçe bir caddenin iki yanına serpiştirilmiş çok sayıda binalardan oluşuyordu. Okulun kuzey hududu Hasanoğlan köyüne, güney hududu ise tren istasyonuna dayanıyordu. Okulun genel manzarası güzel ve sevimliydi. Binalar daha modern ve daha temiz görünüyordu. Okulu ikiye bölen yolun sağına ve soluna çok sayıda meyve ağaçlarının dikilmiş olması okula ayrı bir canlılık vermişti. Yollar ve meydanlar son derece bakımlı ve temizdi. Okul denildiği zaman büyük tek binalar aklımıza gelir. Hasanoğlan böyle bir iki binadan oluşan bir okul değildi. Bir tarafta onlarca dershane binaları,bir

108

tarafta öğretmen lojmanları,bir tarafta ise değişik hizmet binaları ile adeta büyük bir siteyi andırıyordu.

Hasanoğlan Köy Enstitüsü Köy enstitülerinin en güzeli ve en moderni olarak bilinirdi. Ankara ya yakın olması nedeniyle diğer köy enstitülerinden daha farklı bir yapıya ve imkanlara sahipti. Yıldızeli den sonra burası bana olağanüstü güzel görünmüştü. Binaları çok bakımlı yolları temiz ve düzenliydi. Hiçbir tarafından gözü rahatsız eden bir pislik yada küçük bir kağıt parçası görmek mümkün değildi. Binalar planlı bir şekilde yerleştirilmişti. Ortada öğrencilerin toplanması için büyük bir meydan ve meydanda Eyiffel kulesini andıran yüksekçe bir bayrak direği vardı.

Okuldaki bu temizlik ve düzen okul müdürü Kemal Üstün ün çalışmaları ile sağlanmıştı. Kemal Üstün Köy Estitüsü müdürlerinin en başarılısı olarak bilinirdi. Hayatını bu okula adamış değerli bir eğitimciydi. Sık sık okul ve çevresini gezer bir kağıt parçası görse onu almadan geçmezdi. Okul Müdürünün bu titiz halini bilen öğrenciler gezinmek için yollara ve bahçelere çıktıkları zaman yerde bir çöp görseler alır ve çöp bidonlarına atarlardı. Öğretmenlerin ve öğrencilerin bu ortak çabaları ile okul bir sevimli aile yuvasına dönüşmüştü.

Hasanoğlan Köy Estitisü ile Yıldızeli Pamukpınar Köy Estitüsü i arasında en küçük bir benzerlik göremedim. Her ikisi de köy Enstitüsü olduğundan birçok yönleri ile benzeşmesi gerekirdi. Okuldaki tertip ve düzen,öğrenci

109

öğretmen ilişkileri,okulun sosyal imkanları,eğitim kalitesi bakımından Yıldızeli ile kıyaslanmayacak kadar farklı idi.

Yıldızeli nde bir gün olsun sofradan tok kalktığımı hatırlamıyorum. Bakır tabaklar içinde soğuk çay içmekten ve kurtlu zeytin yemekten dolayı yemeklere karşı bir tiksinti belirmişti. Hasanoğlanda çaylar porselen kupalarla veriliyor, ekmekte bir sınırlama olmayıp masalar doğranmış ekmeklerle dolu. Herkes yiyebildiği ve içebildiği kadar ekmek ve çay alabiliyor. Yemek masaları ve yemek takımları tertemiz. Temizlik işleri işçiler tarafından yapılıyor ve öğrenciler bu tür işlemlere karıştırılmıyor. Yıldızeli nde ise bu işlerde öğrenciler çalıştırılıyordu. Okulun yemekleri son derece kaliteli olup doyuncaya kadar yemek alabiliyorduk.

Hasanoğlan da ki bu düzeni görünce Yıldızeli nde geçen yıllarıma ve orada kalan öğrenci arkadaşlarıma daha çok üzüldüm. Devletin öğrenci başına verdiği ödeneklerin her okulda farklı olacağını düşünmüyorum. Her okulda öğrencilere sağlanan maddi imkanlar aynı olmasına rağmen uygulamada çok farklı sonuçlar ortaya çıkıyor. Bunun da tek nedeni sanırım yöneticilerin kalitesidir.

Yıldızeli nde olduğu gibi Hasanoğlan da da okula ait ekin tarlaları, hayvan ağılları, üzüm bağları ve tavuk yetiştirilen kümeslerle çok sayıda arı kovanlarının olduğu arılıklar vardı. Hepsi de son derece temiz ve düzenli yerlerdi. Çalışırken yaptığımız işler bize fazlasıyla haz verirdi.

110

Okulumuzun en sevimli yanlarından biri de istasyondan gelip Hasanoğlan köyüne doğru uzanan ve okulumuzu da ikiye bölerek geçen yolun sağındaki ve solundaki kiraz ağaçlarıydı. Kiraz mevsiminde kirazdan ağaçların dalları görünmez olurdu. İşin en ilginç yönü de hiçbir öğrenci o kirazlardan bir tane koparıp yemek istemezdi. Öğrencilere böyle bir duygu aşılanmıştı. Kirazlar olduğu zaman toplanır ve yemekhanede yemeklerle birlikte öğrencilere verilirdi.

Okuldaki dershaneler büyük bir meydanın etrafına dağılmış çok sayıda binalardan oluşuyordu. Her ders hane müstakil bir binaydı. En tipik dershane binamız laboratuarların oluştuğu büyük bina ile müzik salonunun olduğu binalardı. laboratuarların olduğu bina çekiç şeklindeydi. Müzik binası ise bir orağı andırıyordu. O zamanlarda söylendiğine göre uçaktan bakıldığında orak ve çekice benzerlik daha çok dikkati çekermiş. Orak ve çekice benzediği için bir ara bu iki binanın yıkılması düşünülmüş ancak tarihi bir özellik taşıdığı için bundan vazgeçerek bu görünümü yok etmeğe çalışmışlar. Bizler öğrenci iken müzik binasının orağı andıran kısmına büyükçe bir konferans salonu yapılmak suretiyle bu özelliği kamufle edilmişti. Konferans salonu inşaatı devam ederken ben orada idim. Konferans binasının yapılmasından sonra müzik binasının orak şekline benzeyen kısmı iki binayı biri birine bağlayan bir koridor şekline dönüştürülerek binanın orak şeklindeki görünümü

111

bu şekilde yok edildi. Çekiç şeklindeki bina okulun en büyük binasıydı , buraya dokunulmadı. Binaların bu şekilde yapılmasında bir kasıt ve maksat var mıydı bilemem . O yıllarda bu konuda bizlere de hiçbir açıklama yapılmadı. Belki de orak ve çekiç düşünülmeksizin mimari bir güzellik vermek için mimar böyle düşünmüş olabilir.

Çekiç şeklindeki binanın meydana bakan ön kısmında dershaneler ,çekiç sapı şeklinde geriye doğru uzanan kısmında ise laboratuvarlar yer alıyordu. Laboratuvarları dershanelerden ayırmak için güzel düşünülmüş bir projeydi. Bu binaya benzer binaları her yerde görmek mümkündü.

Orak şeklindeki bina ise müzik dershanesi olarak kullanılırdı. Orağın sapını andıran kısımda büyükçe bir salon vardı. Müzik derslerini hep bu salonda yapardık. Salonun arka kapısı ile irtibatlandırılmış yarım daire şeklinde uzunca bir koridor bulunuyordu. Bu koridorun bir tarafında sıra ile dizilmiş ve ses geçirmeyen çok sayıda oda vardı. Bu odalar ise özel müzik çalışması yapmak isteyenlere ayrılmıştı. Genellikle piyano ve keman çalışmak isteyen öğrenciler bu odalardan yararlanıyorlardı. Hemen her odada bir piyano bulunmaktaydı. Yarım daire şeklindeki bu koridorun duvarlarında ise okulda müdürlük yapan yöneticilerin büyük boy resimleri ve okulun imarı ile ilgili çalışmaları gösteren resimler asılı dururdu. Bu koridor belki de müzik odalarındaki farklı müzik aletleri seslerinin bir birini rahatsız etmemesi için düşünülmüştü. Okulda en çok bu binayı severdim. İnsana huzur veren estetik bir

112

yapıya sahipti. Ama köy Enstitüsü düşmanları okulları yıpratmak için bu tür senaryolar uydurarak amaçlarına ulaşmağa çalışıyorlardı. Binaları yapan mühendislerin böyle bir kasıtlarının ve amaçlarının olduğunu sanmıyorum. Zamanımızda da bu tür yapılarak rastlamak her zaman mümkündür.

Eskiden Hasanoğlan da köylere sağlık memuru yetiştiren bir sağlık okul varmış. Daha sonra bu eğitime son verilmiş ve sağlık okulu kapatılmıştır. Okula ilk geldiğim yıl bizim dershanemiz sağlıkçıların öğrenim gördüğü binanın içindeydi. Alt katında da yemekhanemiz vardı. Üçüncü sınıfı bu binada okudum. Okulun en eski binalarından biriydi. Baltık ülkelerindeki binalara benziyordu. Dik çatılı ve pencereleri küçüktü.

Okula yeni geldiğim için her öğretmenin dikkatini çekiyor ve beni ölçmeğe çalışacaklarını da tahmin ediyordum. Her derste bir iki öğrenciye soru yöneltiliyorsa öğrencilerden birisi mutlaka ben oluyordum. Bu durumu tahmin ettiğim için öğretmenlerin bana yöneltecekleri sorulara iyi yanıtlar verecek şekilde derslere hazırlıklı geliyordum. Bu çalışkan halim kısa sürede öğretmenlerimin dikkatini çekmişti. Tüm öğretmenlerin bana sevgi ile yaklaştıklarını hissediyordum. Bana diğer öğrencilerden daha farklı davranıyorlardı.

Üçüncü sınıfa birinci karne tatilinde geldiğim için yıl sonuna kadar tüm sınıf arkadaşlarımı

113

kısmen de olsa tanıyabilmiştim. Öğretmenlerimin

bana olan sıcak yaklaşımları beni onurlandırıyor kendime olan güvenimin artmasına neden oluyordu.

Okulda beni ilk ödüllendiren öğretmenimiz Zehra Hanımdı. Tarih derslerimize geliyordu. Bir gün sınıfa girer girmez adımı bilmediği için beni işaret ederek:

- Bugün ki dersimizi yeni arkadaşınız anlatsın biz de dinleyelim , dedi.

Kendimi tanıtmak için bana verilmiş bu ilk fırsattı. Heyecanlaydım ve tüm arkadaşlarım pür dikkat beni izliyorlardı. Daha okuldaki öğretmenlerimi yeteri kadar tanımamıştım.

Konuları anlatmağa yeni başlamıştım ki birden kapı açıldı ve sınıfımıza son derece güzel giyimli saçları hafif kırlaşmağa başlamış uzunca boylu yakışıklı bir kimse girdi ve öğretmenimize doğru ilerleyerek elini uzattı:

-Ben Bakanlık müfettişi Emin Oktay!.. diyerek öğretmenimizin elini sıktı ve sonra da arka sıralardan birisine geçerek dersi dinlemeğe başladı.


 

Gelen Bakanlık müfettişi okuduğumuz tarih dersi kitabının yazarıydı. Kitabın yazarına dersi ben anlatacaktım. Bir tarih kitabı yazarına kendi yazdıklarını anlatmanın güçlüğünü o an için düşünmemiştim ve düşünecek durumda da değildim. Hem okula yeni gelmiş bir öğrenciyim hem de çok farklı bir ortamda ders anlatıyordum.

114

Müfettişin, öğretmenimizin ve tüm öğrencilerin gözü benim üzerimdeydi. Heyecandan kimseleri görmüyor gibiydim. Müfettiş Emin Oktay da heyecanımı anlamıştı.

-Anlatmağa devam et evladım seni dinliyoruz. dedi.

Müfettişin o yumuşak ve tatlı sesi bana birazcık olsun cesaret verdi. Müfettiş öyle korkutucu ve saldırgan birisine benzemiyordu. Son derece sakin ve saygın bir kişilik görüyordum müfettişte. Bir anda kendimi toplayarak konuyu anlatmağa başladım. Konuya bir gün önceden yeteri kadar hazırlanmış olduğum için anlatmada bir güçlük çekmiyordum. Ben de o sakin tavrımla tane tane anlatarak konuyu bitirdim. Anlatılacak konu bittiğinde sınıf öğretmenimize hitaben :

 

-Dersimiz buraya kadardı öğretmenim, dedim ve öğretmenimizin otur demesini bekledim.

Zehra Hanım not defterini açarak bana verdiği notu deftere yazdı ve sonrada verdiği notu herkesin duyabileceği bir sesle :

-Sana dokuz veriyorum, yerine oturabilirsin, dedi

Emin Oktay da :

-Aferin dersi güzel anlattın ,diyerek yerinden kalkıp sınıfın ortalarına kadar geldi ve öğrencilerle bir süre sohbet etti. Ders ile ilgili kimseye bir soru sormadı. Ders bitiminde öğretmenimizle birlikte çıkıp gittiler.

 

115

Okuldaki bu ilk sınavım başarılı geçmişti. Artık tarih öğretmenimiz Zehra Hanımın gözünde çalışkan ve başarılı bir öğrenciydim. Kendi teftişinde onu mahcup etmemiştim. Bu kanı okulun bitmesine kadar devam etti. Zehra hanımla hep iyi ilişkiler içinde oldum. Uzun yıllar öğrencisi olduğum halde bir türlü ismimi öğrenememişti. Bana hep Niyazi diye hitap eder ve beni çalışkan bir öğrenci olarak tanırdı. Öğretmenimize okul müdürü olan Kemal Beyin hanımı olması nedeniyle de diğer öğretmenlerimizden farklı davranırdık. Öğrencileri ile ilişkileri iyi olan bir öğretmenimizdi. Çok sakin bir yapısı vardı ve öğrencilerine hep sevgi ile yaklaşırdı.

Hasanoğlan, Köy Enstitüsü ilkelerinin ve ideallerinin en iyi uygulandığı bir okuldu. Her şeyi yaparak ve yaşayarak öğreniyorduk. Yeteneği olan öğrenciye her türlü imkan veriliyordu.

Müzik salonumuz yüzlerce keman, mandolin, bağlama, fülüt, piyano ve akardiyonlarla doluydu. Bir müzik aleti öğrenmek isteyen her öğrenciye istediği müzik aleti ve çalışma odası veriliyor ve müzik öğretmenleri de bizzat ilgileniyorlardı. Okulda her öğrenci bir müzik aleti çalmak zorundaydı. Bunu başaramayan müzik dersinden sınıfını geçemez ve okulu bitiremezdi. Ayrıca ileri derecede müzik yeteneği olan öğrencilere özel kurslar açılarak yetişmeleri sağlanırdı. Bu şekilde eğitim alan arkadaşlarımızdan Gazi Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenliği bölümünü kazananlar da olmuştu.

116

Bende ileri derecede olmasa da müzik yeteneğim vardı. Okulun iyi mandolin çalan öğrencilerinden birisiydim. Bu nedenle müzik öğretmenimizle aramız iyi idi.

Müzik öğretmenimiz güzel keman ve piyano çalardı. Kemana aşık bir insandı. Kemanı eline aldığı zaman başka bir dünyanın insanı oluverirdi. Ne zaman onu arasak kemanı ile baş başa bulurduk. Kemanı yüzünden çoğu kez derslere gelmeyi unutur ve haber veren olmazsa derslerimiz boş geçerdi. Ne zaman boş bir an yakalasa o anı keman çalarak değerlendirirdi. Teneffüs aralarında öğrencilerden birisi gidip teneffüsün bittiğini ve dersin başladığını bildirmezse hocamız kemandan kopup derse gelemezdi. O nun gerçek dünyası müzikti ve kemandı. Dünyanın en büyük müzisyeni kabul edilen Beytofın gibi müzik sesinden başka sesleri pek duymazdı.

Müzik sınavlarında ya mandolin çaldırır yada solfej okuturdu. Biz öğrenciler oturduğumuz yerde mandolin çalarken o da öğretmen kürsüsünde bizleri dinler ,öğrencileri tanımadığı için bazen mandolin çalmasını bilmeyenlerin yerine başkaları çalardı. Okuldaki en samimi arkadaşım olan Ahmet Körhasan da mandolin çalamayan öğrencilerden birisiydi.. Bir gün müzik sınavında sıra ona gelmişti. Mandolinde başarılı olmazsa sınıf geçemeyecekti. Sınavdan önce Ahmet le anlaştık. Ben Ahmet in hemen arkasında bulunan sandalyeye oturacak, onun yerine ben mandolin

117

çalacaktım ; Ahmet te ön sırada mandolin çalıyormuş gibi taklit yapacaktı. Planımızı aynen uyguladık. Hasan ın ismi okunduğunda ben arka sırada Hasan ın yerine mandolin çalıyorum ,Hasan da ön sırada mandolin çalıyormuş gibi taklit yapıyordu. Hoca sınav yaptığı öğrencilerin yüzlerine bakmadığı için farkına varmadı ve arkadaşım bu şekilde mandolin sınavını başarı ile vermiş oldu.

Müziğe aşırı bağlılığı nedeniyle hocamızın ruhsal yapısı biraz bozulmuştu. Hep dalgın ve yorgun görünürdü. Samimi olduğu iyi dostları ve arkadaşları da yoktu. Öğretmen arkadaşlarıyla da ilişkileri ili sayılmazdı. Kendi özel dünyasında yapayalnız kemanıyla yaşamayı severdi. Biz son sınıfta iken hocamız bir ilkokul öğretmeni ile evlendi. Evliliği bile günün esprisi olmuştu.

Evlendiği ilk günün akşamı geç vakitlere kadar hocamız evine dönmeyince eşi telaşlanarak durumu ilgililere ve nöbetçi öğretmene bildirmiş. Gecenin saat ikisi, üçü olduğu halde hoca ortalarda görünmeyince bekçiler ve o günün nöbetçi öğretmeni hocamızı aramağa başlamışlar. O saatlerde hocamız müzik salonunda keman çalıyormuş. Evlendiğini unuttuğu için eve gitmemiş. Arayanlar hocamıza bugün evlendiğini ve eşinin evde kendisine beklediğini söyleyince mahcup olmuş ve evine dönmüş.

Okulumuz son derece vasıflı öğretmenleri ile birlikte öğrencilerin her türlü yeteneklerine cevap verecek imkanlara sahipti. Tavukçuluğa, arıcılığa ilgi duyan öğrenciler için tavukçuluk ve arıcılık

118

kooperatiflerimiz vardı. Buralarda tavukçuluk ve arıcılık bilimsel bir şekilde öğretilirdi.

Okulun tavukçuluk kooperatifi okulun ihtiyacı olan yumurtayı bile karşılayacak durumdaydı. Bu yerlerde öğretmenlerimizin denetiminde hep öğrenciler çalışır ve yaşayarak öğrenirdik.

Sanata ilgi duyanlar için resim , heykel, fotoğraf atölyeleri vardı. Bu tür kurslara katılmak suretiyle isteyen öğrencilere sertifikalar verilirdi. Bende fotoğrafçılık,sinema makinistliği ve projeksiyon dallarında sertifikalar almıştım.

Okulda öğrencilerin katıldığı sosyal etkinlikler hiç eksik olmazdı. Sık sık konserler ve temsiller verilerek öğrencilerin sürekli aktif olmaları sağlanırdı.

Folklor çalışmaları öğrenciler için zorunluydu. Her sabah tüm öğrencilerin katıldığı yarım saatlik bir folklor çalışmamız olurdu. Genellikle Batı Anadolu yöresinin zeybek oyunlarını oynardık. Beden Eğitimi öğretmenlerimiz o yörenin çocukları oldukları için bize kendi yörelerinin oyunlarını öğretiyorlardı. Bu tür oyunlar büyük guruplar halinde oynanmağa müsait oyunlardı. Dört-beş yüz kişiden oluşan öğrenci grubu iç içe halkalar oluşturur müzik eşliğinde çalışmalarımızı sürdürürdük. Milli oyun çalışmalarımız bütün yıl aralıksız devam ederdi. Milli oyunlara katılmak zorunluydu. Beden eğitimi öğretmenlerimiz bu konuda son derece titiz davranırlardı. Okulu bitiren her öğrenci en

119

azından on beş yirmi tane milli oyun oynamak ve

bu oyunlara ait müziği de bir müzik aleti ile çalmak zorundaydılar.

Okulun müzik konserleri ve milli oyun gösterileri yabancıların da çok ilgisini çekerdi. Okula gelen yabancı konuklara mutlaka bu gösteriler sunulurdu.

Hasanoğlan Köy Enstitülerini temsil eden örnek bir okul olduğu için bu okullara ilgi duyan yabancılar sık sık okulumuza konuk olurlardı. Japonya dan Çin den,Taylant tan ve Amerika dan ve diğer başka ülkelerden gelen eğitimciler okulumuzda inceleme yapar aylarca dershanelerimize girer verilen eğitimi incelerlerdi. Dış ülkelerden Ankara ya gelen saygın konuklar gezdirilmek üzere okulumuza mutlaka getirilir ve okuldaki çalışmalarımız onlara gösterilirdi.

Zaman zaman bakanların,politikacıların ve bürokratların okulumuzu ziyaretleri eksik olmazdı. Bir keresinde de Cumhurbaşkanımız Celal Bayar ve o dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Celal Yardımcı da okulumuzu ziyaret etmişlerdi.

Sıcak bir yaz mevsiminin bir Pazar günüydü. Cumhur Başkanı Celal Bayar Karayolu ile bir doğu gezisinden Ankara ya dönerken yol üzerinde bulunan okulumuza haber vermemeksizin ani bir baskın yapmıştı. Normalinde Cumhur Başkanlarının ziyaretleri için önceden haber verilir ve gerekli hazırlıklar ona göre yapılırdı. Cumhur Başkanımız okulumuzun uzağından geçerken bayrak direğinde dalgalanmakta olan bayrağı

120

görmüş. O günün Pazar günü olduğunu unuttuğu için bayrağın çekili olmasına bir anlam verememiş ve bayrağın çekili olmaması gerektiğini düşünmüş. Ziyaretinin asıl amacı da buyuş.

Okul yönetimi çok acele olarak tüm öğrencilerin meydanda toplanmasını istedi. Kısa sürede öğrenciler okul meydanında bayrak direğinin altında toplandık. Merak içinde Cumhurbaşkanımızı görmeğe çalışıyorduk. Boyu kısa olduğu için öğrencileri rahat görebilmek amacı ile bir taburenin üzerine çıkarak öğrencilere kısa bir konuşma yaptı. Cumhur Başkanımızı ilk kez görüyorduk. Eli yüzü lekeli, gözlüklü kısa boylu birisiydi. Bizlere öyle pek sevimli gelmemişti. Konuşma tarzını da garipsemiştik. Bizleri azarlarcasına sert ve uyarıcı cümlelerle konuşuyordu. Cumhurbaşkanımız kısa süren konuşmasını bitirdikten sonra hemen arkasında taburenin üzerine bu kez de Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı çıktı. O nun hitabeti daha canlı ve daha güzeldi. Öğrencilik yıllarındaki bir anısını anlatarak konuşmasına başladı. Öğrencilere çok çalışmaları ve başarılı olmaları konusunda bazı tavsiyelerde bulunarak konuşmasını o da kısa kesti. Cumhurbaşkanımızın okulumuzdan ayrılmasından sonra öğretmenlerimizden öğrendiğimize göre Cumhurbaşkanımız öğrencileri kirli ve bakımsız bulmuş. Okul müdürüne öğrencilerin hepsinin koktuklarını ve sık sık banyo yapmaları gerektiğini bildirmiş. Bu haksız bir eleştiri idi. Açık havada öğrencilerin koktuklarını 121

121

anlamak için güçlü bir koku alma duygusunun olması gerekirdi. En az haftada bir kez banyo yapan öğrenciler kokmuş olamazdı. Bir Cumhurbaşkanının okulumuz ve öğrenciler için yapacağı değerlendirme çok daha farklı olmalıydı. Gözümüzde büyüttüğümüz Cumhurbaşkanımız bizlerde hayal kırıklığı yaratmış , düşündüğümüz büyüklüğü,inceliği ve kültürü onda bulamamıştık.

Ben dördüncü sınıfta iken Alman Cumhurbaşkanı Kont Adenhavır da okulumuzu ziyaret eden yabancılardan birisi oldu. Bu seçkin konuk için hazırlanan özel programda fülüt gurubunun içinde ben de yer almıştım. Adenhavır ın okulumuzu ziyaret edeceği çok önceden bilindiği için gösterilere hazırlıklıydık. Fülüt konserini değerli müzik öğretmenimiz Hayri Akay yönetiyordu. On-oniki kişilik bir guruptuk. Konserimizde konuklara Alman ı müziğinden örnekler sunulmuştu. Müzik konserinin yanında başka etkinlikler de oldu. Okulumuz milli oyun ekibinin gösterileri de büyük ilgi görmüştü.

Gösterilerin bitmesinden sonra Adenvavır geldi hepimizle ayrı ayrı tokalaşarak bizleri kutladı.

O yıllarda dünyanın sayılı liderleri arasında yer almış bulunan böyle bir insanla tokalaşmak ve onu yakından görmek bizim için de büyük bir onurdu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen o anı unutamıyorum. Gelen konukların içinde en uzun boylu olanı oydu. İri cüsseli dev gibi bir

122

adamdı. Bizimle tokalaşırken eğilmek zorunda kalıyordu.

Adenhavır ın ve Almanya heyetinin bu ziyaretinden sonra Alman hükümeti okulumuza iki laboratuar donatacak şekilde malzeme ve bir tır dolusu da kitap gönderdi. Almanya dan tırlarla gelen bu kitaplar ve malzemeler okulumuzun kütüphanelerine ve laboratuarlarına sığmamıştı. O yıllar Ankara okullarının en zengin laboratuarlarının okulumuzda olduğu söylenirdi.

Hasaoğlan daki birinci öğretim yılım birden bire bir hayal gibi bitiverdi. Günlerin böyle çabucak bitmesine bir anlam veremedim. Okulumu, arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi tanıyıncaya kadar yıl sonu gelmişti. Dördüncü sınıfa geçtiğim yıl köy enstitüleri kaldırılarak onların yerini öğretmen liseleri aldı ve okulumuzun adı da Hasanoğlan Atatürk Öğretmen okulu olarak değiştirildi.

 

Uzun yıllar Türk eğitimine hizmet eden Köy Enstitüleri artık bir daha geri dönüşümü olmaksızın tarihe karışmıştı. Bir süre bu değişikliği öğrenciler olarak pek hissedemedik. Bizler köy Enstitülerinin son kuşak öğrencileriydik.

Köy Enstitülerinin öğretmen okuluna dönüştürülmesi ile okulların müfredat programları ve öğrenci alım sistemleri değişti. Yeni dönemle birlikte kültür derslerine daha çok ağırlık verildi. Görsel eğitim artık yok denecek kadar azalmıştı.

 

123

Eskiden Enstitülere yalnızca köy kökenli çocuklar alınıyordu. Öğretmen liselerine dönüşünce belirli bir oranda şehirlerden de öğrenciler alınmaya başlandı. Daha sonraki yıllarda bu oranda kaldırılarak şehirli ya da köylü çocuğu olmasına bakılmaksızın başarı durumuna göre öğrenci alım yönüne gidildi. Bizim dönemimiz geçiş dönemi olduğu için değişiklikler fazla hissedilmiyordu. Okulu bitirinceye kadar köy enstitülerinin verdiği ruhu atamadık. Bizden sonra gelenler o ruhu ve o duyguları yaşama şansına sahip olamadılar.

Köy Enstitüleri Köy ilkokullarını öğretmen yetiştirmek amacı ile 1940 yıllarında kurulmuştu. Bu okulların kurulmasında o devrin Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel ile eğitimci İsmail Hakkı Tonguç un büyük çabaları olmuş. Köy Enstitülerinin kurucuları olan bu büyük eğitimcileri bizlerin görme şansı olmadı. Bizler onların yaratığı büyük eserin ürünleriyiz.

Anadolu nun yirmi değişik yerinde açılan köy enstitüleri kısa sürede gelişerek köy ilkokullarına çok sayıda öğretmen yetiştirdi. 1946 yılından itibaren gözden düşmeğe başlayan köy enstitüleri 1954 yılında kapatılarak bu okullar öğretmen okullarına dönüştürüldü.

Eğitim tarihimizde en çok eleştirilen bu okullarla ilgili mücadeleler bitmiş değil. Bugün hala bu okulların yeniden açılmasını isteyen siyasiler olduğu gibi düşünürler de bulunmaktadır. Karşı görüşte olanlar ise köy enstitülerin yeniden açılmasını gerektirir nedenlerin olmadığını,

124

öğretmen ihtiyacının çeşitli yollardan karşılandığını ileri sürerek bu okulların açılmasında bir yarar görmediklerini söylemekteler. Köy Enstitülerine karşı olanlar bu savaşı kazandı ve Köy Enstitüleri bir daha da canlandırılmamak üzere tarihin derinliklerine gömüldü.

Benim durumumda olanlar bu okulun son kuşak öğretmenleridir. Artık Köy Enstitüsünü bitirip de öğretmenlik yapan bir kimsenin olduğunu sanmıyorum. Bu okulları savunacak çok az bir aydınımız kaldı.

Köy Enstitülerinin öğretmen okullarına dönüştürülmesi ile Sadece ders kitaplarında ve müfredatlarımızda bir değişiklik oldu. Derslerimiz eskiye göre biraz ağırlaştırılmış ve liselerin programlarına benzetilmişti. Bu nedenle dördüncü sınıfta cebir, fizik, kimya gibi dersler diğer derslerden daha çok önem kazanmağa başladı. Liselilerinki kadar geniş olmasa da lisenin benzer derslerini bizler de okumağa başladık. Liselilerden farklı olarak okuduğumuz meslek derslerimiz de vardı. Sistemin değişmesi ile öğrenciler biraz zorlanmağa başladılar.

Her okulda olduğu gibi okulumuzun da en zor dersi cebir dersi idi. Bu ders matematiğin ağırlaştırılmış bir bölümü sayılır. Cebir dersi öğretmenimiz Hasan Ölmez isimli birisiydi. Dersinden dolayı olsa gerek bu öğretmenimizden aşırı derecede korkardık. Cebir dersinden bir gün önce hepimizi bir stres sarar ve hastalanmış gibi neşelerimiz kaybolur ve ateşimiz yükselirdi.

125

Aslında öğretmenimiz öğrencilere iyi davranan ve kırıcı olmayan bir insandı. Okulun en güzel giyinen en yakışıklı öğretmeniydi. Bilmediğimiz zaman öyle sinirlenmez, bizlere karşı eleştiriye yönelik kinayeli kelimeler kullanırdı.

Matematikte sınıfın bilgi seviyesi diğer derslere göre çok daha düşüktü. Otuz - kırk kişilik sınıflarda sınavlarda geçer not alan öğrenci sayısı beşi - onu pek geçmezdi. Okulumuz öğretmen yetiştiren bir meslek okulu olduğu için not konusunda öğretmenimiz biraz toleranslı davranır kimseyi sınıfta bırakmazdı.

Dördüncü sınıfa başladığımız öğretim yılının sonralarına doğru okula yine müfettişler gelmişti. Okulun yıllık olağan teftişlerinden biriydi. Öğretmenimiz başka sınıfların da matematik derslerine girdiği için diğer sınıfların birinde bir teftiş geçirmiş, onlardan çıktıktan sonra da bizim dersimize girmişti. Derse girdiğinde öğretmenimiz bir hayli üzgün ve sinirli görünüyordu.

Bizlere “günaydın” demeden doğruca kara tahtanın başına geçip tahtaya bir geometri problemi yazdı ve sonrada masasına oturup not defterini açtı. Öğretmenimizin niyeti belli olmuştu.

Not defterindeki sıraya göre öğrencileri sıra ile tahtaya çağırıyor ve tahtadaki problemi çözmelerini istiyordu. Karmaşık ve zor bir problemdi. Tahtaya kalkanların hiç birisi problemi çözemedikleri için onlara “0” yada “1” vererek yerlerine oturtuyordu. Kırk kişilik bir sınıfın sonuna yaklaşmış olmasına karşın problemi

126

çözebilen bir öğrenci çıkmamıştı. Ben başka bir okuldan naklen geldiğim için sınıfın sondan ikinci öğrencisiydim. Sıra bana gelinceye kadar ben problemi oturduğum yerde çözmüştüm. Sıra bana geldiğinde öğretmenimiz:

-Gel bakalım yeni öğrenci bir de seni görelim . diyerek benim numaramı okudu.

Soruya önceden hazırlıklı olduğum için problemi rahatlıkça çözdüm. Bunun üzerine arka arkaya dört problem daha sordu. Aynı şekilde hiç zorlanmadan problemlerin tamamını çözebildim. Öğretmenimizin gergin hali biraz yumuşadı ve bana dönerek:

-Netice kardeşim!...Seni okulun matematik birincisi olarak ilan ediyorum, diyerek bana on verdi ve bunu da yüksek sesle sınıfa duyurdu. O yıl notlar on üzerinden değerlendirildiği için en yüksek notu almıştım. Öğrencilik yıllarımda beni en çok onurlandıran olay bu oldu.

 

Hasan Ölmez gibi bir öğretmenden bu tür bir ödül almak büyük bir başarıydı. Sonra bu haber tüm okula yayılıverdi. .Öğrenciler gurup gurup geliyor yarı kıskançlık yari taktirle uzaktan uzağa beni inceliyorlardı. Bu olay okulda ve sınıfımda farklı bir konum kazanmama neden oldu ve dersimize gelen tüm öğretmenler benimle özel biçimde ilgilenmeğe başladılar. Sanırım matematik öğretmenim benim hakkımda diğer öğretmenlere de olumlu şeyler anlatmış olacak ki öğretmenlerin bana karşı tavırları değişti.

127

Bu olaydan kısa bir süre sonra fizik ve kimya öğretmenlerimiz fizik laboratuarı ile kimya laboratuarlarının anahtarlarını bana teslim ettiler. Artık laboratuarların tek sorumlusu bendim. Fizik ve kimya derslerinden önce laboratuara gidiyor ve yapılacak deneylerle ilgili hazırlıkları tamamlayarak derste de deneylerin yapılmasına yardımcı oluyordum. Sınıf arkadaşlarım arasında da konumum değişmişti. Etüt saatlerinde problem çözemeyen arkadaşlarım bana geliyor ve benden yardım isterlerdi. Arkadaşlarıma yardım ettiğim gibi diğer sınıflardan da gelenlere de yardımcı oluyordum.

Öğretmenlerimin bu yakın ilgisi bana gurur veriyor onlara karşı mahcup olmamak için aşırı derecede gayret gösteriyordum.

Bir gün yine çok taktir ettiğim meslek dersleri öğretmenimiz Enver Metinel sınıfta ders işlerken tüm öğrencilerin yanında bana:

-Ziya bu okulu bitirdikten sonra seni başka okullara gönderelim. Senin tüm öğrenim masraflarını ben karşılayacağım. Belki ailenin maddi durumu uygun değildir. Sen kendini daha yüksek okullara hazırla. Her okulu başarabilecek bir kapasiten var. Ben okuduğun sürece sonuna kadar seni destekleyeceğim ,dedi.

Ben de :

Teşekkür ederim öğretmenim!.. Ailemin durumu iyi sayılır. Okumak istersem beni okutacaklarını sanıyorum,diyerek teklifini kabul etmedim. Aslında teklifini kabul etseydim benim için daha iyi olabilirdi. Öğretmenimin çocuğu yoktu ,eşi ile

128

birlikte yalnızdılar. Yaşı da hayli ilerlemiş ve çocuk yapma çağlarını geçirmişlerdi. Ailemin durumu iyi dediysem de iyi sayılmazdı. Çiftliğimizi sattıktan sonra ailemin ekonomik durumu bozulmuş ve geçim sıkıntısı başlamıştı. Öğretmenimin teklifini bir onur meselesi yaparak kabul etmememden dolayı sonraki yıllarımda büyük pişmanlık duydum. Öğretmenimin bu teklifini kabul etseydim durumum bugün kinden çok daha iyi olabilirdi.

 

Öğretmenlerimin diğer arkadaşlarımdan farklı olarak bana bu şekilde değer vermeleri bana okulu ve okumayı sevdirdi. Bu tür davranışlar benim için ileriye yönelik bir mesajdı. Onlar görevlerini fazlası ile yaptılar,bundan sonrası artık bana kalıyordu.


 

Beşinci sınıfta iken öğretmenler okulumuzun beş başarılı öğrencisini seçerek bizleri yüksek öğrenime hazırlamak amacı ile özel bir eğitim tabi tuttular. Fen dersleri ağırlıklı bu özel çalışmalar okulumuzu bitirinceye kadar devam etti. Amaç bizleri öğretmen okullarının yüksek kısmı olan Eğitim Enstitülerine göndermekti.

Genelinde tüm derslerimde başarılıydım. En başarısız dersim beden eğitimi idi. Spora karşı hiç ilgi duymuyordum. Arkadaşlarım futbol ve voleybol gibi etkinliklerde yer alırlarken benim günlerim ya mandolin çalmakla yada ders çalışmakla geçerdi. Bu nedenle de beden eğitimi öğretmenimiz Nusret Beyle ilişkilerim iyi değildi. Biraz milli oyun biraz da atletizm çalışarak beden

129

eğitimindeki noksanlığımı bu şekilde gidermek istiyordum. Her sabah öğrenciler kalkmadan ben bir saatlik bir koşu yapar sonra da arkadaşlarımla birlikte kahvaltıya giderdim. Koşuda sınıf ikincisiydim. Bu tür çalışmalarımla ancak beden eğitiminde yedi - sekiz alabiliyordum. Sporda en zayıf olduğum yanım kasa hareketlerindeki başarısızlığımdı. Kasa hareketlerinde kasanının ortasına oturur kalır bir türlü kasanın öbür tarafına geçemezdim. Beden Eğitimi Öğretmenimiz de bu tür hareketlere önem verdiği için sporda başarısız oluyordum.

Beşinci sınıfa geldiğim yıl öğretmenlerimin bir teşviki olmadan kendi kendime bir çocuk tiyatrosu oyunu yazmıştım. Yazdığım bu tiyatro eserinde o yıllar Kore ye gönderdiğimiz askerlerimizin Kore deki kahramanlıkları anlatılıyordu. Yetmiş-seksen defter sayfası büyüklüğünde bir eserdi. Eserimi tamladıktan sonra Okul Tiyatro Kolu başkanı olan bir arkadaşa verdim. Sadece okuması ve bilgi edinmesi için vermiştim. Ders yılı sonu geldiğinde eserimi ondan almayı unutarak yaz tatilini geçirmek üzere memleketime gittim.

Yaz tatili dönüşümde okulda kalan öğrenciler eserimin okulda temsil edildiğini ve çok beğenildiğini söylediler. Temsili göremememden dolayı üzülmüştüm. “Üç Şehit “ ismini verdiğim eserimi bastırmak kısmet olmadı. Hala o el yazımla yazılmış şekli ile kitaplarımın arasında bekleyip durmaktadır.

 

130

O yıl tatil dönüşü öğretmen odasının önünden geçerken Okul Müdürümüz Kemal Üstün beni gördü ve yanına çağırarak yazdığım eserden dolayı beni kutladı. Okulun haber muhabiri olduğum için Kemal Üstün le ilişkilerim iyi idi. Her sabah ona uğrar ve okulla ilgili haberleri aldıktan sonra yazıp okulun ilan tahtasına asardım. Bu konuda çok titizdi, her gün odasına giderek haberleri almak zorundaydım. Okulu bitirinceye değin bu görevim devam etti. Aslında benim için zor bir görevdi. Görevin zorluğu Kemal Üstün ile olan ilişkilerden kaynaklanıyordu. Korkutucu ve sinirli bir yapısı vardı. Haber yazarken küçük bir hatam olsa çok kızar ve azarlardı. Öğrencilerin Kemal Üstün ün odasına girip ona bir şeyler sormaları olanaksızdı. Öğretmenler de öğrenciler de Kemal Üstün den aşırı derecede korkarlardı.

Caddelerde onu gördüğümüz zaman yolumuzu değiştirir yüz yüze gelmek istemezdik. Yüz yüze geldiğimiz zaman mutlaka bizleri eleştiren bir yönümüzü bulurdu. Bu yüzden de öğrenciler müdürümüzle karşılaşmamağa özen gösterirlerdi.

Yıllar hızlı bir şekilde gelip geçti, birde baktık okul bitmek üzere. 1956 yılının haziran ayları idi. Mezuniyet sınavları başlamıştı. Sınavın ayrı bir heyecanı ve stresi oluyor. Mezuniyet birinciliğini almak üzere bazı öğrencilerle aramızda gizli bir de yarış vardı. Herkes bir birine sezdirmeden okul birinciliği için yarışıyordu. Ben de bu yarışın içindeydim. Yarış üç öğrenci arasında

131

geçiyordu. Mezuniyet sınavlarının sonunda yarışın galibi ben oldum ve okul birincisi olarak okulumu bitirdim.

Hasanoğlan bende çok iyi intibalar bırakan bir okuldu. Yeteneklerimi ve başarılarım ilk kez bu okuldaki öğretmenlerimce keşfedildi. Onların teşvik ve tespitleri ile güven buldum. Ben Hasanoğlan ın hem Köy Enstitüsü hem de Öğretmen okulu halini birlikte yaşadım. Köy Enstitülerini ve öğretmen okullarını Hasanoğlan a bakarak değerlendirmek istemiyorum. Hasanoğlan Köy Enstitüsü ideallerinin en iyi uygulandığı bir okuldu. Öğretmen okulu olarak ta bu saygınlığını hep devam ettirmiştir.

Hasanoğlan köy Enstitüsünde okuduğum yıllarda da köy Enstitüleri hakkındaki görüşlerimde bir değişiklik olmadı. Türkiye genelindeki diğer köy enstitülerini Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çok farklı görüyordum. Hasanoğlan Köy Enstitüsü diğer köy enstitülerinin çok iyi derecede süslenmiş bir vitriniydi. Ankara ya çok yakın olması ve her gelen yabancı konuklara bu okulun gezdirilmesi nedeniyle devlet bu okula gereğinden fazla önem veriyordu.

Okulumuz imkanları açısından Ankara Üniversitelerinden bile daha ileri durumdaydı. Çok zengin laboratuarlara ve gelişmiş bir kütüphaneye sahip bulunuyordu. Öğretmenlerimiz son derece başarılı ve yetenekli kimselerdi. Hasanoğlan da birkaç yıl öğretmenlik yapan öğretmenler Milli Eğitim Bakanlığında hep üst

132

görevlere atanıyor ve Türk eğitiminde söz sahibi kimseler oluyorlardı. Okulumuz eğitim açısından da diğer Köy Enstitülerinden farklıydı. Okulu bitirenler arasında Eğitim Enstitülerine giden çok öğrenci olurdu. Yüksek öğrenime öğrenci göndermek açısından öğretmenlerimiz özel bir çaba gösterir ve boş zamanlarında öğrencilerle ilgilenirlerdi. Öğretmen ve öğrenci ilişkileri son derece iyi durumdaydı. Herhangi bir öğretmenimize yaklaşıp sorunlarımızı anlatmakta hiç zorlanmazdık. Genelinde öğretmenlerimiz öğrencilere sevgi ile bakıyor ve onlara her açıdan yardımcı olmağa çalışıyorlardı. Okulumuz bu yönü ile de taktir edilmeğe değer bir okuldu.

Ben iki değişik Köy Enstitüsünde okuduğum için iki okul arasındaki farkı çok iyi görebiliyordum. Hasanoğlan da verilen eğitim çok daha kaliteli ve çok daha başarılıydı. Belki de Köy Enstitüleri standardının üzerinde bir eğitim programı uygulanıyordu . Diğer köy enstitülerinin de Yıldızeli Pamıkpınar Köy Enstitüsünden farklı olduklarını sanmıyorum. Köy Enstitüleri o günki yapıları ve eğitim programları ile çağdaş eğitimden biraz uzak kalıyorlardı. Bu okullar uzun yıllar kuruldukları gibi kaldılar ve kendilerini pek yenileyemediler. Köy Enstitülerinin eleştirilecek çok yönleri vardı. Noksanlarına rağmen Köy Enstitülerinin öğretmen yetiştiren meslek okulları olarak eğitim tarihimizdeki yerlerini inkar edemeyiz. Yeterli bilgilerle donatılmış olmasalar da yetiştirdikleri

133

öğretmenlerle uzun yıllar Anadolu halkına hep ışık ve enerji verdiler. Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenler köylerdeki aydınlanmanın ilk öncüleridir. Onlar daha okullarında iken bu duygularla yetiştiriliyordu. Altı yıl boyunca aynı okulda hep öğretmenlik ideali ile yetiştirilen öğrenciler mesleğin tüm inceliklerini öğreniyorlardı.

Daha sonraki yılarda bu uygulamadan vazgeçildi. Üniversite bitiren herkese öğretmenlik verilince mesleğin saygınlığı azaldı. Üniversite mezunu , öğretmenliği öğretmenlik yaparak öğrendiği için öğreninceye kadar eğitilenler bu işte büyük zarar görüyordu. Bu mesleği öğrenemeyen kimselerin de olabileceği düşünülmelidir. Öğretmenlikte diğer meslekler gibi bir yetenek işidir. Eğitme ve insanlarla iletişim kurma yeteneğine sahip olmayan bir kimse öğretmenlik yapamaz. Öğretmenler bu amaçla açılmış bulunan okullarda eğitilmeli ve bu okullara alınacak öğrenci seçiminde bilgiden çok kişilik ve yetenek ön plana geçmelidir

Son yıllarda eğitimde kalitenin düşmesindeki en büyük neden öğretmen seçiminde yapılan hatalardır.

Köy Enstitülerinde yedi yıllık bir eğitimden sonra öğretmenlik yapabilecek bir olgunluğa erişmiş ve meslek için öngörülen formasyonu almış oluyorduk. Öğretmen adaylarını iki aylık bir staj ve uygulamaya tabi tutmak adaylara büyük bir olgunluk ve güven kazandırıyordu.

 

134

Benim de katıldığım bu iki aylık staj ve uygulamalı eğitimle ilgili güzel anılarım oldu.

Staj köyümüz Ankara nın yakınında bulunan Gölbaşı köyü idi. İki ayımız bu köyde geçti. Bu süre içinde zaman zaman çocuklara dersler veriyor zaman zaman da öğretmenlerin derslerine girerek dersleri dinliyorduk. Ayrıca kaldığımız köy evinde de de özel işlerimizi yine kendimiz yapıyor ve köylerde yalnız yaşayabilmenin yollarını da öğreniyorduk. Her gün staj arkadaşlarımızdan birisi evde nöbetçi kalıyor evin temizliği ve yemek işleri ile o ilgileniyordu.

Nöbet sırasının benden olduğu bir gün bizleri denetlemek üzere yanında bir öğretmenle birlikte müdürümüz Kemal Üstün staj yaptığımız okula geldiler. Bu mutat bir teftişti. Staj okulundaki çalışmalarımızdan dolayı herhangi bir eleştiri almamıştık.

Evimizi ve yaptığımız yemekleri de görmek istiyorlardı. O günün nöbetçisi olarak ben arkadaşlara kuru fasulye, pirinç pilavı ve tatlı olarak ta ekmek kadayıfı yapmıştım. Müdürümüzün geleceğini bilseydim daha farklı yemekler yapabilirdim.

O gün öğle yemeğini müdürümüzle birlikte yedik. Yaptığım yemekler çok hoşuna gitmişti. Okula dönüşünde eşi olan öğretmenimiz Zehra hanıma:

135

-Gölbaşında Ziya bir kuru fasulye yemeği yapmıştı. Hayatta o kadar lezzetli kuru fasulye yediğimi hatırlamıyorum. Ziya ya sor onu nasıl yaptıysa sen de öğren,demiş.

Bir gün Zehra hanım derste bana :

-Ziya !.. Staj köyünde yaptığın o kuru fasulyeyi eşim çok beğenmiş ,nasıl yapıldığını bana anlat ta ben de arkadaşların da öğrenelim, demişti.

Bu sözler tabii öğretmenimizin bizi onurlandırmak için söylediği bir espri idi.

Stajla birlikte okulun bizlere verebileceği başka bir şey kalmamıştı. Yedi yıllık bir eğitimin sonunda okul bitmiş ve görev yerlerimizin belirlenmesi durumuna gelmiştik.

Mezuniyetten sonra öğrenciler hangi bölgelerde öğretmenlik yapmak istiyorlarsa buna ilişkin formları doldurup okul idaresine vermeleri gerekiyordu. Bir öğrencinin en fazla üç yer isteme hakkı vardı. İsteklerimiz pek te dikkate alınmıyordu. Ama yinede bu istek formlarını düzenleyip veriyorduk. Bizlerin mezun olduğu yıllarda öğrencilerin çok sevdiği ve saygı duyduğu Mehmet Ali Ceyhan isimli resim öğretmenimiz de ilk öğretim müfettişi olarak Bursa iline atanmıştı. Mehmet Ali Bey okulda iyi tanıdığı beş başarılı öğrenciyi seçerek çalışma bölgesi olan Bursa ya aldırmak istiyordu. Bu beş öğrenci içinde ben de vardım. Seçtiği öğrencileri bir gün yanına çağırarak bu niyetini açıkladı. Ancak bunun başka

136

öğrencilere duyurulmamasını bizlerden özel olarak rica etmişti. Bizler bu teklifi büyük bir sevinçle karşıladık ve istek formlarımıza sadece Bursa ilinin ismini yazarak okul idaresine teslim ettik.

Mehmet Ali Bey Bursa nın bir köy ilk okulunda bizlerle örnek bir çalışma yapmayı düşünüyordu. Sonunda Mehmet Ali Bey bakanlıkla görüşerek beşimizin de atamalarını Bursa ya yaptırmayı başardı. Bursa gibi Türkiye nin güzel iline atanmış olmak bizleri son derece mutlu etmişti. Genelinde yeni mezun olan öğretmen adaylarını hep doğu illerimize gönderiyorlardı. Mezuniyetten hemen sonra Bursa gibi bir ilimizde görev almak büyük bir şanstı.

Okulların açılmasına yakın bir zaman kala göreve başlamak üzere Bursa ya gittiğimizde öğretmenimizin ağır bir trafik kazası geçirerek İtalya ya tedavi için gittiğini öğrendik. Bu bizler için acı bir haberdi. Öğretmenimizin projeleri bizim hayallerimiz yok olmuştu. Bizlere sahip çıkan olmayınca her birimizi Bursa ilçelerinin değişik köylerine atadılar. Benim görev yerim Yenişehir ilçesinin Gökçesu köyü idi. Köyün yerini haritaya bakarak öğrendim. Köy Bursa ile Bilecik arasında sınırda bulunuyor bu köyden sonra Bilecik ilinin köyleri başlıyordu.

Hasanoğlan Öğretmen okulunda seçilen beş öğrenci için verilen özel eğitimin sonucu olarak o yıl Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü matematik bölümünü de kazanmıştım. Gazi Eğitim Enstitüsü ve diğer eğitim enstitüler öğretmen okullarının yüksek kısmı sayılıyordu. Öğretmen okulunu

137

bitiren öğrencilerin yüksek öğrenim yapması için gidebilecekleri başka bir okul yoktu. Ancak devlet lisesi fark sınavlarını vermek suretiyle üniversiteye gitme şansları da olabiliyordu. Fark sınavları vererek lise bitirmek güç bir çalışmayı gerektirdiği için kimse bu yolu denemek istemiyordu.

Yüksek öğretim sınavlarını kazandığım halde okumak yerine ilk okul öğretmeni olarak çalışmayı düşünüyordum. Aslında bu hatalı bir karardı. Yüksek okul sınavını kazanmak bir öğrenci için bulunmaz bir fırsattı. Mehmet Ali bey öğretmenimizin kaza geçirdiğini daha önce öğrenmiş olsaydım bu fırsatı kaçırmazdım. Bu hakkımı kaybettikten sonra kaza haberini aldım. Öğretmenimizin kaza geçirdiğini duyduğumda Gazi Eğitime kayıt yaptırmak için süre dolmuş ve hakkımı yitirmiştim. Artık bu işin geri dönüşü yoktu. Daha sonraki günlerimde bu hatalı kararımdan dolayı kendime çok kızdım. Bir daha böyle bir imkanı yakalayabilecek miydim? Geleceğe ilişkin umutlarım kırılmış gibiydi. Bu durumda köyüme giderek göreve başlamaktan başka bir yolum kalmamıştı.


 


 


 


 


 


 


 


 

138

ÖĞRETMENLİK YILLARIM.

Yıl 1956, mevsim sonbahar. Okulların açılmasına çok az bir zaman kalmıştı. Bir an önce köyüme gidip görevime başlamak istiyordum. İçimde büyük bir heyecan ve kuşku vardı. Köyümü, öğrencileri, köy halkını hayal ediyor yapacaklarımı düşünüyordum. Nihayet hazırlıklarımı tamamlayıp köyüme gitmek üzere Yenişehir ilçesine geldim.

Bursa Anadolu nun en güzel illerinden birisi olduğu için tüm köylerinin de aynı derecede gelişmiş ve güzel olduğunu düşünüyordum. Yenişehir e gelince Gökçesu köyüne nasıl gideceğimi sordum. Köyü bilenler köye motorlu nakil vasıtaların gitmediğini, ancak atla gidebileceğimi söylediler. Bu duyduğum ilk kötü haberdi. Motorlu vasıta gitmeyen bir Bursa köyü düşünemiyordum. Atla gidilen bir köy Anadolu köylerinden farklı olmamalıydı. Daha köyümü görmeden moralim aşırı derecede bozulmuştu.

Köye gitmek için köylülerin sürekli geldikleri ve kaldıkları hanı buldum ve orada köylülerle tanıştım .Çok cana yakın insanlardı. Köylerine öğretmen olarak atanmış olmamdan dolayı büyük sevinç duydular. Köye gitmek üzere atlarından iki tanesini benim için ayırdılar. Atlardan birisine valizlerimi yükledim, birisine de binerek diğer köylülerle birlikte Gökçesu ya gitmek üzere yollara koyulduk

139

Köylüler yolculuğumuzun yaklaşık üç saat kadar sürebileceğini söylediler.

Yolumuz Yenişehir ovasından geçerek dağlara doğru uzanıp gidiyordu. Arazi alışık olduğum İç Anadolu topraklarına benzemiyordu. Dağlar uzaktan daha yeşil görünüyordu. Tarlalardaki geniş yapraklı bitkiler dikkatimi çekti. Ne olduğunu köylülere sorunca tütün olduğunu söylediler. Tütün bitkisini ilk kez görüyordum. Doğa, şimdiye kadar gördüğüm yerlerden çok farklı özellikler gösteriyordu. Her taraf yeşil ve ağaçlarla donatılmıştı. Her tarlanın ve işlenmemiş olan her arazi parçasının ayrı bir rengi vardı. Yeşilin her tonunu yol boyu görmek mümkün oluyordu. Ben yol arkadaşlarımla konuşmak gereğini duymaksızın o yeşillikleri ve manzaraları seyrediyordum. Atlarımız yan yana gitmediği için pek konuşma fırsatımız da olmuyordu. Gördüğüm manzaraların dışında benim için sıkıcı bir yolculuktu. Uzun yıllar art sırtında yolculuk yapmadığım için bir süre sonra atın üstünde yorulduğumu hissettim ve attan inerek yaya yürümeğe başladım. Pirinç bitkisini de ilk kez bu yolculuğum sırasında Yenişehir ovasında gördüm. İç Anadolu boz kırlarının bir çocuğu olarak bu yeşillikleri ve güzellikleri görünce içimde böyle bir yere atanmaktan dolayı kendimi şanslı sayıyordum. Güzellikler bir sinema şeridi gibi devam ediyor ve hiç bitmiyordu. Neredeyse yolculuğumuzun yarıya yakını Yenişehir Ovasını yürüyerek geçti. Yenişehir ovası hemen her türlü tarımın yapıldığı

140

verimli güzel bir ova. Ovayı Yenişehir-Bilecik asfaltı ikiye ayırıyordu. Biz ovanın güney kısmında

ve ovanın içinde akan bir nehri takip ederek gidiyorduk. Yenişehir ovasını terk ederken şimdi dağ köylerinin bulunduğu dağlık alanlar başlamıştı. Her dereyi her tepeyi aştıkça karşımıza daha güzel manzaralar ve köyler çıkıyordu.

Gördüğüm her köyün gideceğim köy olduğunu düşünüyor ve geldiğimizi zannederek seviniyordum. Nice köyler ve dereler geçtikten sonra yüksek bir yamacı tırmanmağa başlamıştık.

Köylüler:

-A öğretmen köye yaklaştık. Tepeyi çıkınca köyü göreceksiniz, dediler. Öğretmen diye hitap ederken kelimenin başına bir “A” harfi ekleyerek konuşuyorlardı. Köylülerin şivesi bildiğim Anadolu şivelerine benzemiyordu.

Yamaç biraz dik olduğu için atlarımız yorulmasın diyerek atlardan indik ve tepeyi yürüyerek çıkmağa başladık. Uzun bir tırmanış değildi. On beş dakika sonra tepeye çıktığımızda uzaktan köyün minaresi birkaç ev ve ağaçlık bir alan göründü. Köyün uzaktan görünüşü hayli romantikti. Ormanların göbeğinde bir dağ köyü... Üç saat süren at sırtındaki yolculuğumuzdan sonra nihayet akşam üzeri köyümüze ulaşabildik.

 

Köye girdiğimizde yarı karanlık basmıştı. Köy evlerini tam ve net olarak göremiyordum. Yolculuk arkadaşlarım bir takım karanlık

141

sokaklardan geçerek beni muhtarın evine götürdüler.

Muhtarın evi biraz köyün dışında iki katlı ahşap bir evdi. Beni evin önünde muhtar karşıladı. Kısa bir hoş geldin merasiminden sonra evin ikinci katına çıktık. Çıkış merdivenleri ahşaptı ve tahtaları da çürümeğe başlamıştı. Tüm aile evin bu katında oturuyordu.

Köyde elektrik olmadığı için her taraf karanlıktı. Ev ise petrol lambası ile aydınlatılıyordu. O gece muhtara konuk oldum. Muhtarımız efendi cana yakın bir insandı. Konuşmasından yumuşak huylu ve babacan olduğu anlaşılıyordu. İri ve güçlü bir yapısı vardı. Konuşurken hep gülümsüyordu. Bu sıcak ve candan tavrı karşısında hemen kendisine ısınıverdim.

Evin içinde yaşlı bir bey ve yaşlı bir de nine vardı. Bunlar da muhtarın babası ve annesiydi. İkisi de yanımıza geldi ve bana hoş geldin ettiler. Baba pek muhtara benzemiyordu. Daha sinirli ve otoriter birisi gibi görünüyordu. Kısa bir tanışmadan sonra yanımızda fazla oturmayıp kendi odasına gitti.

Muhtarın annesi hepsinden daha farklı cana yakın birisiydi. Beni bir torunu ve evladı gibi karşıladı. Sevdiğini davranışları ve konuşması ile belli ediyordu. Beni çok önceden tanıyormuş gibi bir yaklaşım içindeydi. Nine bana aşırı derecede yakın davranıyor ve hep bir şeyler ikram etmeğe çalışıyordu. Akşam yemeğini birlikte yedik.

 

142

Ailenin tümü cana yakın son derece misafirperver insanlardı. Hep bana bir şeyler ikram etmek istiyorlardı. Ama çevreye ve insanlara yabancı olduğum için ben çok rahat değildim. O akşam ailenin diğer bireyleri ile tanışma fırsatımız olmadı. Gördüklerimin hepsi beni çok dostça ve sıcak bir sevgi ile karşıladılar. Geç vakte kadar muhtarla oturduk ve sohbet ettik. Muhtar köy ve okul hakkında bana biraz bilgiler verdikten sonra erken yattık.

O geceyi heyecandan uyuyamadan geçirdim. Sabah olur olmaz da hemen okula gittim Okulda beni öğretmen Arif Bey karşıladı. Son derece cana yakın bir karşılama oldu. Neşeli ve esprili bir arkadaştı. Kıpkırmızı yanakları ile çok sağlıklı görünüyordu. Kısa bir anda bir birimizle kaynaşıverdik. Yalnızlıktan kurtulduğu için gelmemden son derece mutlu oldu. Sevincini esprileri ve neşeli tavrı ile açıkça belli ediyordu. Aynı köylü olup beş yıl kadar önce köye gelmiş ve okulda tek öğretmen olarak çalışıyordu. Beş sınıflı bir okulun tek öğretmeniydi. Bundan böyle birlikte çalışacaktık.

Arif Bey aynı köylü olduğu için köylülerle bir sorunu yoktu. Köyü ve köylüleri iyi tanımıştı. Köylülerle kaynaşmamda ve onlarla tanışmamda bana da çok yardımları oldu. Kısa sürede aramızda iyi bir dostluk ve arkadaşlık oluştu.

.Bana okutacağım sınıfları gösterdi. Geleceğimi bildiği için birinci ve ikinci sınıfları bana ayırmış diğer sınıfları da kendisi almıştı. Okul iki derslikli olduğu için birinci ve ikinci sınıflar bir

143

derslikte diğer öğrencilerde ayrı bir derslikte öğretim yapıyorlardı.

Okul genişçe bir bahçenin içinde kerpiçten yapılmış tavanları ahşapla kaplı eski bir binaydı. Bahçesinin içinde bir de öğretmen lojmanı bulunuyordu. Tek lojman olduğu için benim köy içinde kiralayacağım bir evde oturmam gerekiyordu.

Köyü düşündüğüm kadar güzel bulmadım. Bursa köylerini Bursa gibi yeşil ve çok gelişmiş olarak düşünüyordum. İç Anadolu köylerinden pek farkı yoktu. Son derece eski ve bakımsız evlerdi. Köyde temiz ve badanalı bir ev göremedim. Köydeki tüm evler iki kat olarak yapılmış olup alt katlarını kiler,depo ve ahır gibi amaçlar için kullanıyorlar, üst katlarda ise kendileri oturuyorlardı. Evlerin yapısından köy halkının fakir olduğunu anlamak mümkün oluyordu. Güzel denebilecek hiçbir ev yoktu. Sokakları son derece kirli ve bakımsızdı. Yağmurlu bir zamanda köyün içinde gezmek oldukça güç oluyordu. Evlerinin İç Anadolu evlerinden tek farkı çatılı olmalarıydı. Binaların dışları çamurla sıvanmış olup boya ve badana pek yoktu.

Köy aşağı ve yukarı mahalle olmak üzere iki mahalleden oluşuyordu. Her mahallenin birer camisi birer tana de köy kahvesi vardı. İki mahallenin tam orta yerinde de bir köy hamamı bulunuyordu. Köyün en güzel yönü de günün her saati açık olan ve sıcak suyu bulunan bir hamama sahip olmasıydı. Öğleye kadar erkekler öğleden

144

sonra ise kadınlar hamamı kullanıyorlardı. Benim gibi yabancı birisi için oldukça iyi bir imkandı.

Burası bir orman köyü olduğu için yakıt sıkıntıları yoktu. Her köylü birer araba odun getiriyor bu odunlar bir yıl süre ile hamamın ihtiyacını karşılıyordu. Yıkanmak için kimse bir ücret ödemiyordu. Bina hamam tekniğine uygun olarak yapıldığı için sıcak ve kullanışlıydı. Hamama gittiğimde köylüler bana çok ilgi gösterir ve beni keselemek için bir birleri ile yarışırlardı.

Köy bir dağ köyü idi ve yemyeşil bir görünüme sahipti. Yüksek bir tepenin üzerine kurulduğu için uzaklardan Yenişehir ovası ve komşu köylerin çoğu görünürdü. Arazinin büyük bir kısmını dağlar kapladığı için ekim alanları dardı. Dağları meşe tipi ormanlarla kaplı olup köyün yakın çevresinde meyve ağaçları yer alıyordu. Köy yöresindeki ormanın tamamı da köylüler arasında bölüşülmüştü. Her köylü koru olarak tabir ettikleri belirli bir bölümün sahibiydi. Herkes kendisine ait ormanın belirli bir bölümünü keser ve yıllık odun ihtiyacını bu şekilde karşılardı.

Köylüler kestikleri odunları yalnızca kendi

ihtiyaçları için kullanmak durumundaydılar. Başkalarına odun satışı yasaklanmıştı. Herkes kendi korusunun her yıl küçük bir bölümünü keser diğer kısımları büyümeğe terk ederlerdi. Bu şekilde orman sekiz on yılda bir yenilenmiş oluyordu.

Ormanın dışında kalan boş alanlar ise köylülerin ekip biçtikleri tarlalardı. Ormanın ve

145

tarlanın dışında öyle çıplak boş alanlar yoktu. Herkesin kırk elli dönüm kadar bir tarlası oluyor bu tarlaları da genellikle tütün ekimi için kullanıyorlardı. Köyün tek geliri tütüncülüktü. Sebze ve meyve sadece kendilerine yetecek kadar ekilir onların ticareti ile uğraşmazlardı. Tütün tarımı onları yeteri kadar oyalayabiliyordu.

Tütün yetiştiriciliği uzun ve yorucu bir çalışmayı gerektiren işti. İlk baharda tütün fidelerinin dikimi ile işe başlanır bütün bir kış ta kurutulup yaprak haline getirilmiş olan tütünlerin balya işlemleri yapılırdı. Kazandıkları para emeklerinin karşılığı değildi. Ama başka yapacakları bir iş olmayınca zorunlu olarak bu işe bağlı kalıyorlardı.

Köyde herkesin ekonomik durumu bir birine yakındı. Köyde zengin bir kimse olmadığı için o yıllarda köye henüz traktör ve diğer ziraat makineleri girmemişti. Benim öğretmen olarak çalıştığım bu yıllarda memlekette bizim traktörümüz vardı. Köylerimizin çoğuna az da olsa traktör girmişti. Gökçesu köyü bu yönü ile bizim köylerimizden geriydi. Hala karasabanla çiftçilik yapıyorlardı.

Köyün ilkokulu tek öğretmenli düşünüldüğü için öğretmen lojmanı da tekti. İkinci öğretmenin köy içinde bulacağı bir evde kalması gerekiyordu. Bu konuda benim fazla çaba sarfetmeme gerek kalmadan hemen bir ev bulundu. Haşim Hasan dedikleri bir köylünün ikinci katta tek bir odadan ibaret evini aylık on lira bedelle kiraladım. Yemeklerimi yapmak ve evimin temizlik işlerine

146

bakmak içinde Vesile isimli yaşlı bir kadın buldular bana. Ona da ayda on iki lira ücret ödeyecektim. Aldığım toplam maaşımda yüz kırk yedi lira idi. Bu tür giderlerimden sonra bana ayda yüz yirmi beş lira kalıyordu. Köyde para harcayacak bir yer olmadığından aldığım para bana yetebiliyordu.

Köy bir orman köyü olduğu için yakacak konusunda bir sıkıntımız yoktu. Velilerin okul için getirdikleri odunlar hem okula hem de öğretmenlere yetiyordu. Diğer ihtiyaçlarımı ise köyde bulunan bir bakkaldan karşılıyordum. Bakkalda da öyle aradığımız her şeyi bulmak mümkün olmadığı için sıkıntımız oluyordu. Et ve peynir gibi ihtiyaçlarımı şehirden karşılamak zorundaydım. Şehre de ayda bir kez maaşımı almak için giderdim. Vesile annemiz mevcut imkanlarımız karşısında bana yemekler yapar ve beni aç bırakmazdı. Bazen de samimi olduğum köylüler bana ara sıra yöresel yemeklerinden gönderiyorlardı.

Köyün en önemli yemeği yufka böreği idi. Köye yabancı bir konuk geldiği zaman bu yemekten mutlaka ikram edilirdi. Büyükçe bir tepsi içinde yapılan böreğin üzerine bir de kızarmış tavuk koyarlardı. Başka çok çeşitli yemekleri yoktu. Düğün ve mevlitlerde de lokum dedikleri poğaçaya benzer bir de ekmek yaparlardı. Köyde sık sık tekrarlanan mevlitlerde gelenlere bu lokum ile birlikte pekmez ikram edilirdi. Lokum dedikleri bu küçük ekmeklerinin içinde dövülmüş


 

147

haşhaş ve zeytinyağı olduğu için normal ekmekten farklı idi.

Ben de köylü çocuğu olduğum için köye ve köylülere alışmakta bir güçlük çekmedim. Çocukluk yıllarımdaki yaşantım köylülerin yaşantısına çok benziyordu. Bu nedenle kısa sürede okula,öğrencilere ve köylülere alışıverdim. Yaşam koşulları da bunu gerektiriyordu. İstesem de onlardan çok farklı yaşayamazdım. İyi yaşamak biraz da olanaklara bağlıdır. Şehir merkezlerine uzak ,olanakları sınırlı olan böyle bir köyde herkesin yaşam biçimi bir birine benziyordu.

Okulda öğrencilerle olduğum saatlerde bir sıkıntım olmazdı. Çocukların olduğu her ortamda zevk aldığım için okul benim için en güzel yerdi. Okulun paydos olmasından sonra gideceğimiz tek yer köy kahvehaneleri oluyordu. Köy iki mahalleden oluştuğu için iki ayrı kahvehane vardı. Okul aşağı mahallede yer aldığı için genellikle o mahallenin kahvehanesine giderdik. Aslında kahvehane ortamı sevmediğim bir ortamdı. Ama köylülerle haşır neşir olmak için de olsa bu ortama da girmek gerekiyordu.

Akşam okul kapandıktan sonra köy kahvehanesine gidiyor köylülerle biraz sohbet ettikten sonra evime çekiliyordum. Köylülerden farklı bir yaşamım yoktu. Başka imkanların olmadığı yerde insan bulunduğu ortama uymak zorunda kalıyor.

Köyün en kültürlü adamı Değirmenci İsmail Amca dedikleri yaşlı bir kimseydi. Değirmencilik

148

yapar ve günlerinin büyük bir bölümünü bu küçücük değirmende geçirirdi. Köy toplumundan kopuk bir insandı. Daha önce birtakım acı olaylar yaşadığı için adeta insanlardan kopmuş değirmen onun için bir sığınak yeri olmuştu. İzbe küçücük bir odanın içinde bir yandan değirmeninin çalıştır diğer boş zamanlarında okur ve bol bol rakı içerdi. Köyün en kültürlü insanıydı. Köylüler kültüründen dolayı ona saygı duyar ancak her nedense onu pek sevmezlerdi. Köylülerle arasında sürekli bir kopukluk ve çekingenlik görürdüm. Ne zaman kahvehaneye gelse masasında yalnız oturur ve çayını içtikten sonra fazla beklemeden giderdi. Aynı köylü olmasına rağmen köyde bir yabancı gibiydi. Yaşantısı Yakup Kadri Karaosmanoğlu nun “ Yaban” isimli romanındaki kahramanın yaşantısına benziyordu. Zaman zaman bana köylüler hakkındaki şikayet ve eleştirilerini anlatırdı. Bir defasında değirmeninde ocak başında otururken baca damından ona bir el bombası atmışlar. Bomba yanmakta olan ateşin içine düşmüş. O anda soğukkanlılıkla bomba patlamadan ateşinden içinden çıkarıp eline almış ve dışarı fırlatarak ölüm tehlikesinden kurtulmuş. Bunu bana anlatırken o ilk heyecanı aynen yaşar bundan dolayı da köylüleri sorumlu tutardı. Sanırım köylülerle arasındaki kırgınlığın en büyük nedeni buydu.

Köyde Değirmenci İsmail Amcadan daha yaşlı bir de Kamil amcamız vardı. Bu ikisi bir birine zıt insanlardı. İsmail Amca pozitif düşünen cumhuriyete ve devrimlere sahip çıkan aydın birisiydi. Kamil Amca cumhuriyet düşmanı, hilafet

149

yanlısı gerici bir kimseydi. Başlangıçta ilişkilerimiz hiç iyi gitmedi. Bir defasında yüzüme karşı:

-Devletten şikayetçiyim!..Uzun yıllar köyümüze şöyle aklı başında sohbet edebileceğimiz iyi bir öğretmen gelmedi. Öğretmen diye cahil çoluk çocuklar geliyor ve çocuklarımıza bir şeyler öğretmeden çekip gidiyorlar. Dedi.

Bu sözler beni küçük düşüren sözlerdi. Bilmeden mi bilerek mi bunları söyledi bilemiyorum. Bu eleştiriden aşırı derecede alındım. Ben de kendisine :

-Öyle aklı başında yaşlı başlı öğretmenlerin burada işi ne!.. Sizin gibi gerici ve cumhuriyet düşmanı insanlara , cahil olarak nitelendirdiğiniz bizim gibi gençler katlanır, dedim. Benim söylediğim bu cümleler hoşuna gitmedi ve bana:

-Öğretmenler hakkındaki değerlendirmelerimi yanlış algıladınız. Eleştirilerim size yönelik değil di,dediyse de bu olaydan dolayı uzun süre bir birimizle konuşmadık.

Aradan üç –dört ay kadar bir zaman geçmişti ki bir akşam eşini de alarak evime geldiler. Bana köyün o meşhur yemeği yufka böreği ile bir de kızarmış tavuk getirdiler. O gün ki söylediği sözlerden dolayı özür diledi ve barıştık. Ondan sonra da aramızda bir kırgınlık yaşanmadı.

Yine köy halkından Hasan Ağabey,Emin Amca,Muzaffer Ağabey diye hitap ettiğim çok değerli köylüler vardı. Her konuda bana yardımcı oluyor ve beni yalnız bırakmıyorlardı. Bunlardan

150

Hasan Ağabey ve Muzaffer Ağabey yıllar sonra Gürün Lisesinde öğretmenlik yaptığım yıllarda beni ziyarete geldiler ve vefalı olduklarını bu davranışları ile de kanıtladılar.

Köydeki en büyük dostlarımdan birisi de köyün imamıydı. İsmi Şerafettin di ve benim yaşlarımdaydı. Genç ve sevecen bu insan köydeki en büyük desteğimdi. Beni pek yalnız bırakmazdı. Çoğu akşamları kahvelere gitmek yerine benim evde oturur sohbet ederdik. Son derece güzel bir sese sahipti. Akşamları bana sanat müziğinden güzel parçalar okur geç vakitlere kadar otururduk. Şarkıları usta bir sanatçıdan daha güzel ve makamlarına uygun olarak okurdu. Ses olarak hayatta en beğendiğim seslerden biriydi. Şarkılarından aldığım hazzı hiçbir sanatçının şarkılarından alamadım. Bugün bile hala o sesin özlemini duyar ve o gün ki hazzı yaşarım. Köylülerde imamlarını sesinin güzel olmasından dolayı onu severlerdi Gecenin karanlığında yatsı ezanını okurken o sesten ayrı bir haz duyardım. Aslında ezana ilgi duyan birisi değilim. Bana ezanı Şerafettin in o güzel sesi sevdirmişti. İmamımızın sesinin güzel olması nedeniyle bazı akşamları mevlit dinlemeğe gider, haz duyduğum için sonuna kadar beklerdim. İmamımızın öyle bağnaz bir yapısı yoktu. Aydın ve çağdaş bir imamdı. Özel yaşamını görevinden ayrı tutardı. Camiden çıktığı zaman bir din adamlığı kisvesini bir yana bırakır yerine göre eğlenir ve eğlendirirdi. Köylülere sezdirmeden içki içtiği de olurdu. İmamın içki içtiğini değirmenci


 

151

Hasan Ağabey,Öğretmen arkadaşım Arif Bey ve ben bilirdik. İmam içkili olduğu zaman ezanı daha yanık sesle okur ve ezan bir sela şekline dönüşürdü.

İmamın da benim gibi kahve hayatı olmadığı için sık sık buluşurduk. O da benim gibi bekar ve yalnızdı. Genellikle akşam ezanından sonra gelir ve yatsı ezanı saatine kadar birlikte olurduk. Öyle kültürlü birisi değildi. İlkokulu bitirdikten sonra hafız kursuna gitmiş ve kurs bitiminde de köyümüze imam olarak atanmıştı. Din adamıydı ama bağnaz ve gerici değildi. Güler yüzlü, hoş sohbet ve yeniliklere açık bir insandı. Bildiğimiz imam tipi yoktu. Sakal bırakmaz günlük tıraş olur ve giyimine özen gösterirdi. Köylüler de imamlarından memnundular.

Köyümüzde ikinci bir değirmenci daha vardı. Buna köylüler katırcı Hasan derlerdi. Bizim ise Hasan Ağabeyimizdi. Onun değirmeni de köyün bitiminde ağaçların arasına gizlenmiş eski bir binaydı. Anadolu da bildiğimiz su ile çalışan değirmenlere benziyordu. Değirmende dönen iki taş vardı. Birinde un diğerinde bulgur yapılıyordu. Hasan ağabey gününün büyük bir bölümünü bu gürültülü ve tozlu değirmende geçirirdi. Ne zaman yanına gitsek bizleri hep yüzü gözü unlu haliyle karşılardı. Bu hali bana daha sevimli ve daha candan görünürdü. Genellikle Cumartesi ve Pazar günleri ziyaretine giderdim. O da hep yalnız olduğu için ziyaretlerimden dolayı çok mutlu olurdu. Yanında çayı,rakısı ve kaçak tütünü hiç eksik olmazdı. Çaydanlığını da şömine tipindeki


 

152

ocağın üzerinde tutar ve günün her saatinde çayı hazır beklerdi. Yanına gittiğimde o güzel çayından içmeden kalkamazdım. Rakı da ikram etmek isterdi ama içmediğim için ısrar etmezdi.

Hasan Ağabey benim için iyi bir dosttu. İmam Şerafettin de zaman zaman bizlere katılır üçlü bir gurup olurduk. Gençlerin ruh hallerini iyi bilen birisi olduğu için hep hoşumuza giden şeyler anlatır ve bizleri rahatlatırdı.

Bir gün imamımız Şerafettin köydeki bir düğüne gitmiş. Hasan Ağabey de o düğündeymiş. Köy düğünlerinde çok içki içilirdi. İçkisiz geçen bir düğün hatırlamıyorum. Her düğünde mutlaka bir içkili yer sofrası kurulur ve içki içenler bu sofrada diledikleri kadar içki içer geç vakitlere kadar eğlenirlerdi. Bazen ben de Şerafettin de bu sofralara oturur içki içmeden sohbetlere katılırdık. Aslında Şerafettin içkiyi seven birisiydi. Konumu gereği böyle açık ortamlarda içemiyordu. Hasan Ağabeyimiz ona da bir çözüm bulmuştu. Şerafettin içki içmek istediğinde su isterdi. Bu bir parolaydı. Hasan Ağabey hemen odadan çıkar ve Şerafettin in su bardağını rakı ile doldurduktan sonra servis yapanlardan birisi ile gönderirdi. Şerafettin su içiyormuş gibi gelen su bardaklarını tepesine diker ve masada oturanlardan hiç birisi bunun farkına varmazlardı. Masadan kalkan Şerafettin doğrucu ezan okumak için camiye gider , o dumanlı kafa ile yanık yanık ezan okurdu.

153

Bazan da Hasan Ağabeyimiz kimseye çaktırmadan Şerafettin in ceplerine bir küçük şişe rakı koyar Şerafettin bu işe evinde devam ederdi.

Yine köy düğünlerinin birinde Hasan Ağabey aynı şekilde Şerafettin in cebine küçük bir şişe rakı koymuş ve kendisine de bildirmiş. Şerafettin geç vakitlere kadar oturduktan sonra yatsı namazını kıldırmak üzere düğün evinden ayrılmış. Bu arada cebinde rakı şişesi olduğunu unutarak o şekilde namaza durmuş. Rükua kapandığı sırada cebindeki rakı şişesi birden önüne yuvarlanınca kısa süreli bir şaşkınlık dönemi geçirmiş. ve rakı şişesinin üzerine kapanarak kimseye göstermeden şişeyi yine cebine koymayı başarmış. Namazdan sonra büyük bir telaş ve heyecanla benim eve geldi. Durmadan gülüyor ve gülmekten bir türlü olayı anlatamıyordu. Sonunda -Öğretmen..! Öğretmen !.. Başıma ne haller geldi!.. Az daha köylüye rezil oluyordum. Şunu görüyor musun namazda önüme yuvarlandı ,dedi ve rakı şişesini benim masanın üzerine bıraktı. Ben hala anlatılanlara bir anlam veremiyordum. Rakı şişesinin camide ne işi var diye düşünüp duruyordum. Neden sonra Şerafettin hikayeyi yeni baştan bana anlatınca olay aydınlanıverdi. O gecenin şerefine rakı şişesini açarak Şerafettin e ben de eşlik ettim .Şerafettin i zora sokan suç aleti bu şekilde ikimizin çabası ile yok edilmiş oldu. Şerafettin le dostluğumuz bir yıl kadar devam ettikten sonra O evlenerek başka bir köye nakledince bir daha da kendisi ile görüşmem mümkün olamadı.

154

Birinci yılın sonunda köye ve köylülere artık iyice alışmıştım. Onlar da beni tanıdıktan sonra ilk günlerin sıkıcı havası yok oldu. Kendimi köyden birisi gibi görmeğe başladım. Zaman zaman ailecek beni ziyarete gelen köylüler de oluyordu. Bazı günler de değirmenci Hasan Ağabey le ava çıkıyor ve çulluk avlıyorduk. Yalnız da olsam benim için yine en rahat yerim evimdi. Günlük okul çalışmalarımın bitiminden sonra bazı günler köy kahvesine uğruyor bir çay içtikten sonra evime çekiliyordum.

Köyde lokanta ve yemek yiyecek bir yer olmadığı için yemeklerimi evimde Vesile Anne yapıyordu. Bana yardım eden bu yaşlı kadın artık benim annem olmuştu. Ona hep “Vesile Anne “ diye hitap ediyordum. O da bu davranışımdan son derece mutlu oluyordu. Çok erken yaşlarda kocasını kaybetmiş ve kızları da evlenip gidince yapa yalnız kalmıştı. İkimiz bir anne ve oğul gibiydik. Beni bir oğlu gibi görüyor ve seviyordu. Değirmenci Hasan Ağabeyinin de halasıydı. Benim günlük gazetem Vesile annem di. Her gün köyde olup bitenleri gelir bana anlatır ve köyün güzel kızları hakkında bana bilgiler getirirdi. Beni o kadar çok benimsemişti ki köyün kızlarından birisi ile beni evlendirip köye yerleşmemi istiyordu.

Öğretmenliği çok sevmiştim. Pazar ve cumartesi günlerim bile okulda geçiyordu. Dershaneyi çocuklarını ilgisini çekecek bir hale getirmek için önce bir zaman şeridi yaptım; sonra da değişik resim ve tablolarla sınıfın her tarafını süsledim Bu konudaki el becerilerim oldukça iyi

155

idi. Ders aralarında ve ders bitimlerinde çocuklara okul şarkıları ve rontlar öğretiyor bir yandan da diğer öğretmen arkadaşımla birlikte yaklaşmakta olan Cumhuriyet Bayramına hazırlıklar yapıyorduk.

Bu yıl niyetimiz farklı bir Cumhuriyet Bayramı kutlamaktı. Ben okutmakta olduğum birinci ve ikinci sınıf öğrencileri ile kendime göre bir hazırlık yaptım. Diğer öğretmen arkadaşım Arif beyin de hazırlıkları vardı.

Bu bayramda önce kız öğrencilerin giysilerini değiştirmeyi düşündük. Kızlar şalvar giyiyor ve okuldan çıkınca da başlarını örtüyorlardı. Yetişkin kadınların üzerinde ise pardösüye benzer ferace olarak adlandırdıkları siyah bezden yapılmış bir giysileri oluyordu. Kadınlar bu feracelerini başlarında hiç eksik etmezlerdi. Tarlada çalışırken de,düğünde eğlenirken de bu feraceleri başlarında dururdu. Kolları da olan bu feracelerini giymez başlarına asarak gezerlerdi. Öyle soğuktan ve sıcaktan koruyucu bir özelliği de yoktu. Gelenekleşmiş yöresel bir giysi idi.

O yıl muhtarın annesi Hanım Ninenin de katkıları ile kız çocuklarına bayramda giymeleri için birer entari yaptırdık. Hanım Nine Çerkez olduğu için böyle şeylere eli yatkındı. Köyde dikiş bilen diğer hanımların da bu konuda yardımları oldu. Kumaş bulamayanlara ise grapon kağıdından elbiseler dikildi. Köyün tarihinde ilk kez Müzikli, marşlı ve oyunlu bir cumhuriyet bayramı kutlanıyordu. Büyük bir coşku içinde geçen bayramımız köylülerce çok beğenildi. Bu

156

bayramda küçük köy kızlarının giydiği elbiseler bir model oldu ondan sonra tüm genç kızlar şalvarlarını çıkararak entari giymeğe başladılar. Cumhuriyet Bayramı kutlamamız köyde bir kıyafet devrimi yarattı ,genç kızlarımız ferace ve şalvardan bu bayramla kurtulmuş oldular.

Aynı gün okulda köy kadınlarına bir özel eğlence programı sunduk. Arif öğretmenin mandolinle benim de kemanla eşlik ettiğimiz bu konserimizde çocuklar öğrettiğimiz şarkılar ve türkülerle kadınlara güzel bir gün yaşattı. Düğünlerin dışında başka eğlence bilmeyen köy kadınları programımızdan çok etkilendiler.

O yılın moda türkülerinden birisi de “Pazarcılar Gelir Pazardan Düzden” diye başlayan bir halk türküsü idi. Bu türküyü çocuklara ben öğretmiştim. Türküde Emine isimli bir kıza aşık olan gencin öyküsü anlatılıyordu. Köyün güzel kızları arasında da Emine isimli bir kız varmış. Köyün bu güzel kızı türküyü kendisi için bestelediğimi zannetmiş ve bana aşık olmuştu. Konserimizden sonra bu kızdan bana aşk mesajları gelmeğe başladı. Mesajlara aracılık eden de değirmenci Hasan Ağabeyimizdi. Kızı ne gördüm ne de tanıyordum. Köydeki ilk aşkım bu şekilde ortaya çıkmıştı. Köyün kızları için köyde en popüler aday ben idim. Bir köylü kızı için öğretmenden daha iyi aday olamazdı. Köydeki kızların hepsini gıyaben de olsa Vesile Anne yardımı ile tanımıştım. Vesile annemiz Emine için pek iyi referanslar vermiyordu. Onun aklında aday olarak başka kızlar geçiyordu.

157

Günler sonra Emine daha cesaretli adımlar atmağa başladı. Evleri de Hasan Ağabeyinin değirmeninin çok yakındı. Hasan Ağabeyinin değirmenine giderken bu kızın evinin önünden geçiyordum. Emine bir gün değirmende buluşmamız için Hasan Ağabeyle bana haber göndermişti. Dedikodular beni rahatsız eder korkusu ile böyle bir macerayı göze alamadım. Bu nedenle davet pek ilgimi çekmedi. Buluşmamız için Hasan Ağabey de ısrar etmesine rağmen kabul etmedim. Kabul etsem olayı kısa sürede tüm köylü duyacak ve rahatım bozulacaktı. Olaya bu kadar uzak durmama karşı Emine nin bana olan aşkı büyüdü ve sonra tüm köylülerin diline düştü. Herkes Emine yi kınadı, benim için hiç kimse olumsuz bir şey söylemedi.

Günün birinde evimde yalnız otururken köyden bir kışı geldi yanıma. İsmi de Halil di. Oturduk ve bir süre sohbet ettik . Sonunda konuğum ziyaretinin gerçek nedenini açıkladı:

-Öğretmen ben Emine nın dayısıyım. Kızımız seni seviyor ve seninle evlenmek istiyor. Kara sevdaya tutuldu şu an hasta döşeğinde yatıyor ve hep senin ismini sayıklıyor. Yeğenim olduğu için söylemiyorum; Emine köyümüzün en güzel kızı... Size iyi bir eş olur ,evlenir köyümüze yerleşirsiniz. Tüm köylü seni seviyoruz ve köyümüzden ayrılmanı da istemiyoruz. Ayağınıza gelmiş güzel bir kısmet... Buna bir çözüm bulmalısın, en kısa sürede cevaplarını bekliyoruz, diyerek bana resmen dünür oldu.

 

1 58

Bu tür dünürlük alışık olmadığım bir dünürlüktü. Bizim memleketimizde erkekler kıza dünür olur burada ise kızlar erkeklere dünür oluyorlardı. Ben de içimden herhalde yöre gelenekleri böyle imiş diyerek Halil efendi ile olan sohbetimizi uzattım.

Birden bire olumsuz bir yanıt vermek te kırıcı olabilirdi. Böyle şeylerin biraz zamana bırakılmasının daha iyi olacağını düşünüyordum. Konuğuma dönerek:

-Halil Efendi ben köyünüze yeni geldim henüz kimseyi ve bu arada yeğeniniz Emine yi ne gördüm ne de tanırım. Çok güzel bir kız olduğunu kabul ediyor ve inanıyorum. Söylediklerinizin hepsi doğrudur. Ancak ben köyünüzde yeni sayılırım henüz kimseyi daha tam olarak tanıyamadım. Benim de kendime göre bazı ideallerim var. Hep köy öğretmeni olarak kalmayı düşünmüyor,yüksek öğrenim yapmak istiyorum. Bu bir kısmet meselesidir. Kısmetimizde varsa ilerde de olabilir. Şimdilik kızınız benim için öyle ciddi konuları düşünmez ise daha çok sevinirim, diyerek konuğumu uğurladım.

Köyde Emine hikayesi aylarca devam etti. Bir ara evime gelip oturmak istediğini duydum. Bu haber beni biraz telaşlandırdı. Böyle bir durumda köye ve köylüye karşı rezil olabilirdim. Buna meydan vermemek için akşamları evimi ta avlu kapısından itibaren kilitliyordum. Olay köylü için de iyi bir haberdi. Herkes beni ve Emine yi konuşuyor kendilerince yorumlar yaparak bu büyük aşkı daha da büyütüyorlardı.

 

159

Düğünlerde bayramlarda herkesin gözü benimle Emine nin üzerindeydi. Biri birimize bakıp bakmadığımızı kontrol ediyorlardı. Emine bana göre daha cesurdu. Birlikte olduğumuz mekanlarda O toplumun tepkisini dikkate almaksızın daha rahat hareket ediyor ve uzaktan bana olan aşkını anlatmağa çalışıyordu. Emine ile yüz yüze gelmemek için adeta kaçıyordum. Bu karşılıksız aşk maceramız uzun süre devam edip gitti. Daha sonraki günlerde Emine ye başka bir köyden bir imam talip oldu. Benden umudunu kesen emine o imamla evlenerek köyümüzden ayrıldı.


 

Evlilik düşünmediğim bir konu idi. Sonra köyde yalnız kalmaktan da şikayetçi değildim. Öğrenciler ve okul meşgul olmam için bana yetiyordu. Birinci sınıfı okuttuğum için biraz zorlanıyordum. Birinci karnenin sonuna gelmiş olmamıza rağmen hala okumayı yazmayı öğrenemeyen öğrencilerim vardı. Boş zamanlarımda onları yetiştirmeğe çalışıyordum.

İkinci yarı yılın ortalarına geldiğimiz bir gündü, okulumuza müfettiş geldi. Okulun öğretmen odasında müfettişimizle tanıştık. Kırk-kırk beş yaşlarında ,saçları hafif kırarmış uzunca boylu, sakin görünümlü biriydi. Müfettişle konuşurken teneffüs saatinin bitim zili çalmıştı. Müfettişten izin isteyerek derslere devam etmek üzere sınıfa girdim. Müfettişin teftiş için önce hangimizin dersine gireceğini bilmiyorduk. Ders arası dinlenmede de bu konuda bize bir açıklama yapmamıştı.

160

Derse girdikten kısa bir süre sonra müfettiş teftişe benim sınıflarda başladı. Meslek yaşamımda İlk teftişim olduğu için büyük bir heyecan içindeydim. Sınıfa girer girmez dersi dinlemek yerine direk öğrencilere sorular sormağa başladı. Ben sınıfın arka sıralarına geçerek boş bir sıraya oturdum, müfettişi izliyordum.

Müfettiş sınıfın tümüne yönelik sorular sormak yerine birinci sınıf öğrencilerinden bir kızı kum masasına çağırdı. Çağırdığı kız da aşırı hareketli ,ancak başarısız bir öğrenciydi. Oturduğu yerde oturamaz, hiperaktif bir yapısı vardı. Köy kahvecisi Emin Amcanın kızıydı. Müfettiş teftiş için sınıfın en başarısız ve en yaramaz öğrencisini seçmişti.

Ona, kum masasında köyünün ve şehrin yerlerini çizerek göstermesini söyledi. Öğrencimiz soru karşısında kum masasına iki ayrı daire çizdi ve iki daireyi bir çizgi ile birleştirdi. Dairelerden birisinin köyünün, birisinin şehri ve çizginin de şehirle köy arasındaki yolu gösterdiğini açıkladı.

Verilen yanıt benim açımdan güzeldi. Aslında öğrenciden böyle bir yanıt beklemiyor ve bocalayacağını sanıyordum.

Müfettiş verilen yanıtı beğenmedi. Bana dönerek:

-Hocam çocuklara köyünüzün yeri ve konumu konusunda yeteri bilgi vermemişsiniz. Çocuklar önce yakın çevresini öğrenmeli daha sonra uzak çevreleri tanımalıdır. Çocuk köy ile şehir arasındaki dağları kum yığarak, dereleri ise

161

kumları oyarak göstermesi gerekirdi , diyerek tüm sınıfın başarısız olduğunu ifade etmek istedi.

Aslında haksız bir eleştiri idi. Tek bir öğrencinin verdiği bilgilerle tüm sınıfın başarısız olduğunu kabul etmek yanlıştı.

Ben :

-Hocam soru sorduğunuz çocuk ilk okul birinci sınıf çocuğudur. Köy ile şehir arasındaki dağları ve vadileri öğretmen olarak ben bile bilmiyorum. Çocuk yönlere göre şehri ve köyü gösterdi. Bu harita bilgisini gerektiren bir konudur. Sorunuz sınıf seviyesinin üstünde bir soruydu. Bu tür bilgiler dördüncü sınıfta verilir,diyerek müfettişin görüşlerine itiraz ettim.

Müfettişimiz göstermiş olduğum tepkiden pek hoşlanmadı. Müfettişe göre mesleğe yeni başlamış bir öğretmenin davranışları böyle olmamalıydı. O benden kendisini haklı gösterecek cümleler ve davranışlar bekliyordu. Belki de kendisini ilk kez eleştiren bir öğretmenle karşı karşıyaydı. Eleştirilerime bozulur gibi oldu ve tekrar söze girerek :

-Hocam bu konuda bana ders verme. Ben müfettişim çocukların neyi ne kadar bilmeleri gerektiğini bilirim .dedi.

Ben ona :

-Hocam, ilköğretim müfredat programı öğretmen odasında mevcuttur. Buyurun programa birlikte bakalım. Harita fikrinin hangi sınıflarda verileceği orada anlatılıyor” dedim.

162

Müfettiş bana daha da kızarak :

-Hocam mesleğin daha başındasın bu tür tartışmalar sana iyi şeyler getirmez . Bizim işimiz bu . Size doğru olanı anlatıyorum, diyerek beni tehdit etti.

Ders bitiminden sonra Müfettişle birlikte öğretmen odasına gittik. Aramızdaki görüş ayrılığı ve münakaşalar hala devam ediyordu. Diğer öğretmen arkadaşta yanımızdaydı. Müfettiş kendi görüşlerinde ısrarcı olunca pek ikna olacak gibi görünmüyordu. . Kariyerinden dolayı bir üstünlüğü vardı. Aslında benim gibi daha stajyerliği bile onaylanmamış bir öğretmen adayının bir ilk öğretim müfettişi ile böyle konularda tartışmaya girmesi doğal değildi. Müfettişler öğretmenlerden hep saygı beklerler. Ben bu konuda görevimi yapamadığım için sayın müfettişimizden olumsuz puan almıştım.

Müfettiş ile aramızdaki münakaşanın uzaması üzerine diğer öğretmen arkadaşın araya girmesi ile münakaşamız son buldu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hala o müfettişe kızgınım. Olayda ben haklı idim. O gururuna yediremediği için haksız olduğunu kabul etmedi. Öğretmen olarak eleştirilecek bir yönüm yoktu. kendimi başarılı görüyordum. Bir köy okulunda bundan daha başarılı öğrenciler görmek mümkün olamazdı. Müfettişin tek bir öğrencinin verdiği yanıtla benim başarımı ölçmesi yanlıştı. Diğer çocukların hiç birisine soru yöneltmeden öğrencilerin başarıları ölçülemez. Sanırım müfettiş okula geldiğinde önünde eğilip büzülmediğim

163

İçin bana böyle davranmıştı. Aslında davranışımda da bir hata yoktu, öyle göze batacak bir saygısızlım da olmadı. Her nedense müfettişle ilk etapta yıldızlarımız barışmamıştı.

Mesleğimin ilk yılında böyle bir olayla karşılaşmam çok moralimi bozmuştu. Çok başarılı olduğumu sanıyordum. Böyle bir eleştiriyi hak etmemiştim. Öğrencilerin hepsi okuma yazmayı öğrenmiş ve dershane de öğrencilerin ilgi ve seviyelerine göre çok güzel düzenlenmişti. Bu olaydan sonra aşırı derecede meslekten ve öğretmenlikten soğudum. İlkokul öğretmenliği bana göre bir meslek değildi. Bir sürü insanın karşısında eğilmemiz gerekiyordu. Köy muhtarı bile amirimiz durumundaydı. Bu görevden kurtulmanın tek yolu da yüksek öğrenime devam ederek yeni bir meslek edinmekti. Teftişten sonra bu konuyu araştırmaya koyuldum.

O yıllarda öğretmen okulu mezunları eğitim enstitülerinin dışında başka okullara gidemiyorlardı. Üniversiteye gidebilmek için ayrıca devlet lisesi son sınıf derslerinden sınava girip lise diploması almaları gerekiyordu.

Öğretmenliği bırakarak okumam imkansızdı. Okul giderlerimi karşılayacak bir imkanım yoktu. Bu konuda ailem de bana yardım edecek durumda değildi. Maaşım azda olsa bir süre öğretmenliğe devam etmek zorundaydım.

Öğretmenliğe başladığım yıllarda yüz kırk yedi lira maaş alıyordum. İlk maaşımla basit bir elbise almak istedim; elbise iki yüz elli lira tutunca

164

ancak iki maaşımla ödeyebildim. Koluma bir saat alacak kadar param bile yoktu. Elbisenin taksidini ödedikten sonra bir kol saati almak üzere Bursa ya gittim. O zaman Bursa kapalı çarşısı daha yanmamıştı. Saatçıdan “Nacar” marka bir saat alarak doksan lira ödedim. Bu saatimi o yılların bir anısı olarak hala saklar dururum.

Bir köy öğretmeni olarak aldığım maaş bana yetmiyor büyük bir maddi sıkıntı çekiyordum. Ev kirası,bakıcı kadın parası ara sıra gittiğim şehirdeki masraflarımdan sonra bana beş kuruş bile kalmıyordu.

Birinci yılın sonunda Yaz taktiline girer girmez Horasan Sarıkamış demiryolu inşaatını yapan bir şirket tanıyordum. Öğrencilik yıllarımda da o şirkette çalışmıştım. Yaz tatilinin bitimine kadar çalışacak zamanım vardı. İlkokulların üç ay gibi uzun bir tatilleri oluyordu. Bu sürede çalışmam için yeterli bir süreydi. Yaz tatili başlar başlamaz Horasan a giderek şirkette çalışmağa başladım.

Şantiyemiz şehir merkezlerine hayli uzak bir yerde dağ başında bir yerdi. Benim görevim makine şantiyesi çalışanlarına yemek çıkarmaktı. Daha öncede aynı şirkette aynı görevi yaptığım için işimi biliyordum. Yöreyi tanımadığım için erzak alınacak yerler hakkında bilgim yoktu. Bulunduğumuz yere en yakın olan ilçe Sarıkamış tı. Erzak alınacak buradan başka bir yer yoktu. Ara sıra erzak almak için Sarıkamış a gidiyor ve aynı gün yine şantiyeye dönüyordum. Öyle çok mesaiyi gerektiren bir görev değildi. Aşçımız ve

165

garsonumuz vardı. Onlar gereğini yapıyorlardı. Ben onların başında amirleri durumundaydım. Çalışmadan geçirdiğim çok bol zamanım oluyordu. Bu boş zamanlarımda ders çalışarak devlet lisesi sınavlarına girmeyi düşündüm. Devlet lisesi diploması alınca üniversiteye gitme hakkını elde ediyordum. Yıllardır en büyük idealim buydu.

Lise bitirme sınavlarına girebileceğim en yakın yer Kars iliydi. Bir gün Kars a giderek okul yönetimi ile görüşüp sınav koşullarını ve sınav süresince nerelerde kalabileceğimi öğrendim. En büyük sorun sınava gireceğim derslerin kitaplarını bulmaktı. Kitaplar yıl içinde satıldığı için kitapçılarda kitap kalmamıştı. Aradığım kitapları aynı okulda okuyan öğrencilerden temin etmem gerekiyordu. Bir gün akşama kadar okulun önünde bekledim ve her gelen öğrenciye okudukları eski ders kitaplarını bana vermelerini istedim. Sonunda bir kız öğrenci eski kitaplarını bana vermeyi kabul etti. O gün kitapları yanında yoktu bir gün sonra getirebileceğini söyledi. İkinci gün tekrar okula geldim ve öğrenci arkadaştan kitapları aldım. Artık rahattım. Bundan sonrası derslere çalışarak bitirme sınavlarını başarmaya kalıyordu.

O gün ki koşullarda bana kitaplarını veren bu kız arkadaşımın iyiliğini hiçbir zaman unutamam. Bugün ki konumumda bu kız arkadaşımın büyük katkıları olmuştur. O ders kitaplarını temin edemeseydim belki de lise bitirme sınavlarına da girmeyecektim.

 

166

Lise bitirme sınavlarının sonuna kadar bu kız arkadaşla ara sıra karşılaşıp selamlaşıyorduk. Daha ileri bir dostluğumuz ve arkadaşlığımız olmadı. Onun da bütünlemeye kaldığı dersleri vardı. Bazı derslerde birlikte sınavlara giriyorduk. Kars ta ,bu kız öğrenciden başka hiç kimseyi tanımıyordum.

Ne zaman Kars tan söz açılsa hep kız arkadaşım gözlerimin önüne gelir. Güzel bir kız değildi ama sevimli bir hali vardı. İsmi de Necla idi. Bana verdiği kitaplardan birisinin en başına "Sevdiğim olsaydı yarim olurdu, Arardı halime çare bulurdu “ sözleri yazılıydı. Her halde erkek arkadaşı olmayan ve aşkı arayan yalnız bir kızdı. Cesaret edip yaklaşamadım bu nedenle de aramızda bir arkadaşlık oluşmadı. Son kez tarih sınavında karşılaştık. Ondan sonra da bir daha görmedim. Bugün yerini bilsem nerede olursa olsun gider yardımlarından dolayı tekrar teşekkür etmek isterdim.

Lise bitirme sınavları eylül ayı içinde başlayacaktı. Fark dersleri verebilmek için on altı dersten sınava girmem gerekiyordu.

Sınavlara hazırlanmam için iki aylık bir zamanım vardı. Bu iki ayda hazırlanmam için bana yetti. Aslında sınav bahanesi ile işyerimi terk etmem doğru bir davranış değildi. Durumu Şantiye Şefimiz Mehmet Uysal beye anlattım; olumlu karşıladı ve hatta bana cesaret verdi. Geleceğimin oluşmasında bu değerli insanın da katkıları oldu. O nu da her zaman şükranla anıyorum.

167

Sınav zamanı geldiğinde Şantiyede işlerimi bitirip Erzurum -Kars karayoluna çıkıyor hangi vasıtayı bulursam onlarla Kars a gidiyor ve sabaha kadar ders çalışarak sabah sınavlara giriyordum. Yorucu bir çalışmaydı. Bulunduğum yerle Kars ın arası yüz Km den fazlaydı. Bu mesafeyi iki günde bir gidip gelmem gerekiyordu. Bu yoldan pek otobüs geçmediği için genelinde yolculuklarım açık kamyon kasalarının üzeri oluyordu. Kars ta da bir otelde kalıyordum. Otelin altında bir bar vardı. Gece geç yarılarına kadar gelen müzik sesleri hem çalışmamı engelliyor hem de bu sesten dolayı uyuyamıyordum. Başka bir otel olmadığı için bu çilelere katlanmak zorunluydu.

Sınav süresince Kars lisesinde de ilginç anılar da yaşadım. Bir keresinde felsefe dersinden sözlü sınav oluyorduk. Öğrenciler sıra ile sınava alınıyordu. Ben dışardan sınavlara girdiğim için en son öğrenciydim. Sınav odasına girdiğimde içerde üç kişilik bir sınav komisyonu vardı. Ayırtmanlardan birisi soruları soruyor diğerleri de dinliyorlardı.

Ben sorulan soruları rahatlıkla cevaplandırdım ve hocaların çık demelerini bekliyordum.

Bana soruları yöneten öğretmen :

-Sen ne iş yararsın ? diye sordu. Ben de:

-İlkokul öğretmeniyim ,dedim.

Bunun üzerine yerinden kalkarak yanıma geldi .

-Kutlarım seni” dedi ve anlımdan öptü.

 

168

-Sen öğrencilerden çok daha başarılı oldun. Ben buranın Milli Eğitim Müdürüyüm ve bu dersin de öğretmeniyim. Seninle gurur duydum. Sınavlara girmekte elbette büyük amaçların vardır. Tüm öğretmenlerin böyle olması en büyük dileğimdir. Seni kutluyor ve gelecekte sana başarılar diliyorum “ diyerek beni onurlandırdı.

Ben sınav komisyonunu selamlayarak sınav salonundan ayrıldım. Ders öğretmeninin hakkımda böyle düşünmesi beni sevindirdi ve adeta beni okumağa teşvik etti.

Felsefe sınavından sonra ikinci gün de tarih dersi sınavı vardı. Bu sınav yazılı yapılıyordu. Okulun ikinci katında uzunca bir salonda sınav salonu olarak ayrılmıştı. İki sıra halinde dizilmiş olan sıraların her birine tek öğrenci oturtuluyordu. Baktım bana ders kitaplarını vermiş olan Necla da sıralardan birine oturmuş bana bakıyordu. Yanından geçerken başarılar diledim o da bana başarılar diledi.

Sınav soruları sorulduğunda hep bildiğim konular çıktı. Zorlanmadan kısa sürede soruları yanıtlayarak sınav salonundan ayrılmak istedim. Necla da çıkış merdiveninin önündeki ilk sırada oturuyordu. Yanından geçerken :

-Ziya soruları yazamadım, bana yardım edebilecek misin ? dedi.

Kitap konusunda bana yardım eden bu arkadaşım için her türlü riski göze almaya razıydım. Alt kata inerek sınav soruları ile ilgili konuların tarih kitabındaki yapraklarını yırtarak küçük bir paket haline getirdim. Bunları Necla ya

169

verirsem o da sınavını başaracaktı. Yaptığım iyi bir davranış değildi. Öğrenciye kopya vermek büyük bir suçtu. Bu işin bilincinde olmama rağmen bana yardım eden bir arkadaşa benim de yardım etmem gerektiğini düşündüm. Necla nın oturduğu masa kopya vermeğe uygun bir konumdaydı. Necla sınav

salonundan alt kata inen merdivenin hemen başındaki ilk masada oturuyordu. Sınav salonundaki öğretmenler merdiven basamaklarını göremiyorlardı. Ben kopyaları hazırladıktan sonra merdivenin salona yakın üst basamaklarına kadar çıktım. Öğretmenler beni görmüyorlardı. Buradan kopya kağıtlarını Necla nın masasına atmam gerekiyordu. Ben elimde kopya kağıtları hazır bir durumda beklerken Necla:

-Öğretmenler geliyor aşağı in görmesinler, dedi.

Öğretmenler ara sıra sınav salonunu boydan boya kontrol ediyorlardı. Öğretmenler merdivenlere göre salonun sol tarafında yer aldıkları için merdivenlerden inip çıkanları göremiyorlardı. Öğretmenlerden birisi salonu kontrol edip öbür başa dönerken yine Necla:.

-Öğretmenler gitti çabuk soruları bana at ve hemen buradan uzaklaş, dedi.

Kopyaları kucağına atarak salondan uzaklaştım. Soruların yanıtları bu şekilde arkadaşa ulaşmış oldu. Sonucu ben de merak ettiğim için sınav sonuna kadar bekledim. Necla koşarak yanıma geldi:

170

-Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayatımı kurtardın. Sen olmasan ben bu dersi sınavını başaramazdım, diyerek sevincini dile getirdi.

Bana yapılan iyiliğin karşılığını bu şekilde ödemiş olduğum için olaydan dolayı ben de mutlu oldum. Bu kız arkadaşın yüksek öğrenim yapıp yapmadığını öğrenme imkanım olmadı. İnşallah olmuştur diye düşünüyorum.

Arı şirketinde üç ay çalıştıktan sonra sınavları başarmış olarak tekrar görev yerim olan Gökçesu köyüne döndüm. Arı şirketi Çalışmalarımdan memnun oldukları içinde bana bir maaş tutarında da ikramiye de ödediler. Öğretmenlikte yüz kırk yedi lira maaş almakta iken Arı Şirketi bana ayda beş yüz lira maaş ödüyordu. Öğretmenlikte bir yılda alamadığım maaşı Arı Şirketinde üç ayda almıştım. Şirket yetkilileri öğretmenlikten ayrılarak şirketlerinde çalışmamı önerdiler. Öğretmenliği sevdiğim için önerilerini kabul edemedim.

İkinci yıl yine Göksesu köyünde öğretmenliğe devam ediyordum. Ama idealim hep okumaktı. Kendi kendime çıkış yolları arıyordum. Köylü ile de iyice kaynaşmış ve köyü benimsemiştim. Öğrenciler de tatlı varlıklardı, onlardan kopmakta bana güç geliyordu.

Köylüler beni köylerinde tutmak için geliri bana ait olmak üzere birkaç dönüm tütün ekmek istediler. Her türlü hizmetlerini de yükleniyorlardı. Bu fakir ancak gönlü çok zengin insanların benim

171

için sıkıntıya girmelerine gönlüm razı olmadığı için önerilerini kabul edemedim. Kabul etsem belki benim için de iyi olmayacaktı. Bu iki dönüm tarlanın getirisi bana cazip gelir, ideallerimi uygulamamı engelleyebilirdi.

Vesile annenin en büyük ideali beni köye bağlamak ve köylü bir kızla evlenmemi sağlamaktı. Bu nedenle olsa gerek bana her gün köyün güzel kızlarından haberler getiriyor bir takım önerilerde bulunuyordu. Kızlardan bahsedilmesi benim için de hoş haberlerdi. Köyde evlenecek kızlar için ben iyi bir damat adaydım. Bu kadar talibimin olması biraz da beni gururlandırıyordu.

Köy kızları genellikle akşamları belirli evlerde toplanır ve kurumuş tütün yapraklarını balya haline getirirlerdi. Bu işe köylüler “tütün dizmek” derlerdi Kızların rahat çalışması için aydınlık odalar gerekiyordu. Köyde herkes petrol lambası kullandığı için bu imkana sahip kimse yoktu. Bir tek benim evimde lüks lambası yanardı.

Vesile anne bir gün bana:

-Bugün muhtarlar tütün yapıyor. Onların parlak ışık veren lambaları yok. Lüks lambanı da alıp oraya gitmeni istediler, dedi.

Böyle bir teklif bana pek normal görünmedi. Çünkü tütün dizme işi genelinde köylü kızların ve köylü hanımların işiydi. Aralarında pek erkek bulunmazdı. Erkek olarak yapayalnız oraya gitmem pek te bana mantıklı gelmiyordu. Vesile Anne , Muhtarın kızını görmem için böyle bir plan yapmış olabilirdi. Muhtarın güzel bir kızının

172

olduğunu duyuyordum ama hiç görmemiştim. Hem tütün yapanlara yardımım olur hem de bu vesile ile muhtarın kızını görmüş olurum diyerek teklifi kabul ettim. Köyün kızlarını görmek bekar bir kimse için kötü olamazdı.

Hemen o akşam yanıma lüks lambamı da alarak Muhtarların evine konuk oldum. Muhtarın büyük odası tütün işleyen genç hanımlar ve kızlarla dolmuştu. Solgun bir ışığın altında herkes tütün dizmeğe çalışıyordu. Ben o parlak ışıklı lambam ile içeri girince herkes sevindi. Onlar tütün yaparken ben bir yandan ikram edilen çayları yudumluyor bir yandan da tütün dizen köyün güzel kızlarını izliyordum.

Tütün yapan kızlardan bir tanesi özellikle çok hoşuma gitmişti. .Masum tavırlı, dolgun vücutlu on altı on yedi yaşlarında bir kızdı. Diğer köylü kızları gibi başı örtüktü. Kendisi ile ilgilendiğimi anladı. Ara sıra onun da gözlerinin bana doğru kaydığını görüyordum. Öyle sürekli bakamıyordu,çekingen utangaç bir hali vardı. O göz kaymaları sırasında utancından yüzü kıpkırmızı oluyor sonra gözlerini benden uzaklaştırıp yere bakıyordu. Bir ara bana çay getirdi. Yanıma yaklaşırken heyecanlandığını hissediyordum. Çayımı uzatırken yüzüme bakamadı. Çayımı alıncaya kadar gülümseyen o masum tavrı ile bir süre karşımda durdu. Gülümsüyordu. Yanakları kıpkırmızı idi. Ben de oradakilerin dikkatini çeker korkusu ile rahat bakamıyordum. Köyün en güzel kızıydı galiba. Bu kızı şimdiye kadar köyde hiç görmemiştim. Kimin

173

kızı olduğunu da bilmiyordum. Komşulardan yardım için gelmiş olabileceği gibi muhtarın kızı da olabilirdi. O anda gönlümde ve kalbimde bu kıza karşı bir kıvılcımın çaktığını hissettim. Bir köylü kızı ancak bu kadar güzel olabilirdi. Diğer kızlar ve kadınlar ara sıra bir birleri ile konuşuyor, o kız hiç konuşmalara katılmıyordu. İki üç saat kadar yanlarında kaldıktan sonra iyi geceler dileyip evden ayrıldım

Eve döndüğüm zaman o kız gözlerimin önünden gitmiyordu.

Ertesi gün Vesile Anneye:

-Muhtarlarda tütün dizerken gördüğüm o kız

kimdir ? diye sordum. Vesile anne yılların kadınıydı hemen niyetimi anladı.

-O kız muhtarın kızı. Ailenin tek kızıdır. Niyetini anladım ; ama onlar kızlarını uzaklara vermezler, diyerek biraz moral bozucu bir açıklama yaptı. Bir yandan da:

 

-Öğretmen olduğun için belki verirler, diyordu.

Daha sonraki günlerde Vesile Anne bu işle benden çok kendisi ilgilenmeğe başlamıştı. Hemen her gün bana o kız ve ailesi hakkında değişik haberler getiriyordu.

Bir süre sonra bu işler istediğim yönde gelişmeler göstermeğe başladı. Aslında benimkisi bir meraktı. Kıza evlenmek niyeti ile değil de güzel olduğu için ilgi duyuyordum. Bir gönül macerası şeklinde başlayan bu ilgi Vesile Annenin

174

körüklemeleri ve telkinleri yön değiştirmeğe başladı.

Bir gün Vesile Anne bana:

-Kızın annesi ve ninesi ile görüştüm bu işe

biraz olumlu bakıyorlar. İstersen bir gün kızla sizi buluşturayım, dedi.

 

İşlerin birden bu aşamalara gelmesi beni biraz korkuttu. Çünkü başka ideallerim vardı. Köyde evlenirsem artık o köye yerleşip köy öğretmeni olarak bu köyde kalmam gerekiyordu. Bu ise ideallerimin bitmesi ve yok olması demekti. Hep aynı yerde ve aynı konumda kalmak düşüncelerime tersti. Bir ömür bu köylerde nasıl geçerdi ? Tüm ideallerimi ve hayallerimi yok saymam akıllıca bir davranış olmuyordu. Günlerce o kızla görüşüp görüşmemeyi içimde tartıştım durdum. Sonunda yalnız başına yaşama korkusu cazip geldi ve kızla görüşmeyi kabul ettim.

Hayatta ilk kez ciddi bir karar alıyordum. Bu işin sonunun nerelere varacağı beni kaygılandırıyordu.

Bir gün kızla öğretmen lojmanında buluşmağa karar verdim. O benden önce lojmana gelmişti. Lojmanda diğer arkadaşım kalıyordu. Tanıştığım bu kız da öğretmen arkadaşımın yakın akrabası idi.

Büyük korku ve heyecan içinde kızla öğretmen lojmanında buluşarak el ele tutuştuk. İkimiz de çok heyecanlı ve tedirgindik. Buluşmamızı kızın ninesi, Vesile Anne ve öğretmen arkadaşımın

175

hanımı biliyordu. Uzun süre bir arada kalamadık. Birlikteliğimiz en fazla beş dakika sürdü. Bu kısa sürede ne konuşabilirdik ? Kız korku içinde titriyordu. Sadece bana :

-Bu işte ölmek var dönmek yok” dedi. Ben de:

-Öyle olsun, dedim.

Bu olaydan sonra trafik hızlı bir şekilde çalışmağa başladı. Kızın ailesi hemen nişan yapmamızı istiyordu. Ben ise buna maddi açıdan da psikolojik olarak ta hazır değildim. Böyle önemli bir konuda bir süre düşünmem gerekiyordu. Hiçbir şey düşündüğüm gibi olmadı ve kısa bir süre sonra kızla nişanlandık.

 

Nişandan sonra hep kendimi yargılıyordum. Acaba yaptıklarım doğru muydu? Kızı yeteri kadar tanımamıştım. Kızı tanımak için ayrılan beş dakikalık bir zaman çok azdı. Bu süre içinde ancak kızın fiziki yapısını görebildim. Onu davranışları, görüşleri ve iç dünyası ile de tanımalıydım. Öyle olmadı bir köy delikanlısı gibi birden bire kendimi bu işin içinde buldum.

Köydeki öğretmenliğimin ikinci yılı da bu olayla noktalanmış oldu.

Okullar kapanmış ve ikinci yıl sonu tatili başlamıştı. Yıl sonu tatillerimi her yıl memleketimde geçiriyordum. Bu yıl ki planında yine aynı idi.

Her yılkinden değişik bir amacım daha vardı. Memlekete gitmeden önce Eğitim Enstitüsü giriş sınavlarına da katılmak istiyordum. Geçen bir yıl

176

boyunca bu sınavlara hazırlanmıştım. Bu kez Edebiyat bölümü sınavlarına girecektim. Daha önce matematik bölümü sınavlarını kazanmışken öğretmenlik sevdası yüzünden bu hakkımı kullanmadığımdan hakkım yanmıştı. Aradan geçen iki yıl içinde matematik ile ilgili konuları unuttuğum için daha az hazırlığı gerektiren bir bölüme gitmem gerekiyordu. Bunun içinde gidebileceğim en uygun bölüm Edebiyat bölümü idi. Bu sınavları birlikte çalıştığım öğretmen arkadaşımdan ve nişanlandığım kızın ailesinden gizli tutuyordum . Sınavlara girip te başarılı olamazsam bu benim için iyi olmazdı. Bu nedenle sınav sonuçları belli olana kadar kimsenin duymasını istemiyordum.

Bu işte sır ortağım Ramazan Polat isimli öğretmen arkadaşımdı. Ramazan ı Gürün den ve Pamukpınar Köy Enstitüsünden tanıyordum. O öğretmen okulunu Yıldızeli Pamukpınar da bitirmişti, ben ise Hasanoğlan da bitirdim. Mezuniyetten sonra Ramazan Diyarbakır yöresinde ilkokul öğretmeni olarak çalışıyordu. O da benim gibi mesleğinden memnun olmadığı için okumayı düşünüyordu. Eğitim Enstitüsü Sınavlarına birlikte katılmağa karar verdik. Çalışkan bir arkadaşım olduğu için yüksek öğrenimi başaracağına inanıyordu. Sınava katılmak üzere benim öğretmenlik yaptığım köye kadar geldi ve köyde birlikte birkaç gün kaldıktan sonra birlikte Balıkesir e giderek Necati Eğitim Enstitüsü sınavlarına girdik. Ramazan beyin fen yönü daha güçlü olduğu için o fen bölümünü tercih etmişti. Kısa süre sonra sonuçlar açıklandı ve

177

ikimiz de sınavlarda başarılı olduğumuz için Eğitim Enstitüsüne girme hakkını elde ettik. Okulu kazanmak bizim için çok mutlu bir olaydı. Artık köyden ve çabuk bıktığımız köy öğretmenliğinden kurtulmuş oluyordum. İdeallerim gerçekleştiği için de mutluydum.

İkinci yıl sonu tatili bittiğinde yine görev gereği Gökçesu köyüne döndüm. Yeni öğretim yılı başlamak üzereydi. Sınavı kazandığım konusunda da kimseye bilgi vermiyor her şeyi gizli tutuyordum. Öğretmen arkadaşımda yeni öğretim yılı hazırlıkları ile meşguldü.

Eğitim Enstitüsü sınavlarımı kazanmamla birlikte öğretmenlik özlemi ve heyecanı bitmiş sanki köye yabancılaşmış gibiydim. Duygularımın bu kadar değişmesi yeni bir maceraya hazırlanmış olmamdan kaynaklanıyordu. Geleceğe daha umutla bakıyor ve başarılı olacağıma inanıyordum. Tek bir sorun vardı, bu durumu öğretmen arkadaşıma,nişanlımın ailesine ve beni çok seven köy halkına nasıl anlatacaktım.

Bir gün öğretmen arkadaşımla okulda yeni öğretim yılında okutacağımız sınıfları tartışıyorduk. O yine benim birinci ve ikinci sınıfları okutmamı istiyor ben ise diğer sınıfların bana verilmesini istiyordum. Bu konuda bir türlü anlaşamıyorduk. Aslında benim planım da bu anlaşmazlığı bahane ederek köyden ayrılmak ve eğitim enstitüsüne gitmekti.

Çözümsüzlük yaratmak için öğretmen arkadaşıma :

178

-Ben dört ve beşinci sınıflardan başka sınıf okutmam ,dedim.

Öğretmen arkadaş ısrarla :

-Okul müdürü benim .Sınıfların dağıtımına ben karar veririm . Yine birinci ve ikinci sınıfları sen okutacaksın , diyerek benim önerilerimi kabul etmedi.

Ben zaten kendisinden böyle bir tepki bekliyordum. Bunu bahane ederek öğretmen arkadaşa:

-Sınıfların dağıtılması konusundaki tavrınızı adil bulmadığım için öğretmenliği de bırakıyor ve köyünüzü de terk ediyorum . Bundan böyle tüm sınıflar size ait olsun. İstediğinizi okutabilirsiniz , diyerek okuldan ayrıldım.

Bu davranışımla öğretmen arkadaşa gücenmiş olduğumu da hissettirmiş oldum.

Öğretmen arkadaş bu tepkime bir anlam veremedi. Yine dönüp geleceğimi ve önerilerini kabul edeceğimi sanıyordu. Bu gelişmelerden son derece mutluydum. Planımı aynen uygulamış oluyordum.

Evime giderek aynı gün eşyalarımın büyük bir bölümünü nişanlımın evine gönderdim bir kısım eşyalarımı da fakir köylülere dağıttım. Benim gitme konusunda kararlı olduğumu gören öğretmen arkadaşım :

-Gel istediğin sınıfı okut ! Ben sana şaka söylemiştim, Bir birimizi kırmağa değecek bir olay

179

değil. İstediğin sınıfları alabilirsin ,bunun seçimini

sana bırakıyorum , diyerek benim gönlümü almağa çalıştı.

Bu aşamadan sonra geri dönüş olamazdı. Bu olayı bahane ederek nişanlımın ailesi ile görüştükten ve durumu onlara anlattıktan sonra aynı gün köyü terk ederek ayrıldım. Eğitim Enstitüsüne kayıt yaptırma zamanı geldiği için köylülere ve köydeki dostlarıma bile veda edemedim.

Hayatımda artık köy öğretmenliği dönemi de kapanmıştı. Gökçesu köyünde yaşadıklarım bundan böyle anılarımda yaşayacaktı. Tabi ayrılmak kolay olmuyordu. Çok sevdiğim öğrencilerimi, köyde kaldığım sürece bana her konuda destek veren köylü dostlarımı çok özleyeceğimi biliyordum. Köylüler de ayrılmamı istemiyorlardı. Hemen hepsi ile aramızda iyi bir sevgi bağı oluşmuştu. Daha yüksek okullarda okuma isteğim diğer duygularıma galip gelince başka çözüm kalmıyordu.

Bir ömür köylerde yaşamak kolay değildi. İnsan belirli bir yerde uzun süre kalınca kendi benliğini yitiriyor ve o yöre insanları gibi oluyor. İnsan iyi şeyleri görmedikçe kendisini yenileyemiyor ve bildikleri ile köhneyip kalıyor. İnsanın düşünce ufku içinde yaşadığı toplumun büyüklüğü ile orantılıdır. Küçük toplumlarda yaşayanlar küçük, büyük toplumlarda yaşayanlar daha büyük düşünüyor. Dikkat edilirse büyük sanayiciler ve büyük müteşebbisler hep büyük kentlerden çıkıyor. Büyümek için düşünmek yetmiyor, görmekte gereklidir. Görerek hedef

180

belirlemek düşünerek hedef belirlemekten daha kolay oluyor. Büyük şehirlerde yaşayan insanlar gizli bir iletişim içindedirler. Herkes farkına varmadan kendinden daha başarılı başka insanlardan etkilenebiliyor ve ona benzemeğe çalışıyor. Büyük sanayiler ve büyük düşünceler bu tür etkileşimden doğmuştur. Çiftçi olmak isteyenler için köyler ideal yerlerdir. Büyümek isteyenler o küçük köylere sığmazlar. Benim de hedeflerim büyük olduğu için köyde köy öğretmeni olarak kalmayı uygun bulmuyordum.

İki yıl sonra yine bir akşamüzeri yolumun üzerinde rastladığım köylülere veda ederek Yenişehir yolunu tuttum.

Ayrılıklar da her zaman hüzünlü oluyor. Köye ilk gelirken duyduğum heyecanı ayrılırken yaşayamadım. Köyü kaybedinceye dek hep geri dönüp dönüp bakıyordum. Önce evler,sonra köyün minaresi ve sonra da köyün o yeşil tepeleri tek tek kayboldu. Yol arkadaşımla fazla konuşmak yerine şehre ulaşıncaya kadar yaşadıklarımı ve anılarımı sanki yeniden yaşıyordum. Gökçesu Köyü artık dağların ardında kalmıştı. Önümde yemyeşil uzanan Yenişehir ovası vardı. Yenişehir ovasından sonra Bursa Ovası başlıyordu. Aşinası olduğum bu güzel topraklardan geçerek Balıkesir e doğru yol alırken zihnim karmakarışıktı. Ne mutlu olduğumu anlıyordum ne de mutsuz. Geride kalanlar tatlı anılardı. Ama gelecek büyük bir meçhuldü.


 

181

BALIKESİRLİ YILLAR

1958 yılının bir sonbahar günü. Balıkesir Necati Bey Eğitim Enstitüsü öğrencisi olarak öğrencilik yıllarına yeniden döndüm. İyi bir karar verdiğime inanıyordum. Daha önce bu fırsatı bir kez kaçırmıştım. Bu fırsat, benim için değerlendirilmesi gereken son fırsattı.

Okumak üzere geldiğim Necati Eğitim Enstitüsü Balıkesir in merkezinde bulunan tek yüksek okuldu. O yıllarda Türkiye genelinde üç eğitim enstitüsü bulunuyordu. Bunlardan birisi Ankara da Gazi Eğitim Enstitüsü, diğeri İstanbul daki Çapa Eğitim Enstitüsü ve bir üçüncüsü de Balıkesir deki Necati Eğitim Enstitüsüydü. Necati Eğitim Enstitüsünde Fen bölümü ve Edebiyat Bölümü olmak üzere iki bölüm vardı. Fen bölümünü bitirenler Orta öğretim okullarında fizik, kimya, matematik ve biyoloji öğretmenliği, edebiyat bölümünü bitirenler ise Türkçe, edebiyat, tarih, ve coğrafya öğretmenliği yapabiliyorlardı. Diğer eğitim enstitülerinde müzik,yabancı dil,resim, beden eğitimi ve pedagoji gibi başka bölümler de bulunmaktaydı.

İki yıl süren bir köy ilkokulu öğretmenliğinden sonra Balıkesir gibi bir ilde öğrenci olarak bulunmak bana bir ödül gibi gelmişti. Karanlık bir dünyadan aydınlık bir dünyaya çıkmış gibi oldum. Geçen iki yılım bana yeni hiçbir şey vermediği gibi güzel duygularımın birçoklarını da alıp götürmüştü. Severek ve isteyerek geldiğimi için okuluma uyum sağlamakta hiçbir güçlük çekmedim. Okulun sıcak ve

182

kucaklayıcı bir özelliği vardı. Büyük ve heybetli tek bir binada birlikte yatılı olarak okuyan yüzlerce öğrenci birlikte bulunuyorduk.

Okulun içinde ayrıca bir de öğretmen okulu yer alıyordu. Dershanelerimiz yatakhanelerimiz ve yemekhanelerimizin tamamı aynı bina içinde toplanmıştı. Günün yirmi dört saatini hep birlikte aynı ortam içinde geçiriyorduk. Okulumuz bu haliyle büyük bir aile yuvasına benziyordu.

Okul yatılı bir okul olarak düzenlenmişti. Öğrenciler olarak günün yirmi dört saatini aynı binanın içinde geçiyorduk. En alt katta yemekhanemiz ve lokalimiz, birinci ve ikinci katta dershaneler,idare odaları ,üçüncü katta ise yatakhanelerimiz yer alıyordu. Kusursuz bir okuldu ve öğrencilerin tüm ihtiyaçlarına cevap verebiliyordu. Yemeklerimiz,temizlik hizmetleri kusursuz denecek kadar iyi idi. Yatılı olması hepimiz için büyük bir avantajdı. Ekonomik durumu çok zayıf olan bir öğrenci bile sıkıntı yaşamıyordu. Okul bir aile yuvası gibiydi.

Yeni okulumuzun bireyleri benim gibi Anadolu nun değişik yörelerinden gelmiş kimselerden oluşuyordu. Öğrencilerin büyük bir bölümü birkaç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra gelmişlerdi. Bu nedenle hepimizin ortak yönleri vardı; karışıp kaynaşmak güç olmuyordu. Yüksek okul öğrencisi olmak ta bizlere ayrı bir gurur veriyordu.

Hasanoğlan Öğretmen okulunda okurken masa arkadaşlarımdan Nafiz Şentürk te bu okulda öğrenci idi. O bizlerden bir yıl önce geldiği için bir

183

sınıf önde bulunuyordu. Okula alışmamda Nafiz in büyük yardımları oldu. Diğer arkadaşım Ramazan Beyle de bir birimize destek oluyor ve okula alışmağa çalışıyorduk. Yeni arkadaşlarımızla tanışmak ve yeni dostlar edinmek hayli zaman aldı. Yetişkinlerin yeni arkadaşlar edinmeleri çocukların arkadaş edinmeleri gibi kolay olmuyor.

Okula başladığımız yıllarda okul müdürümüz Adnan Çakmacıoğlu idi. Sanatçı kişiliği mesleki kariyerinden daha öne çıkmış saygın bir insandı. Kendisi matematik öğretmeni olmasına karşın edebiyat, resim, karikatür ve müzikle ilgilenirdi. Çok güzel karikatürler çizer ve çok duygulu şiirler yazardı. Saygın kişiliği ile tüm öğrencilerin gönlünde bir sevgi tahtı kurmuştu. Bizim bölümün derslerine gelmese de Edebiyata yatkınlığı nedeniyle ilgimizi çekiyor ve seviyorduk. Diğer öğretmenlerimizin de bilimsel bir kariyerleri yoktu. Genelinde lise öğretmenleri arasında başarılı görülen öğretmenler eğitim Enstitülerinde görev alıyor ve zaman içinde kendilerini yetiştiriyorlardı.

Bu okullar öğretmen yetiştirmede başarılı okullardı. Okulun tek amacı öğretmen yetiştirmek olunca ihtisas okulları gibi çalışıyordu. Öğrencilerin tümü daha önce öğretmenlik formasyonu almış ve meslekte azda olsa deneyim kazanmış olarak okula geldikleri için eğitimde bir güçlük çekmiyorlardı.

Eğitim Enstitüleri yatılı okullardı. İki yıl boyunca tüm öğrenciler gece gündüz birlikte

184

oldukları için farklı bir etkileşim oluyor ve öğrencilerde farklı bir kültür oluşuyordu. Aslında öğretmen yetiştiren okulların yatılı olması yetişen öğretmenlerin daha kaliteli olması açısından gerekliydi. Toplu yaşamakta bir eğitimdir. Aynı çatı altında sürekli birlikte olan öğrenciler zamanla farklı bir ortak kültür kazandıkları için gündüzlü okuyan öğrencilerden daha başarılı oluyorlardı.

Fakülte mezunlarının direk öğretmen olarak alınması kanımca eğitimde kaliteyi düşürmüştür. Başarılı bir eğitim için Eğitim Enstitülerine yeniden bir dönüşün yapılması şarttır. Dönülmesi şarttır derken okulların o günkü halleri ile davam etmesini kastetmiyorum. Bu okulların da zaman içinde yetersiz kaldığı görülmüştür. Eğitim enstitüleri öğrencilere yeterli seviyede bilgi veremiyordu.

Orta okullarda ve liselerde öğretmenlik görevi verilen bu okul öğrencilerinin daha bilgili yetişmesi sağlanabilirdi. İki yıllık bir eğitim dönemi yetersizdi. İki yıllık sürede öğretmen adaylarına yetecek kadar bir bilgi verilmiyordu. Okullar dört yıla çıkarılmalı programları daha geniş bilgeleri içerecek biçimde zenginleştirilmeli ama okulların o günkü sistemi bozulmamalıydı.

Köy Enstitüleri gibi Eğitim Enstitüleri de zaman içinde ileriye yönelik değişime uğramadıkları için çağın gerisinde kalarak varlıklarını fazla devam ettiremediler.

Bizim öğrenci olduğumuz yıllarda Adnan Menderes hükümeti iktidardaydı. O yıllarda

185

politika biraz çığırından çıkmış ülke için zararlı olmağa başlamıştı. Siyasi kutuplaşmalar ülkeye zarar veriyordu. Politikanın ağırlığı yönetimde kendisini açık olarak hissettiriyor ülke adeta siyasi bir bölünmeye doğru gidiyordu.

Öğrenciler arasında da politik görüş ayrılıkları başlamıştı. O yıllarda yüksek öğrenim gençliğini temsil eden Milli Türk Talebe birliği politikanın tam içindeydi. Demokrat parti yanlısı öğrencilerle Halk Parti yanlısı öğrenciler bir birine zıt iki kutba ayrılmışlardı.

Milli Türk Talebe Birliğine temsilci gönderen yüksek okullardaki öğrenci cemiyeti seçimleri de zaman zaman okul içinde büyük çalkantılara ve dalgalanmalara neden olabiliyordu.

Okula gelişimin ikinci yılında ben de ister istemez bu tür faaliyetlere katılmak zorunluluğunu duydum. İnsan istemese de bazen koşullar insanı sonu bilinmeyen maceralara sürükleyebiliyor.

Okula gelişimin ikinci yılı başlarında iyi duygular içinde ben de öğrenci cemiyeti seçimlerine aday olarak katıldım ve cemiyet yönetimine girmeyi başardım. Yönetim kurulunda görev bölümü yapılmış ve cemiyetin muhasebe işleri bana verilmişti

 

Öğrenci cemiyetinin küçük bir de bütçesi vardı. Gelirlerimizin bir kısmını öğrenci cemiyeti ile ilgili işlerde kullanıyor bir bölümü ile de ekonomik sıkıntısı olan öğrencilere ödünç para vererek yardımcı olmağa çalışıyorduk. Ödünç para verme konusunda bazı sorunlar çıkıyor ve tüm

186

taleplere cevap veremediğimiz için zaman zaman eleştirilere hedef olabiliyorduk.

 

Öğrenci Cemiyeti çalışmalarımızda karşımızda oldukça güçlü bir muhalefet vardı. Bu gurup sürekli olarak bizleri görevden uzaklaştırmağa uğraşıyor ve yönetim kurulunu yıpratmak amacı ile çirkin suçlamalara gidiyorlardı.

Muhalif gurupla aramızdaki mücadele sonunda yargıya kadar gitti. Muhalif grup genel kurulu olağanüstü toplantıya çağırmak istiyordu. İmza toplama konusunda hataları olduğu için bu düşüncelerinde başarılı olamadılar. Daha sonra da bunu bir gurur meselesi yaparak bizi yargıya şikayet ettiler.

Aylarca süren yargılama sonunda yönetim kurulunun görevden alınmasını gerektirir bir suç bulunamadığı için dava lehimize sonuçlandı. Buna rağmen muhalif gurup çalışmalarını bir türlü son vermedi. Bu kez de okul idaresi ile yönetim kurulunun arasını açmağa çalıştılar ve bundan da kısmen başarılı oldular.

Öğrenci Cemiyetinde görev almanın bazı avantajları oluyordu. Öğrenci istekleri ve hakları konusunda Okul yönetimi ile muhatap olacak tek kuruluş Öğrenci Cemiyeti idi. Öğrenci sorunları ile ilgili olarak Zaman zaman okul idaresi ile görüşmelerde bulunuyor ve bazı isteklerimizi idareye kabul ettirmeğe çalışıyorduk. Bu yönü ile de Öğrenci Cemiyeti az da olsa okul yönetiminde söz sahibi durumundaydı. Ayrıca Milli Türk

187

Talebe Birliği toplantılarında okulu, Öğrenci Cemiyeti üyeleri temsil ediyor ve bu nedenle de toplantılarına katılabiliyordu.

Öğrenci cemiyetinin belirli bir bütçesi olduğu için bu bütçeyi kullanma hakkı da Öğrenci Cemiyeti yönetim kuruluna aitti.

Okulu dışa karşı temsil eden tek kuruluş Öğrenci Cemiyeti idi. Aslında öğrenci cemiyetinin siyasi bir amacı yoktu. Öğrencilerle okul idaresi arasındaki koordinasyonu sağlamak gibi basit bir görevi vardı. Öğrenciler arasındaki siyasi kutuplaşma zaman içinde Öğrenci Cemiyetine de sıçrayınca cemiyet bundan büyük oranda etkilendi ve sonunda asli görevinin yanında bir de siyasi kimlik kazanmış oldu.

Zaman içinde Balıkesir deki diğer okullarda yapılan çeşitli etkinliklere okulumuz da davet ediliyordu. Bu tür davetlerde okulu yönetim kurulu üyeleri olarak bizler temsil ediyorduk.

Balıkesir in merkezinde bulunan okulların hazırladıkları geceler için gönderilen özel davetiyeleri dağıtma hakkı da bizlere aitti. Özellikle kız okullarından gelen davetiyelerin dağıtımında sorun yaşanıyordu. Çok az sayıda gelen davetiyeleri başkalarına vermek yerine yönetim kurulu üyeleri olarak bizler kullanmak istiyorduk. Bu tür davetler, gidenlere yeni kız arkadaşlar edinme şansı verdiği için davetiyeler ayrı bir önem kazanıyordu.

Okulumuzda kız öğrenci yok denecek kadar az olduğu için kız arkadaş edinmek isteyenler dışarıya yönelmek zorunda kalıyorlardı. Bu iş için

188

de en uygun imkan kız okullarından gelen davetiyelerden edinmekti.

Bende ilk kız arkadaşımı bu yolla Balıkesir Kız Meslek lisesi davetinde tanımıştım. Karadeniz li bir kızdı ve kız meslek lisesinde öğrenci idi. Davetli olarak, hazırladıkları gecelerine gittiğimde beni ilk o kız karşılamıştı. Özel geceleri olduğu için öğrenciler çok farklı şekillerde giyinmiş olduklarından hepsi de güzel görünüyorlardı. Beni karşılayan ve bana yer gösteren kız diğer öğrencilerden daha güzeldi. At kuyruğu şeklindeki uzun sarı saçları ta beline kadar uzanıyordu. Çiçekli basmadan giydiği entarisi çok yakışmıştı. Tek kusuru burnuydu. Kemer şeklindeki burnu o güzel simaya pek yakışmıyordu. Daha sonra öğrendiğime göre bunun için iki kez estetik ameliyat geçirmiş ve ameliyatlar başarısız olunca burun yapısı daha da bozulmuştu. Eğlence boyunca gözlerim hep onu takip etti, ara sıra onun da bakışlarının bana doğru kaydığını görüyordum. Bir ara müzik eşliğinde dans etmeğe başladılar. Okul bir kız okulu olduğu için erkek arkadaşları olmadığından kızlar bir birleri ile dans ediyorlardı. O eğlenceli ortamda bende cesaretimi toplayarak kız arkadaşıma dans teklif ettim. Kırmadı kalktı. O da heyecanlı idi ben de. Belini saran kolum ve elim tenine dokunurken heyecanım doruk noktasına çıkıyordu. Tarif edilmez hoş duygular içinde sanki uçar gibi oluyordum. Hiç bitmesini istemediğim güzel bir manzaraydı. Bir daha o kıza bu derece yakın olabilecek miyim diye düşünüyordum. Bu mutlu an ne yazık ki ancak on beş dakika kadar sürdü. Yerime otururken mutluluktan gözlerim

189

hiçbir şeyi görmüyor yalnızca o kızı düşünüyordum.

O geceden sonra kızla ara sıra okul çıkışlarında karşılaşıyor ve evine kadar kendisine eşlik ediyordum. İsmi de Gülten di. Bu arkadaşlığımız uzunca süre devam etti. Kızın babası da bir kamu kuruluşunda müdür olarak görev yapıyordu. Babası ile de tanışmıştım. Başlangıçta ilişkiler çok iyi gidiyordu. Kızın yakın bir akrabası da benim sınıfımda öğrenci idi. İsmail Tomatir isimli bu arkadaşla pek iyi ilişkiler içinde değildik. Bizim öğrenci cemiyetine muhalif olan grubun lideri durumundaydı. Bu nedenle aramızda hep soğuk rüzgarlar esiyordu. Akrabası olan bu kızla ilişkilerimi bildiği için hakkımda kıza ve ailesine kötü haberler iletmişti. Ailesi ve kız bu haberlerden etkilenmiş olacak ki bir süre sonra arkadaşlığımız son buldu.

Bu aşkın izleri hala kalbimde yaşar durur. O günleri her gün tekrar tekrar yaşarım. Bir gün yine karşıma çıkabilir mi diye yıllarca bekledim durdum. Umutsuz bir bekleyişti...Hiç bir zaman bu güzel dileğim gerçek olmadı. O nu unutabilmek için başka kızlarla arkadaşlıklarım olduysa da hiç biri O nu unutturamadı.

Arkadaşım Nafiz in nişanlısı olan Hale olaya üzüldüğümü görünce beni fen bölümü birinci sınıfta bir kızla tanıştırdı. Kızla aynı okulda okuyorduk ancak bölümlerimiz ve sınıflarımız farklıydı. O gündüzlü öğrenci olduğu için sabah okula gelir akşam evine dönerdi. Esmer,yüzü sivilceli çirkin bir kızdı. Kendisine bakmayı ve güzel giyinmesini de beceremezdi. Tek özelliği

190

kimse ile bir ilişkisinin olmamasıydı. Kendi sınıfındaki kızlarla bile bir arkadaşlığı yoktu. Dünyalarımız farklı olduğu için bir birimize pek ısınamadık. O sonra okulu terk ederek bir bankada memur olarak çalışmağa başladı. Okulumuzdan ayrılması ile aramızdaki o soğuk arkadaşlık ta bitiverdi.

Bu olaydan sonra o yıl Bursa İnegöl de öğretmenlik yapan Ayla isimli bir kızla tanıştım. Uzun süre mektuplaştık. Sık sık gidip gelen mektuplar sonunda bize yeni bir aşk getirdi. Ondan gelen aşk mektupları benim için bir teselli oluyordu. Bir süre sonra Sık sık Bursa Merkez de buluşmağa başladık. Ben Balıkesir den o da İnhegöl den geliyor Bursa da birlikte oluyorduk. Ufak tefek minyon tipli bir kızdı. Hareketli,canlı ve cilveli birisiydi. Tatlı tatlı konuşur ben de saatlerce onu dinlerdim. Yaşlı bir babasından başka kimsesi de yoktu. İnegöl de babası ile birlikte kalıyorlardı.

 

Bir gün beni İnegöl e evine davet etti. Bir hafta sonu yanına gittim. Evde yapayalnızdı. Geleceğimi tahmin etmediği için birden beni karşısında görünce aşırı derecede mutlu oldu. Saatlerce birlikte oturarak geleceğe ilişkin planlarımızı tartıştık. Biz birlikte iken aniden Babası içeri giriverdi. Hiçbir heyecan duymadan beni tanıştığı yeni bir arkadaşı olarak babasına tanıttı.

Babası yaşlı ve sinirli bir adamdı. Daha konuşmasının başında bana :

-Ben kızımın namusu için bu yaşlarda onun peşine düşerek bilmediğim tanımadığım bu yerlere

191

geldim. Kızım benim tek çocuğumdur ve varım yoğum da budur. O nun mutlu olması en büyük dileğimdir. Niyetin ciddi değilse kızımı umut verme,dedi.

Ben de ona cevaben :

-Amca niyetim ciddi olmasa buralara kadar gelmezdim. İlerisi için ikimiz de iyi şeyler düşünüyoruz. Şu an öğrenciyim. Okulum biter bitmez sorunlarımızı çözeceğiz, bu konuda bir endişeniz olmasın ,diyerek konuşmasına kısa bir yanıt verdim.

Babası içeri girerken Ayla da bana okul harçlığı vermeğe uğraşıyordu. Ben almak istemiyorum o da vermek için direnirken paralar yere döküldü ve toplayamadan babası içeri giriverdi. Ayla hemen bir ustalık gösterisi ile elinde bulunan havluyu yere düşürmüş gibi yaparak paraların üzerine attı ve sonra da babasına hissettirmeden paraları yerden almayı başardı. Buluşu hoşuma gitmiş ve onu çok taktir etmiştim.

Ayla ile arkadaşlığımız okulu bitirinceye kadar devam etti. Bu süre içinde görüşmelerimiz genelinde Bursa merkezin de oluyordu. Okulu bitirdikten sonra ben o yörelerden uzaklaştım o da bir ara yer değiştirdi. Bundan sonra bir birimizi kaybettik.

Bir yaz tatili Sivas ta bulunan akrabalarımı ziyaret etmek üzere Sivas a gitmiştim. Çarşıda gezerken birden bire Ayla karşıma çıkıverdi. Ben de şaşırdım o da. Ayla da Sivas lı olduğu için benim gibi o da gezmeğe gelmişti. Hemen ellerimden tutarak :

192

-Seni Tanrı karşıma çıkardı. Bir daha bir yerlere bırakmam, beni bu durumda bırakıp gidemezsin. Artık hep beraber olacağız,diyerek ellerime sıkı sıkı yapıştı.

Hemen orada geçmekte olan bir faytonu durdurarak beni de faytona alıp ailesi ile tanıştırmak üzere mahalle içlerinde bir eve götürdü.

Aslında Sivas ta ailesi yoktu. Yakın akrabalarını ziyaret için geldiğinden onların evlerinde konuk olarak kalıyordu. Beni götürdüğü ev de yakın akrabalarının eviydi. Benimle onları tanıştırırken :

-Nişanlım Ziya .Kendisi Ortaokul öğretmeni. İnegölde öğretmenlik yaptığım yıllarda tanışmıştık. Beni ziyarete gelmiş,yakında evleniyoruz ,dedi.

Bu tanıştırma biçimi pek hoşuma gitmemesine rağmen akrabalarının yanında onu mahcup duruma düşürmemek için konuşmak istemedim. Nişanlım olmadığı gibi evlenmek konusunda da verilmiş bir kararımız yoktu. O günü Sivas ta birlikte geçirdikten sonra ilerde yeniden buluşmak üzere ben tekrar Gürün e döndüm. Bu görüşme Ayla ile olan son görüşmemiz oldu. Ondan sonraki günlerde yine bir birimizi kaybettik ve bu arkadaşlığımız bu şekilde noktalanmış oldu. olaylar ve yıllar hiçbir zaman o ilk aşkım olan Gülten i unutturamamıştı. Ayla ile olan arkadaşlığımız da bu aşkı unutturmağa yetmedi. Mezun olduktan ve Anadolu nun değişik yörelerinde değişik görevlerde uzun yıllar çalıştıktan sonra aynı okulun mezunları geçmişi

193

yaşamak amacı ile bir gün Balıkesir de toplanmağa karar verdik. Aradan kırk yıl gibi uzunca bir zaman geçmişti. Balıkesir e gider gitmez o kız arkadaşımın oturduğu evin önüne gittim. Yanımda eşim de vardı. Eşim bu hikayeyi bildiği için beni anlayışla karşılıyordu. Kız arkadaşım belki evlerinin önündeki terasa çıkar umudu ile gözlerim hep onu aradı. Çıkmayacağını bildiğim halde kendimi engelleyemedim. Yanımda bulunan eşimde alaylı bir tavırla

-Bak !.. bak!.. Penceredeki tüllerin arasında O da sana bakıyor. Ben görüyorum işte. Uzun saçlı sarışın bir kız orada duruyor ,biraz sonra balkona çıkacaktır, diyerek benimle alay ediyordu.

Nafile bir bekleyişti. Kırk yıl önceki anıların acısıyla Balıkesir sokaklarını adımlarken hayalimde de olsa o günleri yeniden yaşadım. İnsan bazen hayalleri ile de mutlu olabiliyor.

Gülten ile ilişkilerimizin bozulmasından sonra kendimi toplamak kolay olmadı. Uzun süre bunalımlı bir dönem yaşadım. Bir ara okuldan ve derslerden tamamen uzaklaşır gibi oldum. Sınavlarım hep başarısız geçiyor ve dersleri dinleyemiyordum.

1959 yılının ekim ayı idi. Bir gün baktım okul ilan tahtasında o yılın Cumhuriyet Bayramında konuşma yapacak bir öğrencinin arandığı duyurusu yer almıştı. Bu tür faaliyetleri Okul Müdürümüz Adnan Çakmakçıoğlu düzenliyordu. Okulun Edebiyat öğretmenleri bu tür faaliyetler içinde pek yer almazdı. Aslında bu tür faaliyetlerin okul edebiyat öğretmenlerince yapılması gerekirken onlar bu tür çalışmalara uzak

194

durdukları için okuldaki her türlü sosyal etkinler Adnan Çakmacıoğlu nun çalışmaları ile yürütülürdü.

O yıl Cumhuriyet Bayramı konuşma metnini hazırlayarak yarışmaya ben de katıldım. Okul müdürü ile ilişkilerimiz pek iyi olmadığı için beni eler düşüncesi ile gerçek ismimi sakladım ve “Engin Tunalı “ ismini kullandım.

Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına yakın bir tarihte baktım okul hademeleri sınıf sınıf dolaşıyor ve Engin Tunalı isimli öğrenciyi arıyor.

Okul hademesine:

-Aradığınız öğrenci benim, dedim.

Hademe de:

-Seni okul müdürü istiyor ,dedi.

Okul müdürünün beni cumhuriyet Bayramı konuşması için aradığını tahmin ettim ve doğruca odasına gittim.

İçeri girdiğim de :

-Hocam Benim çağırmışsınız!. Ben Engin Tunalı ,dedim.

Müdürümüz Adnan Bey:

-Senin adın Engin Tunalı mı ? dedi. Ben de:

-Hayır hocam!.. Bu benim yazdığım yazılarda kullandığım takma bir ad, dedim.

Okul müdürümüz biraz kızar gibi oldu.

-Neden kendi adını kullanmıyorsun? Dediğinde :

-Hocam siz de yazılarınızda ve şiirlerinizde kendi adınız yerine “Adnan Ardağı” adını kullanıyorsunuz. Sizi örnek aldım,dediğimde başka bir tepki göstermedi.

195

-Yarın Cumhuriyet bayramı kutlamalarında gençlik adına bayram konuşmasını sen yapacaksın,dedi.

Bu konuşmayı yapmak benim için bir onurdu. Yarışmaya çok sayıda öğrenci katılmıştı. Bu kadar öğrencinin içinde benim konuşma metnimin beğenilmesi beni gururlandırmıştı.

Balıkesir de bu tür resmi kutlamalar Gar binası önündeki meydanda yapılıyordu. Tüm öğrenciler ve Balıkesir halkı meydanı doldurmuşlardı. Ben de öğrenci olarak ilk kez böyle büyük bir topluluğun huzuruna çıkıyordum.

 

Bu konuşmanın en heyecan veren yönü ise bu konuşmayı yaptığım alanın sevdiğim o kızın evinin balkonuna bakıyor olmasıydı. Kız arkadaşım merasim bitinceye kadar balkonda bayramı ve dolaysı ile benim konuşmamı izledi. Bu konuşmayı yaptığım tarihlerde kızla olan arkadaşlığımız son bulmuştu. Yine de onun konuşmamı dinlemesi ve beni kürsüde görmesi benim için hoş bir duygu idi.

 

O tarihlerde kız arkadaşım olan Gülten ile olan arkadaşlığımızın yeniden düzeleceğini ve eski günlerimize tekrar döneceğimi umut ediyordum. Ne yazık kı umutlarım gerçek olmadı, aşkım mazinin karanlıkları içine gömülüp kayboldu.

1960 yılına girdiğimiz tarihlerde toplum genelinde siyasi iktidara karşı bir tepki belirmişti. Öğrenciler ve işçiler sürekli yürüyüşler yaparak iktidarı ve uygulamalarını kınıyorlardı. O yıllarda Adnan Menderes Başbakan olarak Celal Bayar da Cumhurbaşkanı olarak yönetimin başındaydılar.

196

Bir keresinde Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin iktidarı kınama yürüyüşüne ben de katılmıştım. Balıkesir parkında bulunan Atatürk anıtını kadar gidip istiklal marşını okuduktan sonra dağılmak üzere iken etrafımızın polisler tarafından kuşatıldığını gördük.

Polisler o gün ki yürüyüşe katılan tüm öğrencileri okula kadar götürüp hepimizi okulun konferans salonunda topladılar. Hiçbir öğrencinin guruptan ayrılmasına başka bir yere gitmesine izin vermiyorlardı. Konferans salonuna hapis olmuş gibiydik. Büyük bir suç işlenmiş gibi okulun etrafı polislerce sarılıydı. İçimizi büyük bir korku sarmıştı. İzinsiz ve yasal olmayan bir yürüyüş yapmış olmaktan dolayı suçlanıyorduk. Yürüyüşün bu kadar ciddiye alınacağını tahmin edememiştik.

Öğrenciler toplu bir halde okul konferans salonunda bekletilirken bir de baktık Balıkesir Valisi Kazım Arat okula geldi. İktidarın fazla politize olmuş hızlı valilerinden biriydi. Konferans salonunda öğrencilerin karşısına çıkarak:

-Duydum ki bugün valilikten izin almak gereğini duymaksızın bir yürüyüş yapmışsınız. Bu davranışınız yasalara göre büyük bir suçtur. Siz iktidarı eleştirecek kimseler misiniz? Üç beş tane Hasan Ali Yücel in yetiştirdiği piç devleti eleştirmeğe kalkıyor. Sizlerin anaları babaları da piçtir ki sizleri bu şekilde yetiştirmişler. Sizler bu toplama yaramayacak muzur insanlarsınız. Böyle bir eğitim kurumunda yetişecek öğretmenlerin ilerde topluma yararlı hizmetler vereceğine inanmıyorum. Bir yüksek okulun öğrencileri bu kadar bilinçsiz olamaz. Bir takım gizli güçlerin

197

Sizleri bu yürüyüş için tahrik ettiklerine inanıyorum. Belki içinizde bilmeden bu işe katılanlar olmuş olabilir. Ben şimdi hepinize tekrar soruyorum. Bu yürüyüşe katılmadım diyenler çıksın, katıldım diyenler salonda kalsın ,dedi.

Bu söz üzerine salonun büyük bir bölümü boşaldı. Ben de salonu terk edenler arasındaydım. Salonu terk etmeyen cesur öğrenciler de oldu. Bunların sayısı on- on iki kişi civarındaydı.

Valinin tehditlerinden ve hakaretlerinden korkmayan bu yiğit arkadaşlarımız o gün yargı önüne çıkarıldılar. İlk ifadelerinin alınmasından sonra mahkeme tutuksuz yargılanmak üzere arkadaşlarımızı serbest bıraktı. Bu olayda Balıkesirli avukatlardan büyük bir bölümü öğrenci arkadaşlarımızı yargı önünde savunmak üzere onların saflarında yer aldılar. Uzun bir yargılamadan sonra arkadaşlarımız suçsuz bulunarak beraat ettiler. Yargının verdiği beraat kararı öğrencilere büyük bir cesaret vermişti.

1960 yılı Mayıs ayına geldiğimizde bu tür olaylar daha da arttı. Türkiye genelinde öğrenciler ve işçiler sürekli iktidarı kınama mitingleri düzenliyorlardı. Bizler okulun son sınıf öğrencileriydik. Olayların hızla yayıldığı o tarihlerde Okul bitirme sınavlarına hazırlanıyorduk. Mayıs ayı okul bitirme sınavlarının yapıldığı aydı. Günlerimiz hep okul bitirme sınavlarına hazırlanmakla geçiyordu. Özellikle son sınıf öğrencileri öyle sürekli mitinglere katılacak durumda değildik.

Mayıs ayının başlarında henüz daha okul bitirme sınavları başlamamıştı. Bir sabah

198

dershanemizde ders çalışırken okul hademesi sınıfa gelerek:

- Müdür bey odasında sizi bekliyor,dedi.

Ben de 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramı konuşmasını yapmak için müracaat etmiştim. Beni bunun için çağırdığını düşünerek odasına gittim.

Okul müdürü bana:

-Seni bazı disiplinsiz davranışlarından dolayı disiplin kuruluna verdim. Kurul seni bekliyor git savunmanı yap,dedi.

Disipline uymayan hiçbir davranışım olmamıştı. Bu şekildeki bir suçlama bende şok etkisi yarattı. Doğruca disiplin kurulunun toplandığı odaya gittim. Kurul başkanı bana :

-Sen okula politikayı sokan bir öğrenci olarak suçlanıyorsun. Ayrıca cemiyet muhasibi olarak maddi sıkıntı içinde bulunan öğrencilere para yardımı yaparken tarafsız davranmamışsın ve sizin yönetiminize karşı olan öğrencilere para yardımı yapmamışsın. Öğrenci cemiyetinin olağanüstü toplantıya çağırılması ile ilgili imzalı dilekçeleri işleme koymayarak suç işlemişsiniz. Öğrenci Cemiyetinin diğer üyeleri ile birlikte aynı derecede suçlu görünüyorsunuz. Bu suçlamalara ilişkin savunmalarınızı yazılı olarak bize bildirin,dediler.

Disiplin kurulunca bana yöneltilen suçlamaların gerçekle bir ilişkisi yoktu. Okula politikayı soktuğumuza ilişkin hiç bir eylemimiz olmamıştı. Öğrenci cemiyetinin olağanüstü toplantıya çağırılması ile ilgili olay yargıya intikal etmiş ve mahkeme toplantıyı yapmamakta bizleri haklı bulmuştu. Suçlamalara ilişkin görüşlerimi

199

önce sözlü olarak açıkladım sonra da yazılı metne dönüştürerek disiplin kuruluna verdim.

Disiplin kurulu üyelerinden tarih öğretmenimiz Süreyya Bey ile ilişkilerim iyi idi. Çok saygı duyduğum efendi bir öğretmendi. İfademin alınmasından sonra gidip kendisi ile özel olarak görüştüm. O bana :

-Korkma bundan bir şey çıkmaz. Ceza almanı gerektirir ciddi bir suçlama yok. Sen git bitirme sınavlarına hazırlan,dedi.

Ben olayı kapanmış bilerek mezuniyet sınavlarına hazırlanıyorum ve günlerim ders çalışmakla geçiyordu. Sınavlar da başlamıştı. İki yada üç günde bir bir dersin sınavına giriyorduk. Üç dersin sınavı bitirilmiş olup dördüncü bir sınava hazırlanıyordum.

27 Mayıs 1960 sabahı yine ders çalışmak için erken kalkmıştım. O gün bir olağanüstülük vardı sanki okulda. Okul bahçesindeki hoparlörden birtakım sesler geliyordu. Bu saatlerde okul radyosu pek açık olmazdı. Benim gibi erkan kalkan öğrencilerde okul bahçesinde toplanmış radyo yayınlarını izliyorlardı. Ben de yayınları izlemek üzere onların yanına gittim.

Radyoda tok ve kalın bir ses durmadan aynı sözleri tekrar edip duruyordu.

-Dikkat !.. Dikkat!.. Ordu yönetime el koymuştur. İkinci bir emre kadar kimse sokaklara çıkmasın. Ordunun yayınlayacağı bildirileri takip edin . Diyordu.

Daha önce bir ihtilal yaşamadığımız ve görmediğimiz için radyoda yayınlan anonslar bana

200

çok ürkücücü geldi. Bir süre yapılan anonsları dinledikten sonra yine ders çalışmak üzere dershaneye dönüp gelişmeleri uzaktan takip etmeğe başladım.

Bir süre sonra ihtilal haberini duyan öğrenciler okul meydanına toplandılar. Bir anda büyük bir coşku seli oluştu. Öğrenciler durmadan ordu lehine sloganlar atıyor ve iktidarı lanetliyorlardı.

Sınıflarda ders takip eden öğrenci kalmamıştı. Herkes okul meydanındaydı. Okul resmen olmasa da fiilen tatil edilmişti. Derslere giren yoktu. Okul idaresi de bir bocalama içindeydi. Ne yapacaklarını şaşırmış durumda olayları uzaktan seyrediyorlardı. Bütün gün olaylar aynı heyecanla devam etti ve öğrencilerden o gün hiç derslere giren olmadı. Bir süre sonra okul meydanına sığmayan öğrenciler ellerinde bayraklarla Balıkesir sokaklarına taşmağa başladılar. Çok farklı bir heyecan ve korkutucu bir coşkuydu.

Her nedense ben diğer öğrenciler gibi bir heyecan duymadım ve yürüyüşlere de katılmak istemedim. Bitirme sınavları yakın olduğu için bütün günümü ders çalışmakla geçiriyordum. İhtilale karşı ilgisiz kalmanın belki de nedeni buydu. Ben son sınıf öğrencisi olduğum için mezuniyet sınavları benim için daha önemliydi. Benim bu ilgisizliğim karşısında bazı öğrenciler yanıma gelerek mitinglere katılmamı ve kendileri ile birlikte olmamı istediler.

 

 

201

Ben onlara :

-Okul bitirme sınavlarına hazırlanıyorum. Yıl içinde hazırlanamadığım derslerim var. Benim için derslerim ihtilalden daha önemlidir. Bu nedenle mitinglere katılmak gereğini duymuyorum. Biz öğrenciyiz. İhtilal siyasi bir olay ,öğrencilerin bu tür olaylar içinde yer almaması gerekir. Ordu gereği neyse onu yapar. Şeklinde bir açıklamam oldu. Aslında ihtilali de tasvip etmiyordum. Ama böyle bir ortamda bunu açıkça söylemenin yanlış olacağını düşünerek bu tür söylemlerim olmadı.

Öğrenci cemiyetindeki görevim nedeniyle bana husumet besleyen muhalif guruptakiler, benim ihtilale karşı olduğumu ve böyle bir olayı tasvip etmediğimi okul müdürüne jurnal ettiler.

Okul müdürümüz siyasi yönünü pek bilemezdik. Bu konularda öğrencilere fazla açık vermezdi.

O yıllarda Balıkesir de aktif politika yapan Yırcalı kardeşler vardı. Bunlar iktidar yanlısı kimselerdi. Okul müdürümüzün bu kişilerle iyi ilişkiler içinde olduğunu hepimiz bilirdik. Müdürümüzün Yırcalılara bu kadar yakın olması dolaylı olarak siyasi görüşünü de yansıtıyordu. İhtilalden sonra müdürümüz birden Yırcalılar dan uzaklaştı ve ihtilal yanlısı kişilerin saflarında yer aldı.

Başlangıçta öğrenci olaylarına soğuk bakan müdürümüz birden yön değiştirerek öğrencileri destekleyen bir tavır içine girdi. Böyle bir davranışı kimse onun kişiliğine yakıştıramamıştı.

İhtilalin ilk gün heyecanı bir iki gün içinde bitti. öğrencilere yürüyüşleri bırakarak benim gibi

202

mezuniyet sınavlarına hazırlanmağa başladılar. Ben de günlerimi hep ders çalışarak geçiriyordum. Daha önceki sınavlarım da iyi geçtiği için moralim iyi idi.

Edebiyat sınavımızın olacağı bir gündü. Dershanemizde sınava gireceğim dersin son tekrarlarını yapıyordum. Sınav saati de bir hayli yaklaşmıştı. Kahvaltıdan çıktım, dershanemizde sınav saatini bekliyordum. Yaşlı bir okul hadememiz vardı. Sınıfa gelerek bana :

-Seni Müdür bey istiyor, dedi.

Tüm sınıf arkadaşlarım sınav salonunun önünde toplanmış salona alınmalarını bekliyorlardı. Aslında müdürün odasına sınavdan sonra da gidebilirdim. Merakımı gidermek için sınav salonuna giderken yolumun üstünde olduğu için geçerken müdür odasına giriverdim. Odaya girdiğimde müdür beni çok iyi karşıladı ve karşısındaki misafir koltuğuna oturmamı işaret etti.

Ben Müdürün karşısında bulunan deriden yapılmış misafir koltuğuna oturdum. Müdürün odasında ilk kez böyle bir koltuğa oturuyordum. Müdürümüz Adnan Çakmakçıoğlu bugün daha neşeli ve kendinden emin görünüyordu. Neşeli görünmesi bana da biraz cesaret verdi. İyi bir şeyler söyleyeceğini tahmin ettim. Ben merakla müdürün söyleyeceklerini beklerken bana Eliyle işaret ederek:

-Bak şu masanın üstünde durun pembe kağıdı alıp okur musun ? dedi.

Ben de kağıdı elime aldım baktım bir telgraf kağıdıydı. Telgraf Milli Eğitim bakanlığından

203

gelmişti.

Telgrafta “ Okul öğrencilerinden Ziya Kayapınar ın okulda politika ile uğraştığı ve okul disiplinine uymadığı bu gerekçelerle de okul disiplin kurulunca okulla ilişkisinin kesilmesine karar verildiği, verilen kararın Bakanlıkça da uygun görüldüğü, bu nedenle adı geçen öğrencinin derhal okuldan uzaklaştırılması” isteniyordu.

 

Telgrafı okuyunca bir süre şok geçirdim. Gözlerim karardı ve hiçbir şey düşünemez oldum. Öylece koltuğa yığılıp kaldım. Böyle bir cezayı hak etmemiştim. Müdürün öğrenci cemiyeti hareketlerinde bize karşı olan muhaliflerimize hoş görünmek için yaptığı bir hareketti. Okuldan uzaklaştırılma cezası onların baskıları ile verilmiş bir ceza idi.

Müdürümüzle ilişkilerim çok iyi olmasa da O nu ilkelerine bağlı saygın kişiliğe sahip birisi olarak tanıyordum. İhtilal olur olmaz sanki bir kişilik değiştirmiş bambaşka bir müdür olmuştu. Şimdi karşımda büyük bir iş başarmış olmanın mutluluğu ile oturup duruyordu. Benim nazarımda adeta küçülmüş ve müdürün yerini zavallı birisi almış gibi geliyordu. O konumda olan bir eğitimci öğrencisinin çektiği üzüntü karşısında mutluluk duymamalıydı. Sınav saatine yarım saat kala böyle bir kararın tebliğ edilmesi bir intikam duygusundan başka bir şey olamazdı. Sınavdan sonra da Bakanlık kararını bana tebliğ edebilirdi. Bu kadar aceleci davranması onu yüceltmemiş, küçültmüştü.

 

204

Müdürün odasında bir süre öyle sessiz ve hareketsiz oturdum. Geçmiş ve gelecek gözlerimin önüne geldi. İki yıllık bir emek ve hayallerim yok olmuştu. Önümde karanlık bir gelecek beni bekliyordu. Çözümü güç engeller vardı. Bunları yenmek ve yeniden yaşama bağlanmak pek kolay görünmüyordu. Böyle karamsar düşünceler içinde dalmış beklerken yine müdürün sesi ile kendime geldim. Müdürümüz :

 

-Bakanlığın karı bu. Yapılacak başka bir şey yok. Bugün hemen okulu terk et ve bir olay da çıkarma ,diyerek uyarıda bulundu.

Ben ayağa kalktım. Müdüre:

-Bu cezayı hak edecek bir suç işlemedim. Ben bu okulda mezun olacağım hiçbir yere gitmem” diyerek telgrafı müdürün masasına fırlattım ve kapıyı hızla çarparak dışarı çıktım.

Kapıyı çarparak çıkmam müdürün hoşuna gitmedi. Bu davranışımı bir hakaret gibi algılayarak:

-Kapıyı doğru dürüst kapat ! diyerek arkamda bağırdı ve geri dönmem için okul hademesini gönderdi. Beni zoraki okul müdürünün odasına götürmeğe çalışan hademeyi iterek sınav salonuna doğru yürüdüm.

Müdürün odasından dışarı çıktığımda öğrenciler isim okunarak sınav salonuna alınıyorlardı. Ben de ismin okunmasını bekledim. Tüm liste bitti. Benim ismim okunmadı. Sınavı yapacak komisyonun yanına gittim:

-.Hocam benim ismimi okumadınız, dedim

Komisyon başkanı:

205

-Okul müdürünün emri var. Sizi sınava alamayacağız. Git müdürle görüş ,dediler.

İkinci kez yıkılmıştım. Adım atacak ve bir yere gidecek durumda değildim. Bir süre okulun taş basamaklarına oturdum. Öğrencileri gelip geçenleri öyle bilinçsiz bir şekilde seyrediyordum. Duygularım karmakarışıktı. Hiçbir şeyi sağlıklı düşünemiyordum. Beynim bir travma geçirmiş gibi kendimden geçmiştim. Geçmiş yıllarımı,verdiğim emeklerimi düşündüm. Gerçekten okuldan atılacak kadar bir suçum yoktu. Bu tamamen politik bir karardı.

Okulun taş merdivenleri üzerinde otururken sevenlerimin ve sevmeyenlerimin bu hüzünlü halimi görmelerini de istemiyordum. Artık yapılacak bir işlem yoktu. Arkadaşlarım sınavdan çıkmadan önce okulu terk etmeliydim. Yakın dostlarla vedalaşmak ta istemedim. Böyle bir ortamda vedalaşmak daha hüzün verici olur diye düşündüm. Bu nedenle hızlı bir şekilde valizimi hazırlayarak kendimi okuldan dışarı attım.

İki yıllık anıların bulunduğu bir okul206

u terk etmek de kolay olmuyordu. Üzgün bir şekilde ağır adımlarla okuldan çıkarken ufkumun kapalı olduğunu hissediyordum. Artık okul ve okul bahçesi sanki bana bir mezar gibi görünüyordu. İnsanın en kötü anı çaresiz olduğu andır. O yaşıma kadar ömrümde böyle çaresiz kalmamış ve hiçbir kötü gün yaşamamıştım.

Aşinası olduğum, hatıralarla dolu Balıkesir caddelerini ağır adımlarla kat ederek otogara doğru yürürken bundan sonrası için neler

206

yapabileceğimi düşünüyordum. Tamamen küsmek

ve bu olanları bir kader olarak düşünüp mücadele etmemekte doğru bir davranış olamazdı. En azından hakkımı aramam gerektiğine inanıyordum. Bu nedenle hiçbir yere gitmeden önce Ankara ya gidip ihtilali yapanlara uğradığım haksızlıkları anlatmam halinde belki yeni çözümler bulunabilir diye düşünüyordum. Bu nedenle Ankara ya gitmeğe karar verdim.

İhtilalin lideri Cemal Gürsel Paşaydı. Öncelikle sorunlarımı anlatabilmek için Cemal Gürsel paşa ile görüşmeyi düşünüyordum. Bu amaçla önce onun kaldığı mekanı öğrendim. Başbakanlık binasında kalıyordu. Bir ihtilalin lideriyle benim gibi bir öğrencinin görüşmesinin mümkün olamayacağını da biliyordum. Yine de şans diyerek denemek istedim. Başkanlık binasına gittiğimde beni özel kalem müdürü ile görüştürdüler. Kalem müdürü:

-Paşamızın çok yoğun işleri var. Cemal Gürsel ile görüşebilmeniz ancak yirmi- yirmi beş gün sonra gerçekleşebilir. Ona da kesin gözü ile bakmayın; bakarsınız o gün de başka imkansızlıklar doğar, görüşemeyebilirsiniz. Siz sorununuzu en iyisi gidip Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı ile görüşmeniz daha uygun olur,dedi ve bana Cemal Gürsel le görüşmek için bir tarih veremeyeceğini söyledi. .Ben de o kadar uzun süre Ankara da kalacak durumda değildim.

Milli Eğitim Bakanlığına gittim. Müsteşarla görüşmek istediğimi söyledim. Müsteşarın Özel kalem müdürü fazla bekletmeden beni Müsteşarın

207

odasına gönderdi. O tarihlerde Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı Nuri Kodamoğlu isimli bir eğitimciydi. .

Müsteşar beni gayet iyi karşıladı. Anlattıklarımı sonuna kadar dinledi. Sonra da bana:

-Evladım sorunlarını anladım. Biliyorsunuz bir ihtilal dönemi yaşıyoruz. Sizin için daha kötü durumlar olabilirdi. Şu an bakanlık olarak sizin için yapacağımız hiçbir şey yok. Gidin babanızın çiftini sürün,o da bir yaşam biçimi,dedi.

Olumlu çözümler beklemediğim için müsteşarın davranışları beni fazlaca üzmedi. Onun tavsiyesine uyarak babamın çiftini sürmek üzere memleketime döndüm.

Yakınlarıma ve aileme okuldan kovulduğumu söylemek pek kolay olmayacaktı. İhtilal nedeniyle derslere ara verildiğini ve ilerde tekrar okula döneceğimi onlara anlattım. Onlar da bana güven duydukları için söylediklerime inandılar.

 

Aradan kısa bir zaman geçince Milli Eğitim bakanlığına bir dilekçe yazarak okulu bitiremediğimi ve ilkokul öğretmeni olarak herhangi bir yere atanmamı istedim. Böyle bir istekte bulunurken de yine umutlu değildim. İhtilale karşı olan ve okuduğu okuldan kovulan birisine görev vermek istememelerini de bir bakıma doğal kabul ediyordum.

Milli eğitim Bakanlığından kısa sürede dilekçeme yanıt geldi. Benim ilkokul öğretmeni olarak Bursa merkez Hasan Köyü ilkokuluna

208

atandığım bildiriliyordu. Bu beklenmedik Haber beni hayli mutlu etti.

İki yıl aradan sonra eski mesleğim olan ilkokul öğretmenliğine yeniden dönmüş oluyordum. Bu da benim için iyi bir çözümdü. Atamamı yapan İlköğretim Genel müdürlüğü okuldaki suçumu bilmediği için böyle bir atamayı yapmış olabilir diye düşündüm. Yüksek öğrenim genel müdürlüğünden durumumu sormuş olsalardı kesinlikle böyle bir atama yapmazlardı. Genel müdürlükler arasındaki iletişim yetersizliğinden kaynaklanan bir atamaydı.

Bu duruma razı olarak okulların açılmasını beklerken Milli Eğitim Bakanlığından bana ikinci bir yazı geldi. Bu yazıda da Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsünde okuldan uzaklaştırılmış olmam nedeniyle sınavlarına giremediğim dersler için Bursa Eğitim Enstitüsünde bitirme sınavlarına girebileceğim bildiriliyordu. Bu haber beni daha da sevindirdi ve umutlandırdı. Daha okulların açılmasına az bir süre kalmıştı. Hemen Bursa Eğitim Enstitüsüne giderek öğrencilerle ve okul idaresi ile görüştüm.

O yıllarda Bursa Eğitim Enstitüsünün müdürü Dr. Halis Özgü idi. Onu yazmış bulunduğu küçük el kitapları ile tanıyordum. Eğitim konuları ve psikoloji ile ilgili olarak yazdığı çok sayıda küçük kitapları vardı. Eğitici yönü olduğu için kitaplarının hepsini de almıştım. O yıllarda eğitim çevrelerinde ismi çok duyulan bir kimse idi. Bir eğitimci ve psikolok olması nedeniyle beni daha iyi anlayacağını düşünmüştüm. Bu duygularla kapısını çalarak odasına girdim.

209

Müdür Bey masasında bazı şeylerle meşgul görünüyordu. Bir süre benimle ilgilenmedi. Daha sonra:

-Buyur evladım, dedi.

 

Ben elimde bulunan Milli Eğitim Bakanlığının yazısını göstererek :

-Bakanlıktan bana böyle bir yazı geldi. Bu durumu görüşmek için geldim hocam,diyerek elimdeki bakanlık yazısını Müdür beye uzattım.

 

Verdiğim yazıyı bir süre okuduktan sonra bana dönerek:

-Ne için seni okuldan kovdular? Önce onları bir anlat da dinleyeyim ,dedi.

Ben de:

-Arkadaşlarım beni ihtilale karşıymış gibi gösterdiler ve öğrenci cemiyetinden dolayı yaşadığım olaylara bağlı olarak beni bu okula naklettiler, diyerek yaşadıklarımın kısa bir özetini anlattım.

Bana dönerek:

-Sen iyi bir öğrenci olsaydın okulundan kovulmaz buralara kadar gönderilmezdin. Sen bir öğretmen adayısın. Öğretmenin topluma örnek olacak vasıflı bir kimse olması gerekir. İyi bir öğretmen olamayacağını davranışlarınla kanıtlamış durumdasın. Sen bu okuldan kolay kolay mezun olamazsın. Geçmişin ve davranışların bir öğretmene yakışır nitelikte olmalı. Çok büyük suçların olmasaydı seni okulundan kovmazlardı. Şu an yaz dönemi sınavları bittiği için okul kapalı. Senin için özel sınav komisyonu kuramam.

210

Memleketine git ne zaman çağırırsak o zaman gelir sınavlara girersin, dedi .

Okul müdüründen beklediğim anlayışı ve davranışı görmedim. Gözümde büyüttüğüm psikoloji doktoru ve eğitim uzmanı Dr. Halis Özgü birden karşımda küçülüvermişti. Bir psikoloji doktorunun mağdur olmuş bir öğrenciye karşı tavrı böyle olmamalıydı. Beni tanımadan beni ölçmeden “Bu okuldan mezun olamazsın” şeklindeki sözleri aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hala kulaklarımda yankılanır durur. Bu düşüncedeki eğitimcilerle sorunlarımın çözülemeyeceğini anlamıştım. Her şey şahsi çabama bağlı kalıyordu. Ama yine de iyimser halimden taviz vermeyerek:

-Hocam siz mezun etmeyi düşünmeseniz de Bakanlık bu hakkı bana verdiği için ben şansımı deneyeceğim, Okulumu bitirmek için iki yıl emek verdim. Emeklerim boşa gitmesin,dedim.

Israrım üzerine müdür bana:

-Git müdür yardımcısına kaydını yapsınlar, dedi.

Müdürün odasından çıkıp müdür yardımsının odasına gittim.

Müdür yardımcısı Edebiyat öğretmeni bir bayandı. Elimdeki bakanlık yazısını kendisine uzattım. Yazıyı okuduktan sonra ne için okulumdan atıldığımı sordu. Hikayemi olduğu gibi O na da anlattım.

Müdür yardımcısının tutumu Müdür den farklı değildi. O da bana:

-Boşuna yorulmuşsun bu zihniyetteki bir öğrenci bu okuldan mezun olamaz. Yine de senin

211

kaydını yapıyorum. Ne zaman çağırırsak o zaman sınavlara gelirsin, diyerek başkaca açıklayıcı bir konuşma yapmak gereğini duymadı.

Sanki okulun tüm öğretmenleri bana karşı bir cephe oluşturmuşlardı. İhtilale karşı olanları bir düşman gibi görüyorlardı. İhtilal ülkemize yeni bir milli mücadele kazandırmış gibi değerlendiriliyor ve ihtilali benimsemeyenler bir vatan haini gibi düşünülüyordu.

Müdür yardımcısının bu olumsuz tavrı karşısında onunla münakaşa etmenin bir yararı olmayacağını düşünerek odasından ayrıldım

Yaz tatiline girilmiş olmasına rağmen öğrencilerin bir kısmı daha okuldan ayrılmamışlardı. Edebiyat bölümü son sınıf öğrencilerden bazıları ile görüştüm ve ders notları konusunda bana yardımcı olmalarını istedim.

Öğrenci arkadaşlarım benimle son derece ilgilendiler, açıklamalarda bulundular ve okudukları konular ile ilgili bana hayli notlar temin ettiler. Okul yönetiminin bana karşı olan çirkin davranışına karşı öğrenci arkadaşlarımın yakın ilgisi beni mutlu etti. Biraz kendime güvenim geldi. Arkadaşlardan gerekli bilgileri aldıktan sonra tekrar memleketime döndüm.

Güz sınavlarına iki aylık bir zaman vardı. Bu da çalışmam için yeterli bir zamandı.

Eğitim Enstitülerinde belirli bir müfredat programı olmadığı için her okul farklı bir program takip ediyordu. Benim Necati Eğitim Enstitüsünde öğrendiklerimle Bursa da okutulan konular arasında hiçbir benzerlik yoktu. Bu nedenle kendi

212

okulumda öğrendiklerimin bir işe yaramayacağını düşünerek Bursa Eğitim Enstitüsünde öğretilen konulara göre hazırlık yapmam gerekiyordu. Benim ile birlikte Necati Eğitim Enstitüsü Öğrenci cemiyetinde görev almış olan iki arkadaşım daha bu okula sürgün edilmişti.

Okul idaresi ile olan görüşmelerimden iki ay kadar sonra bana sınav günlerini bildirir bir yazı geldi. Belirtilen tarihte Balıkesir den sürgün gelmiş üç arkadaş sınavlara katılmak üzere okula geldik.

İlk sınavımız Edebiyat dersindendi. Sınavlar sözlü olarak yapılıyordu. Sınav sistemi de bizim okulumuzdakinden çok farklıydı. Sıra bana geldiğinde sınav odasına girdim. Dört öğretmen dört ayrı masada oturmuş bizleri bekliyorlardı.

En baştaki masada divan edebiyatı öğretmeni oturuyordu. Önce onun karşısına geçtim. Soruları sormasına bekledim.

Hocamız masanın üzerinde duran “Nedim in un Divanı “ isimli eseri gelişigüzel açarak kitap içindeki şiirlerden birisini açıklamamı istedi. Belirtilen kitap Farsça –Acem karışımı bir dil ile yazıldığı için bu kitabın içindeki şiirleri açıklayanın Farsça-Acemce bilmesi gerekiyordu. Öğrencilere böyle bir dil eğitimi verilmediği için yazarı tanımak amacı ile örnek birkaç şiiri öğrencilere Türkçe açıklamaları ile öğretiliyor öğrenciler sadece öğretilen şiirlerden sorumlu oluyordu. Hocalar bana karşı böyle bir uygulamaya girmediler. Beni bocalatıp mezun etmemek için kitabın tamamından sorumlu tuttular.

 

213

Ben aynı okulun aynı bölümünde okuyan öğrencilerin notlarına göre çalıştığım için onlara öğretilen belirli sayıdaki şiirleri öğrenmiştim.

Açıklanması istenen şiirin Türkçe anlamlarını bilmediğim için ders öğretmenine:

 

-Hocam gösterdiğiniz şiiri ne kendi okulumda öğrendim ne de siz öğrencilerinize öğretmişsiniz. Ben öğrencilerinize öğrettiğiniz kadarı çalıştım. Bizlere öğretilmeyen bu şiiri açıklayamayacağım, dedim.

Hoca bana:

-Sen ilerde Edebiyat öğretmenliği yapacaksın. Nedim in divanını bilmeyen bir öğretmen Edebiyat öğretmenliği yapamaz. Divan Edebiyatına mal olmuş tüm şiirleri açıklaman gerekir,dedi.

Ben hocaya :

-Hocam!.. Öğrencileriniz Nedim Divanının tamamını öğrenmişlerse benden de bunu istemek hakkınız. Ama ben öğrencilerinize yazdırmış olduğunuz notlardan hazırlanarak sınava geldim, kendi okulumda da bunları öğrenmemiştik. Dilerseniz Balıkesir deki okulumda okutulan konularla ilgili notlarımı Size vereyim ,dediğimde öğretmen sorumu değiştirdi ve kendi öğrencilerine öğrettiği sorulardan sordu.

Sorulan soruyu verdiğim yanıtları öğretmen müdahale etmeden sonuna kadar dinledi. Cevaplar kendi öğrencilerine yazdırdığı notlara uygundu. Bu nedenle olsa gerek yanıtlarıma bir yorum getirmedi. Verdiğim cevapların doğru olup olmadığı hususunda da bir açıklama da yapmadı.

 

214

-Yan tarafa geçebilirsin ,diyerek beni aynı sınav komisyonunda görev alan başka bir öğretmene gönderdi.

İkinci masada batı Edebiyatı öğretmeni oturuyordu. Karşısına geçtim.

-Hocam buyurun sorularımı sorun .dedim.

Hoca bana:

-Ne biliyorsun ki ne sorayım,dedi.

Ben :

-Siz sorularınızı sorun bilip bilemeyeceğimi anlattıktan sonra anlayacaksınız hocam, diyerek tepkimi dile getirdim.

Hocamız lütfen sorularını sordu ben de yanıtlarımı verdim. Edebiyat hocaları sorulara doğru cevap verdiğimden sanki rahatsız oluyorlardı. Başarısız olmam onları daha mutlu edeceğe benziyordu. Şahsıma karşı bu kadar yanlı davranmalarına bir anlam veremiyordum. Sınav odasında değil de kendimi bir işkence odasında hissediyordum. Batı Edebiyatı hocamıza verdiğim yanıtlar bittiğinde hocamız:

-Alaylı bir tavırla bayağı bir şeyler biliyormuşsun, diyerek beni diğer sınav öğretmenlerine gönderdi.

Halk edebiyatı ve Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı ile ilgili sorularda zorlanmadım ve öğretmenlerinden de ters bir davranış ta görmedim. Edebiyat sınavı bittiğinde bana herhangi bir açıklama yapmadılar. Bu ders bölümün en önemli dersiydi. Bu dersi başaramadan diğer dersleri başarmak pek önemli değildi.

215

Tüm sınavlar bitmeden almış bulunduğumuz notlar açıklanmıyordu. Üç dersim daha vardı. O derslerin sınavları yazılı yapıldı. Sonunda sınavlar bitti ve almış bulunduğumuz notlar ilan tahtasına asıldı.

Dört dersten de geçer not alarak mezun olmayı başarmıştım. Diğer iki arkadaşım sınavlarda başarılı olamadılar ve ikinci yıl sınavlarına kaldılar.

Sınav sonrası Ankara Milli Eğitim Bakanlığında yapılan atama kurasında Tokat Gazi Osmanpaşa lisesi öğretmenliği çıktı. Artık ilköğretimle bir ilgim kalmamıştı. İlkokul öğretmeni olarak atandığım Bursa Hasanköy e de gidip göreve başlayamadım. Ortaokul öğretmenliğine başlamakla hayatımda yeni bir dönem başlamış oluyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

216

TOKATLI YILLARIM

 

1960 yılının Eylül ayı idi. Tokat Gazi Osmanpaşa lisesi öğretmeni olarak yeni görev yerimdeyim. Uzun ve üzücü olaylardan sonra Tokat a atanmak bana büyük bir moral oldu. Yaşadığım bunca üzücü olaylardan sonra böyle bir yere atanmış olmak bana verilmiş iyi bir ödüldü. Arkadaşlarımın büyük bir bölümü Doğu Anadolu nun ücra köşelerine giderken benim daha mesleğin ilk yıllarında Tokat gibi bir ile atanmamı arkadaşlarımdan bile kıskananlar oldu.

 

Tokat bizim ilimiz olan Sivas a komşu bir ildi. Sivas ın meyve ve sebze ihtiyacını belirli bir dönemde hep Tokat karşılardı. Tokat ı daha çok meşhur kirazları ile tanırdık Yıldızeli Köy Enstitüsünde okurken de Tokat a çok yakın bir konumdaydık. Ancak görmek kısmet olmamıştı. Tokat -Sivas oto yolu okulun içinden geçerdi. Tokat tan Sivas a giden meyve yüklü kamyonlardan Tokat ın meyvelik bir yer olduğunu tahmin ederdim.

O yıllarda bizim de bir kamyonumuz vardı. Bir keresinde babam Tokat a bir yük almış ve dönüşte de beni okulda ziyaret etmişti. Bana Tokat tan bir küçük sepet kiraz getirmişti. Kirazı yatakhanedeki dolabıma saklayarak daha sonra yemeyi düşünüyordum. Akşam yemeğinden çıkar çıkmaz kiraz yemeğe gittiğimde bir de ne göreyim bir sepet kirazdan bana bir tane bile bırakmamış o güzelim Tokat kirazları hırsızlara nasip olmuştu. O tarihlerde ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim.

217

Daha sonraki yıllarda ne zaman manavlarda kiraz görsem bu olay aklıma gelir ve üzülürdüm. Sonunda Tokat kirazını Tokat ta yemek da bana kısmet oldu.

 

Tokat, Yeşil Irmak vadisinin yamaçlarına kurulmuş yeşillikler içinde şirin bir ilimizdir. Kiraz bahçeleri ve üzüm bağları Tokat tan Turhal a doğru uzar gider. Kazova üzümü dedikleri o meşhur tatlı üzümün vatanı Tokat tır. Narenciye hariç meyvelerin büyük bir kısmı Tokat ta yetişebilmektedir.

Çocukluk yıllarımda Tokat için söylenmiş bir türkü vardı.

Tokat ın her yanı bağdır meşedir

İçinde oturan beydir paşadır “

Bu dizelerde anlatılanların doğru olduğunu Tokat ı görünce anladım. Özellikle Tokat tan Turhal a,Niksar ve Erba ya doğru uzanan alanlarda yeşilin her tonunu görmek mümkündü.

Tokat ı Anadolu ya tanıtan en üstün yanı kiraz bahçeleridir. O bahçelerde Tokat a özgü bir kiraz yetişir. Buna Tokat kirazı derler. Açık renkli,ufak taneli tatlı bir kirazdır.

Tokat kuruluş yeri itibariyle içine kapalı bir ilimizdir. Biraz içerlerde kaldığı için fazla gelişememiş küçük kalmıştır. Güzelliği biraz da küçük kalmasından kaynaklanıyor. Küçük bir il olduğu için genellikle şehir halkı hep biri birini tanıyan kimselerden oluşuyordu. Öyle başka illerden gelen pek yabancısı yoktu. Memurların büyük bir kısmı Tokat ın yerlileri idi. Halkı

218

genellikle tarımla ,sebze ve meyve yetiştirmekle uğraşırlardı. Şehirde kurulmuş göze batan bir sanayi kuruluşu hatırlayamıyorum. Sadece Turhal ilçesinde kurulmuş bulunan ve çalışır durumda olan bir şeker fabrikası vardı. Ben orada iken Almus ilçesine de bir hidro elektrik santralı yapılıyordu.

Ortaokul ve lise aynı binada öğrenim görmekteydi. Yanı başımızda da öğretmen lisesi yer alıyordu. Öğretmen lisesinin kaldığı bina aslında lisenin binasıymış sonra öğretmen okuluna devredilmiş. İki okul bir birine bu kadar yakın olmasına karşın iki okulun öğretmenleri arasında iyi bir ilişki yoktu.

Okulda göreve başladığım yıl okul müdürümüz Sabri Alagür isimli bir şahıstı. Daha ilk tanıştığımız ve göreve başladığım gün bana müdür yardımcılığı görevini teklif etti. Ben de görevi kabul ederek orada kaldığım sürece bu görevi yürüttüm. Mesleğe yeni başlamış birisi olarak müdür yardımcılığı görevinin tarafıma verilmesi okulun bazı öğretmenlerince hoş karşılanmadı. Böyle bir görevi bekleyen başka öğretmenlerin de olduğunu daha sonraki günlerde öğrenebildim.

Okula yeni geldiğim tarihlerde müdür ile öğretmenler arasında bu konuda bir anlaşmazlık olduğunu bilmiyordum. Bilseydim belki de böyle bir görevi kabul etmeyebilirdim. Başladıktan sonra da görevi bırakmanın iyi bir davranış olmayacağını düşünerek müdür yardımcılığı görevini yürüttüm.

Lisede görev yapan öğretmenlerin büyük bir bölümü Tokat ın yerlisi olduğu için aralarında iyi

219

bir ilişki yoktu. Basit nedenlerden dolayı bir birleri ile konuşmazlar ve bir birlerini kıskanırlardı. Okula sonradan gelen yabancı öğretmenler arasındaki ilişki onlara göre çok daha iyi idi. O yıl liseye yeni dört öğretmen atanmıştı. Ben de bu gurubun içindeydim. Dördümüzün de yeni olması nedeniyle aramızda çok iyi bir dostluk oluşmuştu. Bu arkadaşlarımızdan birisi evli diğer üçümüz bekardık. Ders dışı zamanlarımızı birlikte geçiriyor ve birlikte eğleniyorduk.

Okulda bizden önce atanmış üç bekar bayan öğretmen arkadaşımız bulunuyordu. Bunlardan birisi el işi ,birisi matematik ,birisi de fen dersleri öğretmeniydi. Uzun süre onlar bizlere, bizler de onlara uzak durduk. Bunlardan matematik öğretmeni olan hanım diğerlerinden daha güzeldi. Uzun boyu ve incecik yapısı ile beğenimi kazanmıştı. Bizlere diğerlerinden daha uzak ve soğuk davranıyordu. Öğretmenler arasında çok samimi olduğu bir kimse de yoktu. Sadece fiziki güzelliği nedeniyle diğer bayanlardan daha çok ilgimi çekiyordu.

Elişi öğretmeni olan bayan arkadaşımız diğer ikisine göre daha yaşlı ama daha sempatikti. Benimle de ilgilendiğini hissediyordum. Nöbetçi olduğu günler benim ikinci katta bulunan odama gelir orada birlikte sohbet ederdik. Bana uğramadığı gün pek olmazdı. Bir şeyler bahane eder günde bir kez mutlaka gelirdi. Bu günlük kısa ziyaretlerinden dolayı ben de mutlu oluyordum. Kısa süre içinde bu mutat ziyaretler sıklaştı ve okul içindeki boş zamanlarını hep benim odada geçirmeğe başladı. Çok güzel de bir sesi vardı. Ara

220

sıra odamda başkalarının duymayacağı şekilde bana sanat müziğinden güzel şarkılar okurdu. O yılların sevilen şarkısı “ Seni unutturamaz hiçbir şey” isimli şarkıydı. Her gelişinde bu şarkıyı okurdu. Bana bu kadar yaklaşmasındaki niyeti artık açık açık hissettirmeğe başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyor fakat bir türlü söyleyemiyordu. Ben de söylemek istediklerini tahmin ediyor,ona düşüncelerini açıklama fırsatı vermiyordum. Bu bayandan çok öbür bayan ilgimi çekiyordu. El işi öğretmeni benim peşimde,ben ise matematik öğretmeninin peşinde bir ikilem içindeydim.

Matematik öğretmeni olan bayan arkadaş tavırları ile pek umut vermiyor ve hep uzak duruyordu. Zaman içinde el işi öğretmeni peşimi bırakamaz duruma gelmişti.

O yılkı eğitim sisteminde her öğretmene sorunları ile ilgilenmek üzere bir sınıf veriliyordu. İdari görevim olmasına rağmen bana da bir sınıf verilmişti. Ben bir ilki başlatmak üzere sınıfımla özel bir gece düzenlemek istedim. Okulda sosyal etkinliklere pek yer verilmediği için öğrenciler yeteneklerini gösterme imkanlarına sahip olamıyorlardı.

Sınıf gecemizin amacı öğretmenleri ve öğrencileri bir akşam eğlendirmekti. Bu gecenin hazırlanmasında bana en çok el işi öğretmeni olan arkadaşım yardım etti. Kendisi kızların el işi derslerine girdiği için gecemizde konuklara sunulmak üzere küçük demetler halinde yapma mine çiçekler hazırlamıştı. Çiçeklere birer numara yapıştırarak gecemizde piyango bileti olarak kullandık. Bir rozet gibi yakalara takılan bu

221

çiçeklerimiz gecemizde çok büyük bir ilgi gördü. İki saatlik programımızda öğrencilerimiz yetenekleri ile velilere ve öğrenci arkadaşlarına güzel bir gece yaşattılar. Sınıf gecemiz daha sonra başka sınıf öğretmenlerince de tekrarlanarak okulda bir gelenek halini aldı.

Yapmış olduğu çiçeklerle elişi öğretmenimiz de öğrenciler ve öğretmenler tarafından taktirle karşılandı. Sınıf gecemiz elişi öğretmeni ile olan arkadaşlığımızın daha da güçlenmesine neden oldu. Bu yakınlaşmamızdan cesaret alan öğretmen arkadaşım nöbetçi olduğu bir gün yine odama geldi. Tedirgin ve heyecanlı bir hali vardı. Sandalyeye oturup dinlenmek te istemedi. Masama yaslanmış olarak ayakta duruyordu. En son ağzındaki baklayı çıkardı.

-Ziya bey sizi çok beğeniyor ve taktir ediyorum. Davranışlarımdan da anlamışındır. Sizin söylemeniz gerekin bir cümleyi ben size söylüyorum. Benimle evlenir misin? dedi.

Bu cümleyi söylerken arkadaşın büyük bir sıkıntı yaşadığını hissettim. Yüzü kıpkırımızı olmuştu. Bir süre yüzüme bakamadı,Öyle sessizlik içinde vereceğim yanıtı bekliyordu.

Bende bazı şeyler tahmin ediyordum ama böyle bir evlilik teklifi alacağımı hiç düşünmemiştim. Beni sevdiğini ve arkadaş olmamızı teklif edeceğini sanıyordum. Bu beklenmedik teklif karşısında ben de birden cevap veremedim. Sadece:

-Hakkımdaki güzel duyguların için sana teşekkür ediyorum Hoca Hanım. Bu arkadaşlığımızı evliliğe taşıyacak kadar bir

222

birimizi henüz yeteri kadar tanımadık. Evlilik oldukça ciddi bir konu. Bu konuyu bir birimizi tam olarak tanıdıktan sonra düşünelim ,dedim.

Verdiğim yanıt pek hoşuna gitmedi ve neşesi bir anda kayboldu. Sanırım hemen olumlu bir yanıt vereceğimi sanıyordu. Bir süre daha yanımda kaldıktan sonra :

-Yine görüşmek dileği ile hoşça kal, diyerek odamdan ayrılıp gitti.

Arada matematik öğretmeni olmasaydı belki bu teklifi kabul ederdim. Ama böyle bir teklifin direk bir bayandan gelmesini pek te doğal karşılayamadım. Geleneklerimiz bu görevi erkeklere veriyordu. Böyle düşünmüş olacağım ki arkadaşa karşı olan duygularımda olumsuz bazı şeyler olduğunu hissettim. Daha sonraki günlerimiz de yine ara sıra buluşup görüştüğüm olduysa da o ilk günlerdeki yakınlık ve ilgi azaldı. Daha sonra da bir birimizden tamamen uzaklaştık.

Elişi öğretmeni ile olan ilişkimizin bozulmasından sonra matematik öğretmenine biraz daha yaklaşmak istedim. Ama bu davranışımı bir başkasının görmesini yada sezinlemesini istemiyordum. Arkadaşın bana olan yaklaşımları fazla umut vermediği için işin gizli kalmasından yanaydım.

Sözünü ettiğim matematik öğretmenin bir gün benim katımda nöbetçi olduğunu gördüm. Teneffüste öğrencileri kontrol etmek bahanesi ile katta dolaşıp duruyordu. Yanına yaklaştım :

-Hocanım, Teneffüs bitiminde sizinle görüşmek

istiyorum,muavin odasına gelebilir misin ? dedim ve yanından ayrılarak odama gittim.

 

223

Teneffüs bitiminde hoca hanım odama geldi. Ben büyük bir heyecan içinde söyleyeceğim cümleleri düşünüyordum. O davranışlarımda bir fevkaladelik görmeksizin konuşmamı bekliyordu.

Ben heyecanımı belli etmeksizin:

-Hocanım okula geldiğim günden beri sizi izliyorum. Her haliyle ideal bir hanımsınız. Sizinle evlenmek istiyorum ,dedim ve başka bir söz söylemeksizin vereceği yanıtı bekledim.

O hafif bir gülümseme ile :

-Ziya bey hakkımdaki iyi düşüncelerin için teşekkür ederim. Ben henüz evliliği düşünmüyorum. İdealimde tekrar okumak var. Başka bir fakülteye gitmek istiyorum. Böyle bir düşüncem olmasaydı teklifine olumlu bakabilirdim. Böyle şeyler kısmet işi. Bir bakalım gelecek neler gösterecek, diyerek odamdan ayrıldı.

Hoca hanımın davranışında bana umut verecek bir işaret göremediğim için üzüldüm. Böyle durumlarda reddedilmek biraz onur kırıcı oluyor. O olaydan sonra hoca hanımı her görüşümde içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum.

 

Son karşılaşmamızdan sonra aramızda bir daha bu konu konuşulmadı. Yine aynı okulun öğretmenleri olarak arkadaşlığımız ve dostluğumuz devam etti.

Lisenin iyi bir öğretim kadrosu olup öğretmen açığı yoktu. Lisede yatılı okuyan öğrenciler de bulunuyordu. Okulun yan tarafında bulunan ikinci bir bina yatılı öğrenciler için

224

pansiyon olarak ayrılmıştı. Okulun bekar birkaç öğretmeni akşamları ve geceleri öğrencilere nezaret ediyor ve belletenlik yapıyorduk. Lise pansiyonunda belletenlik yapmak bekar arkadaşlar için iyi bir imkandı. Pansiyonda bizlerinde ayrı yatak odaları bulunuyor ve tüm yemek ihtiyacımız pansiyonca karşılanıyordu. Bizlere sağlanan bu imkanlara karşılık haftada iki akşam çocukların etüt saatlerinde onlara nezaret ediyor ve derslerine yardımcı oluyorduk.

Gazi Osman Paşa Lisesi bizlerden önceki yıllarda da Üniversitelere öğrenci veren başarılı bir lise olarak tanınıyordu. Bizim zamanımızda da bu özelliğini devam ettirdi.

Tokatlı yıllarım meslek yaşamımda özlemle andığım yıllardır. Çok iyi bir arkadaş gurubumuz vardı. Günün her saatinde ve geceleri geç vakitlere kadar hep birlikte oluyorduk.

Tokat öyle eğlence yerleri bol olan bir şehir değildi. Güneşin batması ile yaşam son bulurdu. Şehrin gece hayatı yoktu. Sadece içkiyi sevenler için Cimcim adlı bir lokantası vardı. Bazı akşamlar da bu lokantada toplanır yemek yer ve eğlenirdik. Müdürümüz Sabri Beyden sonra gelen Hasan Demir isimli ikinci müdürümüz de bizler gibi bekar olduğu için hemen her akşam beraber olur,müdür odasında gecenin geç saatlerine kadar sohbet ederdik.

Tokat a atandığım yıl bir genel seçim hazırlığı vardı. Tüm öğretmenler sandık başkanı olarak seçimde görevlendirilmişti. Benim de sandık başkanlığı görevim vardı. Sandık başkanlarına lisenin konferans salonunda iki

225

günlük bir kurs verilmişti. Bu seçim kurslarına devam ederken Tokat ın köylerinde öğretmenlik Yapan Türkan isimli bir kızla tanıştım. O da seçim kurslarına katılmak için okulumuza geliyordu. Tanışmamız bu vesile ile gerçekleşmişti. Uzun süren bir arkadaşlık dönemimiz oldu. Kardeşi de okulumuz da öğrenci olarak okuyordu. Ara sıra onu sormak bahanesi ile de olsa okula gelir ve odamda sohbet ederdik. Sonunda bu arkadaşlığımız daha da ilerledi ve aramızda büyücek bir aşk doğdu. Bu aşk bizi nişan yapmağa kadar götürdü.

Öğrenim yılının ortalarında sadece liseli öğretmen arkadaşlarımın katıldığı sade bir törenle nişanlandık. Günlerim artık sıkıcı geçmiyordu. Bazı hafta sonları nişanlımın köyüne gidiyordum. Bazı hafta sonları ise o Tokat a geliyor ve sık sık birlikte olabiliyorduk. Aslen tokatlı idi ve Tokat ın çok yakınında bir merkez köyünde öğretmenlik yapıyordu. Ailesi ise Tokat ın merkezinde hemen liseye yakın olan bir mahallede oturmaktaydı. .

Fakir bir ailenin kızıydı. Çekingen ve mahcup bir hali vardı. Lisede yanıma gelmeğe bile çekinir ve utanırdı. Tokat küçük bir il olduğu için gezip oturacak bir yer de bulamazdık. Hafta sonlarında genelinde ben O nun öğretmenlik yaptığı köye giderdim. Köyün tek öğretmeniydi. Beş sınıfı birden yalnız başına okutuyordu.

Davranışlarını beğenirdim. Öyle çok konuşmayan sessiz içine kapanık bir yapısı vardı. At kuyruğu şeklindeki o Sarı saçları ve her zaman gülümseyen mav i gözleri hoşuma giderdi. Hep gülümseyerek gözlerimin içine bakarak konuşurdu.

226

Biraz kiloluydu ama o hali kendisine yakışıyordu. .

Türkan ile tanışmamızdan sonra lisedeki arkadaşlarımla olan ilişkilerim artık bitmişti. Onlar da bu olaydan sonra bana uzak durmağa başladılar. Okulu ve Tokat ı çok sevdiğim için bir sorunum olmuyordu. Arkadaşlarla bir tarafa gitmediğimiz günler genelinde okulda olurdum. Bazı günler öğretmen arkadaşların kiraz bahçelerine ve üzüm bağlarına gider kiraz ve üzüm yerdik. Lisedeki arkadaşların yanında öğretmen okulunda, kız ve Erkek Sanat Enstitüsün de de arkadaşlarımız vardı.

En iyi arkadaşlarımdan birisi de Erkek Sanat Enstitüsünde öğretmenlik Yapan Bekir Gül dü. Öğretmenliğinin yanında müzikle de ilgilenen ve sanatçı yönü olan bir arkadaştı. O da bizim gibi yalnız ve bekar olduğu için çoğu akşamları benim lisede bulunan muavin odasında toplanıyor diğer arkadaşlarla birlikte sohbet ederdik. Hem halk müziği besteleri yapar , hem de o güzel sesi ile bizlere türküler okurdu.

Bu arkadaşımız bizleri ziyaret amacı ile liseye gelip gitmeleri sırasında lise öğrencilerinden bir kıza aşık olmuştu. Kıza bir türlü yaklaşamıyor ve ona olan duygularını anlatamıyordu. Sonunda bu aşkını türkülerle dile getirmek üzere “Allı Gelin Al Olaydın Selvilere Dal Olaydın” türküsünü besteledi. Bekir Gül daha piyasada hiç duyulmamış olan bu türküsünü ilk kez benim muavin odasından telefonla o yılların en sevilen halk müziği sanatçı Nezahat Bayram a okudu. Birkaç gün sonra bu türkü Türkiye

227

Radyolarından Nezahat Bayram ın sesiyle okunmağa başladığında yılın türküsü oldu.

Allı gelin türküsüne konu olan liseli kızımız bu Türkü nün kendisi için bestelendiğini biliyordu. Kızın babası da Bekir Gül ile aynı okulda öğretmendi. Sonunda Bekir Gül arkadaşları aracılığı ile bu kızı istetti. Ancak kız bu evlilik teklifini kabul etmedi. Bu olay Bekir Gül de aşırı bir moral bozukluğuna neden oldu ve hayata küserek içine kapandı. Daha sonra o da Tokat ı terk ederek ayrılıp gitti.

Kendi Okulundaki arkadaşlarından gittiği her yerde Alı Gelin e benzeyen birisini aradığını ve bulamadığı içinde evlenmediğini duymuştum. Sonraki yıllarda öğretmenliği de bıraktığı ve gazinolarda çalıştığı haberleri gelmişti. İlerdeki yıllarda biri birimizi kaybettik ve bir daha da haberleşemedik. Yıllar sonra İstanbul Unkapanı Plakçılar Çarşısında Noter olarak çalıştığım zamanlarda tanıdığım tüm müzik şirketlerine Bekir Gül ü sordum. Tanıyan hiç kimse çıkmadı. Müzik dünyasına sunmuş bulunduğu başka bir eserine de rastlamadım. Müzik piyasasında bestekar ve icracı olarak yer alan bir kimsenin eser vermemesi düşünülemez. Belki değişik bir sanatçı ismi kullanarak eser vermiş olabilir. Ben gerçek ismi ile aradığım için bu dost arkadaşın ismine hiçbir yerde rastlayamadım. Ne zaman o Allı Gelin türküsünü duysam özlemini duyduğum o sanatçı dostum ve eski anılarım aklıma gelir.

Lisede öğrencimiz olmasına rağmen Alı Gelin in bu teklifi neden kabul etmediğini öğrenme

228

imkanım da olmadı. Aslında Bekir Gül yakışıklı ve sanatçı kişiliği de olan değerli bir öğretmendi. Onu sevmeyen ve taktir etmeyen bir arkadaşı yoktu. O simsiyah gür bıyıkları ve babacan tavrı ile hepimizin günlünde farklı bir yer edinmişti. Bu olayı bir gurur meselesi yaparak Tokat tan ayrılmasına hepimiz üzülmüştük. Sevdiği kız öyle çok ta güzel bir kız değildi. Uzun boyu ,esmer teni ve kocaman burnu ve çirkin görünümü ile gelip Bekir Gül ün gönlüne nasıl oturmuştu bilemem. Hiç birimiz kızı ona laik görmüyorduk. Ama halk arasında “Gönül kimi severse güzel odur” sözünü bu olayda gördük ve yaşadık.

Bu değerli sanatçı arkadaşım bir gün yine beni ziyarete gelmişti. Benim muavin odasında oturduk konuşuyorduk. Konu yine Allı Gelindi. O anda kapım çalındı ve Allı Gelin içeri girdi. Derse geç kaldığı için sınıfa girebilmek için benden izin kağıdı istiyordu. O andaki manzara çok ilginçti. Allı Gelin de Bekir Gül de donup kalmışlardı. Ben izin kağıdını hazırlarken ikisi de sanki bir şok geçiriyor gibiydiler. Bir süre odamda sessizlik yaşandı. Sonra kız izin kağıdını alıp odamdan çıkarken Bekir Gül hayran bakışları ile kızı izliyordu. Bekir için mutlu bir gündü. Hiçbir zaman sevdiği kızı bu kadar yakından görmemişti. Alı Gelin in arkasından yine Allı Gelin i konuştuk ama yeni bir çözüm bulamadık. Bu karşılaşma Bekir Gül ün Allı Gelin i son görüşü oldu.

Yine bir gün Tokat tan Ankara gidiyordum. Aynı otobüste Alı Gelin ile ailesi de bulunuyorlardı. Onlar da benim gibi Ankara yolcusuydu. Otobüsümüzün hareket etmesinden

229

kısa bir süre sonra otobüsün radyosunda Allı Gelin türküsü söylenmeğe başladı. Ben Türkünün o kız için yazıldığını bildiğim için türkünün bitimine kadar Allı Gelin in tavırlarını izledim. Türkü bitinceye kadar Allı Gelin gözlerini yere dikti ve hiçbir tarafa bakmadan türkünün bitmesini bekledi. Hüzünlü bir hali vardı. Sanki o da Bekir Gül ü seviyormuş gibi geldi bana. Neden bu aşk böyle yarım kaldı kimse olayın sırrını çözemedi. Allı Gelin Türküsünü zaman zaman radyo ve televizyonlardan dinliyorum. Acaba bu aşkın kahramanları şimdi nerelerde nasıl bir yaşamları var merak eder dururum.

Tokat tatlı anılarımın olduğu bir şehirdi. Ortaöğretim de ilk görev yerim olması nedeniyle yaşamımda farklı bir yeri oldu. Meslek yaşamımda en iyi arkadaşları burada edinmiştim. Mehmet Şahin, Mehmet Güney, Mustafa Soydemir unutamadığım arkadaşlarımdır.

Tokat lisesindeki görevim bir yıl devam etti. Askerliğimi yapmadığım için bir an önce askere gitmek istiyordum Tokat yerleşebileceğim bir şehirdi. Nişanlım da tokatlı olduğu için askerlik dönüşü yine buraya gelmeyi düşünüyordum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

230

ASKERLİK YILLARIM

Tokattaki bir yıllık hizmetimin sonunda askerlik görevimi yapmak üzere Tokat tan ayrıldım. Yedek Subay okul dönemi İzmir Gazi Emir Ulaştırma okulunda geçti. Bu okulda altı ay kadar eğitim gördük. Okul döneminde ilginç anılar yaşayamadım. Okulun İzmir de olması nedeniyle sadece o büyük şehri tanıma fırsatım oldu. Altı aylık eğitim dönemi sonunda kura çekimi yapıldı. Kurada şansıma Aşkale Dördüncü Zırhlı Tugay Ulaştırma bölüğü çıktı.

Şans bu kez de beni karı kışı bol olan Erzurum a attı. Aşkale Erzurum un bir ilçesiydi. O topraklara o iklimlere yabancı değildim. İlkokul öğretmenliğim sırasında Horasan-Sarıkamış demiryolu inşaatında çalıştığım için yöreyi tanıyordum. Sarıkamış ın ve Horasan ın yolu Erzurum dan geçiyordu. Askerlik görev yerimin Aşkale olması beni üzmedi. Bir buçuk yıl kadar da Anadolu nun bu bölgesinde kalacaktım. Görev bahanesi ile ülkemi de tanımış oluyordum. Bu yörelere bir sebep olmadan insan gitmek istemiyor. Yörenin tarihi ve turistik bir özelliği olmadığı için gezmek bahanesi ile buralara gidemezdim.

Aşkale, Erzurum-Trabzon ve Erzurum –Erzincan kara yollarının kesiştiği bir noktada bulunuyordu. Bu küçücük şehre hayat veren buradaki 4.Zırhlı Tuğaydı. Askeri birliklerin dışında şehrin köyden bir farkı yoktu. Askerlerle şehir esnafının ilişkileri pek iyi sayılmazdı. Askerler şehir halkından uzak durur, şehir halkı ise askerlere yaklaşmağa korkardı. Öyle hafta sonu

231

tatillerinde askerler guruplar halinde şehre inemez ancak izinli birkaç askere yada görevi olanlara şehre gitme izni verilirdi.

Subaylar boş zamanlarını şehir merkezinde bulunan subay gazinosunda geçirirlerdi. Subay gazinosu subayların ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde düzenlenmişti. Her hafta sonu eğlencesi olur ve yemeklerimizi sürekli ordu evinde yerdik. Muvazzaf subaylar lojmanlarda Yedek Subaylar ise sivillerden kiraladıkları evlerde kalırlardı.

Benim görev yaptığım bölük ulaştırma bölüğü idi. Bölüğümüzün görevi komşu askeri birliklere şoför yetiştirmekti. Her üç ayda bir komşu askeri birliklerden gönderilen şoför adayları üç aylık bir eğitimden sonra şoför olarak yetiştirilir ve birliklerine geri gönderilirdi.

Bölükte bir bölük komutanı,bir muvazzaf teğmen iki de yedek subay teğmen vardık. İlk göreve başladığımda bölük komutanımız Deli Nüshet dedikleri bir yüzbaşıydı. Yedek teğmenlere çok güvenir bizlere çok değer verirdi. Bölük iki yedek teğmen vasıtası ile tüm eğitim çalışmalarını yürütürdü. Diğer Teğmen arkadaşım Doğan Tanyel isimli bir motor öğretmeni idi. Birimiz eğitime çıkarken birimiz nazari dersler verirdik. İkimizin çabaları ile Tugay a örnek bir ulaştırma dershanesi kazandırmıştık, Dershanenin her tarafı motor parçaları,motor kesitleri,levhalar ve yazılarla donatılmıştı. Tugay a gelen tüm yabancı konuklara dershanemiz mutlaka gezdirilirdi.

Ulaştırma bölüğünde tüm günlerimiz eğitim yaptırmakla geçerdi. Yaz ile kış arasında eğitim açısında bir fark olmuyordu. Erzurum un o soğuk

232

ve dondurucu kışlarında bile eğitim aksamazdı. Karlı havalarda sabahları bir tank gelir ve eğitim pistini iki kez dolaşır karları yere yapıştırdıktan sonra biz yine eğitime devam ederdik.

Normal görevlerimizin dışında sık sık gece ve gündüz nöbetlerimiz olurdu. Nöbetçi subay olduğumuz gecelerde sabaha kadar önemli yerleri denetlemek görevimizdi. Özellikle kış gecelerinde aşırı soğuklar nöbet tutan erler için hayati tehlike yaratabiliyordu. Gece nöbetlerinde nöbet yerinde donup bayılan ve rahatsızlanan erler olurdu. Bu tür olumsuzlukları azaltmak için kış geceleri nöbetler yarımşar saate indirilirdi.

Gece nöbetlerinden dolayı bir rahatsızlık duymazdım. Nöbet görevim olduğu geceler arabama biner sabaha kadar taburumuza bağlı nöbet yerlerini gezerdim.

Her zaman olduğu gibi yine yoğun bir kış gününde taburun nöbetçi subaylığı sırası bendeydi. Gece denetimleri için arabama bir şoför almaksızın nöbet yerlerini denetlemeye çıkmıştım. Denetlenmesi gereken önemli yerlerden birisi de uçakların bulunduğu Hava Gurubuydu.

Nöbet mahalline gittiğimde hava gurubunda tek bir nöbetçi vardı. Benim arabamı görünce silahını çekerek üzerine doğru gelmeğe başladı. Bir yandan da :

-Parola !.. Parola !.. diyerek bana parolayı soruyordu.

O gece dağıtılan parola “ İskemle” kelimesiydi.

Kelime benzerliği nedeniyle hava gurubunun nöbetçi çavuşu erlere parolayı

233

Sandalya “ olarak bildirmiş. Nöbetçi er parolayı bu şekilde bildiği için benim “İskemle” olarak söylediğim parolayı kabul etmiyordu. Parolayı yanlış bildiğimi sanarak durmadan üzerime doğru geliyor ve süngüsü ile beni etkisiz hale getirmek istiyordu. Ben kolumdaki nöbetçi subay bandını gösteriyor,nöbetçi subayı olduğum konusunda onu ikna etmeğe çalışıyor ama bir türlü ikna edemiyordum.

-Parola ! deyip üzerime doğru yürüyordu. Aramızda çok az bir mesafe kalmıştı. Nerede ise beni süngüleyecek kadar yaklaşmıştı. Ben parolayı yanlış bildiğini söylesem de anlatmak mümkün değildi Parola konusunda onu ikna etmek için kendi bölük çavuşunu getireceğimi bildirerek geri çekilmesini istedim. O olduğu yerde beklerken gece bölüklerine gidip parolayı dağıtan nöbetçi çavuşu buldum. Çavuş parolayı yanlış verdiği için nöbetçi er davranışında haklıydı. Nöbetçi ere hiç bir şey söylemedim. Ama parolayı yanlış veren çavuşa gecenin karanlığında güzel bir dayak çektim. Aslında dayak atmak adetim değildi. Bu hata yüzünden neredeyse nöbetçi er beni süngüleyecekti. Büyük bir hayati tehlikeyi bu şekilde atlatmış oldum.

Başka bir nöbetimde de nöbet alanım içindeki birliklerden birisinde nöbetçi bir ast subay bana gelerek :

-Teğmenim bölüklerin birisinde bir er delirmiş sağa sola saldırıyor,dedi.

Hemen olay yerine giderek eri alıp revire götürdüm. Revirde yedek subay doktor

234

arkadaşımız Kayhan Bey gece nöbetçisi olarak bekliyordu.

Er cinnet geçirmiş gibi durmadan titriyor, anormal hareketler yapıyor ve sağa sola saldırıyordu:

Erin durumu gören doktor yanında bulunan erlerden birisine:

-Gidin bana bir bardak su getirin ,dedi.

Gelen bir bardak suyu doktor deliren erin önüne koydu. Ona :

-Haydi şunun üstünde atla, diyerek emir verdi.

Bir baktım er soyunmağa ve üzerindeki elbiseleri çıkarıp atlamağa hazırlanıyor. Doktor erin bu davranışını görünce :

-Bu er esas içmiş ,diyerek onu revirin bir odasına hapsetti.

Sonradan doktordan öğrendim. Esrar içenler bir bardak suyu bir deniz gibi görür onun yüzerek geçmek isterlermiş. Soyunmasının sebebi de buymuş. Ertesi günü olayı tabur komutanlığına rapor edince tüm tugayda sıkı bir uyuşturucu araması yapıldı ve bazı erler göz altına alındı.

Erzurum un sert geçen kışı bizleri adeta bezdirmişti. Soğuktan doğru dürüst eğitim yapamıyor ve evlerimizi ısıtmakta zorlanıyorduk. Subay Gazinosunun dışında her taraf alabildiğine soğuktu. Ama askerlikte ona da alışmak gerekiyordu. Soğuklara karşı direncimizi artırmak için kış aylarında atışlı tatbikatlar bile yaptırılıyordu .

Geldiğimiz ilk yıl kış atışlı tatbikatımız Tercan dağlarında yapılmıştı. Tatbikata Genel

235

Kurmaydaki üst rütbeli komutanlar ve siyasi liderler de çağrılıydı. İsmet İnönü de Başbakan olarak bu tatbikata katılmıştı.

İsmet İnönü nün katılması tatbikata ayrı bir renk katmış ve ilgi çekmişti. Bizler de görevimiz olmadığı için tatbikata izleyici olarak katılıyorduk.

Bölük komutanımız Nüshet Bey İnönü hayranı birisiydi. İnönü nün geleceğini duyduğu için tatbikat yerine İnönü yü görsün diyerek ilkokulda okuyan küçük kızını da getirmişti. Bana rica ederek:

-Teğmen İnönü tatbikat yerine geldiğinde kızımla birlikte bir fotoğrafını çekmeni istiyorum, dedi.

Halk ve tüm komutanlar Tercan dağlarının tepesinde bir yere toplanmıştık. Biraz sonra İnönü yü getiren araç geldi. İnönü yanında bulunan birkaç generalle birlikte arabadan iner inmez hemen generallerden ayrılarak halkın arasında katıldı. Onlara dönerek askerce :

Hazrol !... Geriye dön !.. Marş marş!.. diye bir komut verdi ve kendisi de izleyicilerle birlikte bir süre koştu ve sonra da ordugah çadırına dönerek tatbikatı izlemeğe başladı.

Bu arada Nushet Bey in kızı hemen İnönü nün yanına yaklaşarak ellerinden öptü ve İnönü de onu yanaklarından öperken ben fotoğraflarını çektim. Güzel bir poz yakalamıştım. Nüshet yüzbaşı çektiğim bu fotoğrafı büyüterek evinin duvarlarına asmıştı.

Ulaştırma bölüğünde bir yıl çalıştıktan sonra beni Lojistik tabur S3 subaylığına aldılar. Aslında bu göreve binbaşı rütbesinde bir subayın bakması

236

gerekiyordu. Bu görevde çalışan binbaşı başka bir göreve alınınca bu görev bana verildi. Bu dönemde tabur komutanımız Hayrı Arıkan isimli bir Yarbay dı. Beni çok sever ve her gittiği yere beni de beraberinde götürürdü. Komutanın Emir subayı konumundaydım.

Tabur Komutanımız Bana örnek bir S3 odası hazırlamamı emretmişti. Yazı yazma ve grafik çizme konularında el becerilerim iyi olduğu için çok güzel bir S3 odası hazırladım. Tugay komutanımız Mithat Ceylan da bir gün S3 odamızı görmeğe geldi.. S3 odamızla ilgili çalışmalarımızı çok beğendiği için tabur komutanımızı ve beni tebrik etti. Bir iç genelge yayınlatarak tüm birliklerin S3 lerinin lojistik tabur S3 nün örnek alınarak yeniden düzenlenmesini istedi.

 

Hazırladığımız S3 odası tüm tugay a örnek olmuştu. Bizim taburdan sonra S3 odası hazırlayan birlikler odamızı örnek alarak S3 odalarını yeniden düzenlediler.

Tabur komutanımızla ilişkilerim çok iyi idi. Ailesinin bir ferdi gibiydim. Bir gün yine beni odasına çağırdı:Öğretmen olduğumu biliyordu. Bana:

Teğmen benim çok haylaz bir oğlum var. Bu lise ikinci sınıfta iki dersten belgelendi. Bu dersleri veremiyor. Oğlum Özkan ı sana emanet ediyorum, beni bu beladan kurtar ! dedi.

-Ben de :

-Komutanım ,Tokat lisesinde arkadaşlarım var. Oğlunuzu oraya götürmeme izin verirseniz

237

arkadaşlarıma rica ederim yardımcı olmağa çalışırlar, dedim.

-Sana bir ay izin veriyorum,ne zaman istersen al götür, Dedi.

O tarihlerde nişanlım orada olduğu için böyle bir görev beni sevindirdi. Bir ay gibi uzun bir süre nişanlımın yanında kalacak ve uzunca da bir tatil yapmış olacaktım.

Güz dönemi sınavlarına yakın tarihlerde komutanımızın oğlunu alarak Tokat lisesine götürdüm. Oradaki arkadaşlarıma:

-Rahat bir askerlik yapmamı istiyorsanız bu öğrencinin burada belgeli derslerini başarması gerekiyor,diyerek ricada bulundum.

Sağ olsun arkadaşlarım !.. Öğrenciye bir süre ücretsiz kurs verdiler. Bir aya yakanı öğrenci ile birlikte Tokat ta kaldım. Bu süre içinde komutanımızın oğlu girdiği sınavlarda başarılı oldu ve belgelendiği derslerini kurtardı.

Tabur komutanıma müjde vermek için telefon açtım .Haberi duyunca çok mutlu oldu .bana:

-İzni ni bir ay daha uzatıyorum ! Gelmek için acele etme ,dedi.

Ben nişanlımla olduğum için bu ikinci izin haberi beni sevindirdi. Bir ay daha Tokat ta kaldıktan sonra yine birliğime döndüm.

Birliğe dönüşümden kısa bir süre sonra Tokat ve Amasya yöresinde tütünlerde beliren bir hastalıkla mücadele etmek üzere askeri birliklerden yardım istenmişti. Bizim tugay da beş adet askeri jeeple bu yardıma katıldı. Araçların başında komutan olarak bana görev verildi.

238

Araçlar trenle Tokat ın ilçesi olan Turhal a gönderilirken ben de şoförleri alarak Tokat a gittim.

Araçlarımız her gün zirai mücadele elamanlarını köylere taşıyor, akşam olunca da Tokat a dönüyorlardı. Bizim görevimiz tütünlerdeki mavi küf hastalığı ile mücadelece edecek olan ekipleri ve gerekli olan ilaçları ilgili köylere ulaştırmaktı. Bu mücadele iki ay gibi bir zamanımızı aldı. Bu süre içinde araçlar köylerde görev yaparken ben Tokat merkez de kalıyor ve nişanlımla geziyordum. Araçlardan dördünü köylerde görevlendiriyor birisini de kendim için ayırıyordum. Bazı günler denetlemek için benim de köylere gittiğim oluyordu. Diğer günler ise nişanlımı gezdiriyordum. Bitmesini istemediğim güzel bir görevdi. Mücadele iki ay kadar devam etti. Görev bitince yine birliğime döndüm.

Bu dönüş bana iyi şeyler getirmedi. Birliğime döndükten kısa süre sonra nişanlımla bozuştuk ve ayrıldık. Bu olaydan sonra Tokat benim için bitti ve bir daha da o yörelere gidemedim.

Tokat tan döndüğüm zaman askerliğimizin bitmesine altı ay kadar bir zaman kalmıştı. Yine S3 deki görevime devam ediyordum.

Bir Cuma günüydü. Tabur komutanımız telefonda beni aradı.

- Teğmen, Levazım bölük komutanı İhsan Yüzbaşının Erzurum da bir işi varmış. Onun bu haftaki nöbetini senin tutmanı istiyorum. Dedi.

Ben de cumartesi günü arkadaşlarla birlikte Erzurum a gitmek üzere anlaşmıştık. Böyle bir gezi planımız olduğu için ben tabur komutanıma :

239

-Komutanım !.. Biz arkadaşlarla bir gün önceden Erzurum a gitmek üzere anlaşmıştık. Benim de mazeretim var. İç Hızmet Yönetmeliğine göre bir sonraki cumartesi nöbet kime geliyorsa nöbeti onun tutması gerekir ,diyerek mazeretimi bildirdim.

Bu davranışıma çok kızan Komutanım bana telefon da :

-Teğmen !.. Teğmen!.. iç hızmet yönetmeliğini bana anlatma !.. Ben komutanın olarak sana emrediyor bu nöbeti tutmanı istiyorum. Emrim yerine getirilmezse gereğini yapacağım, diyerek telefonu kapattı.

Askerlikte en önemli kurallardan birisi bir üstün verdiği görevleri zamanında yerine getirmekti. Emri veren tabur komutanıydı. Emir gereği bu nöbeti tutmam gerekiyordu. O da kendisini kırmayacağımı düşünerek nöbeti bana teklif etmişti. Her nedense aramızda bir zıtlaşma oldu ve ben nöbete gitmeyerek arkadaşlarımla birlikte Erzurum a gitmeyi tercih ettim.

Komutanımız benden önce de aynı nöbet için ordu donatım bölüğünde muvazzaf teğmen olarak görev yapan Faik isimli teğmen arkadaşa rica etmiş. O da benim gibi mazeretini beyan ederek nöbeti kabul etmemiş.

Faik Teğmenin davranışı benimkinden daha hatalıydı. O muvazzaf teğmen olduğu için böyle bir görevi yapmaması suç kabul edilip siciline işleyebilirdi. Tabur komutanının emrini yerine getirmemesi bir subay için büyük riskti. Bunu neden göze aldı bilemiyorum.

 

240

Pazartesi mesai başladığında bir baktım bölüklere telefon emri gelmiş ve tüm subayların tabur komutanlık binası önünde toplanmaları bildiriliyordu.

Olayın, biz iki teğmenle ilgili olduğunu az çok tahmin ettim. Tüm tabur Komutanlığı subayları taburun önünde toplandık. Tabur komutanımız geldi dikkatler çekildi. Bizler hazır olda bekliyoruz. Komutan subayların karşısına geçerek:

- Teğmen Faik ve Teğmen Ziya beş adım öne çıksınlar !...dedi.

Biz beş adım öne çıktık hazır ol durumunda bekliyoruz. Tabur komutanımız:

-Arkadaşlar karşıda gördüğünüz bu iki kıtıpyoz teğmen benim emirlerimi yerine getirmediler. Askerliğin en ağır kuralını ihlal etmiş durumdalar. Ben onları bu disiplinsiz davranışlarından dolayı taburdan kovuyorum. Sizler de bölüklere kabul etmeyin nereye gidiyorlarsa gitsinler !.. diyerek bizi ağır bir biçimde suçladı.

Taburdan kovulmuştum. Belli bir görev verilmediği için Tugayın sınırları için de dolaşıp duruyordum. Esas görev yerim olan Ulaştırma Bölüğüne de gitmeğe yüzüm yoktu. Gitsem belki bölük komutanım kabul edecekti. Buna da cesaret edemiyordum.

Haftalarca Tugayın içinde öyle işsiz ve amaçsız dolaşmak ta hoş olmuyordu. Artık görevi ve çalışmayı çok özlemiştim. Hep böyle açıkta gezip duramazdım. Bir gün bölük komutanım Gökalp Yüzbaşı beni aradı. Yanına gittiğimde :

241

-Bak teğmen askerlik böyle. Sen tabur komutanına büyük iyilikler yaptın. Onun oğlunun istikbalini kurtardın. O ise seni taburdan kovdu. Komutanın yaptığı doğruydu. Askerlik bir disiplin işidir. Üstlerin tarafından verilen emir mutlaka yerine getirilmelidir. Aksi halde aranan disiplin hiçbir zaman sağlanamaz. Bölükteki çalışmalarından son derece memnundum. Sen yine gel buradaki görevine başla, dedi.

 

Uzun bir aradan sonra tekrar bölüğüme döndüm. Aslında bölükteki görevimi daha çok seviyordum. Erlere eğitim vermek,kurs bitimlerinde uzun yürüyüşlere çıkmak taburda oturmaktan bana daha zevkli geliyordu. Kurs bitim dönemi de yaklaşmıştı. Bu defa ki uzun yürüyüş Elazığ ve Bingöl istikametine yapılacaktı.

Kısa sürede hazırlıklar tamamlanarak bölük kurs sonu eğitim yürüyüşü için Elazığ yönüne doğru hareket etti. Üç yüze yakın kursiyer ve otuz kadar eğitim aracı ve tüm bölük subayları bu yürüyüşe katılmıştık

Mutfak ekibi bizlerden önce hareket ediyor ve önceden belirlenen konaklama yerlerinde yemek yaparak bizleri bekliyorlardı. Bu yolculuğumuzda Dersim Kürt isyanının olduğu Pülümür vadisini ve Kutu deresini de gördüm. Cumhuriyet döneminin büyük Kürt isyanı burada başlamış yine burada bitirilmişti.

Vadinin korkutucu bir yapısı vardı. Olayın yaşandığı Kutu Deresi bir dereden çok kanyonu andırıyor ve korkunç vadi Pülümür den başlayıp Tunceli ne kadar devam ediyordu. Erzurum-Elazığ

242

karayolu bu vadiden geçektedir. Bu vadide bir tehlike durumunda insanın kaçabileceği ve sığınabileceği herhangi bir korunak ta yok. İnsana ürperti veren korkunç bir coğrafi yapı. Yürüyüşün ilk günü molamızı Kutu deresinin başlangıcı olan Pülümür de vermiştik. İkinci günümüzü ise Elazığ da geçirdik.

Üçüncü gün yürüyüşümüz Bingöl tarafına idi. Bingöl e ulaşmadan önce Bingöl yakınlarında bir dinlenme molası verilmişti. Bu arada bakım ast subayımız İbrahim Başgedikli araçların kontrolünü yaparken araçlardan birisinin arka lastiğinin patlak olduğunu görmüş.

Lastiği patlayan aracın şoförü de Ali isimli garibanın birisiydi. Aracına son derece dikkat eder aracının dikiz aynası ,lamba kapakları ve cam silecekleri gibi bir parçası kaybolduğunda onu mutlaka bir yerlerden temin eder ve aracının noksanlarını tamamlardı.

Arkadaşlarının anlattığına göre Ali rampalarda yürümekte olan yüklü sivil kamyonlarının arkalarına yaklaşır, onların yavaş gitmesinden yararlanarak stop lamba kapaklarını söker ihtiyacı olan arkadaşlarına verirmiş. Bu kadar fedakar ve aracına bakan bir şoför. Ama o gün aracının arka lastiklerinden birisinin patladığının farkına varamamış ve lastik bir miktar zarar görmüş.

İbrahim Ast Subay “sen bu patlak lastikle nasıl araba kullanırsın “ diyerek tüm erlerin ve subayların huzurunda demir leviye ile Ali yi dövmeğe başladı.

243

Olay tüm subayların ve erlerin gözleri önünde cereyan ediyordu. Ali, demir Leviye üzerine indikçe feryat ediyor ama kimse de bu olaya müdahale etmek istemiyordu. Bölük komutanımız da olayı gördüğü halde görmezlikten gelerek olay yerinden uzaklaşıp gitti. Düşman olsa bir kimse bu kadar dövülmezdi. O zavallı da asker olduğu için ters bir tepki veremiyordu. Sonunda ben dayanamayarak yanına yaklaştım ve İbrahim Ast Subayın kolundan yakalayarak:

-Bu kadar subayın içinde er dövmek subaylara hakarettir. Erin kusuru ve ihmali olabilir! Yürüyüş anında olduğu için farkına varamamıştır. Bu kadar insanın ve subayların huzurunda er dövemezsin. Seni şikayet ederim, diyerek levyeyi elinden aldım.

 

Aslında olaya bölük komutanımızın müdahale etmesi gerekirdi. O İbrahim Ast Subayı çalışkanlığından dolayı sevdiği için müdahale etmek istemedi. Diğer arkadaşlardan da bir tepki gelmeyince olaya ben müdahale etmek zorunda kaldım.

Bu davranışıma kırılan İbrahim Ast Subay bizlere küsüp birlikten uzak birbir yerde bir taşın üzerine oturarak tüm gününü orada beklemekle geçirdi. Yürüyüş bitinceye kadar da kimse ile görüşmedi ve konuşmadı. Askerliğimin bitimine kadar hep küs kaldık.

Yıllar sonra bir gün Ankara da Anıt Kabri geziyordum. Bir baktım İbrahim Ast Subay da eşi ile birlikte Anıt Kabri geziyorlar. Beni görünce

244

şaşırdı ve koşarak yanıma geldi. “Teğmenim” diyerek bana sarıldı. Bu beklenmedik buluşma ile yıllardır devam eden kırgınlığı Anıt Kabir de Ata nın huzurunda bitirmiş olduk.

Bingöl ü Kamalettin Kamu nun “Bingöl Çobanları” isimli şiirinden dolayı çok merak eder ve görmek isterdim. Bingöl ü ilk kez bu görev nedeniyle görüyordum. Hayalimdeki Bingöl den farklı bir Bingöl çıktı karşıma. Gelişmemiş, unutulmuş ,yoksulluğun, çaresizliğin yaşandığı bir Bingöl. Kemalettin Kamu Bingöl ü değil Bingöl çobanlarını görmüş. Ben Hem Bingöl ü hem de Bingöl ün çevresinde o kısa boylu maki toplulukları arasında mor koyunları otlatan Bingöl çobanları gördüm ve kaval seslerini dinledim.

Bingöl çobanları Bingöl dağlarının en garip insanları. Tek dostları uzayıp giden Bingöl Dağları ve mor koyunlardır. Tek beğendiğim yanları insanlardan uzak o dağlarda doyasıya özgürlüklerini yaşamalarıydı. O topraklar ve insanların yaşantıları hüzün verdi bana. Bingöl ü bu haliyle görmesem hep hayalimde yaşadığım Bingöl gibi düşünsem daha iyi idi.

Bingöl ilden çok bir ilçeye benziyordu. Biz gittiğimizde Bingöl depremi olmamıştı. Şehir o eski ve gelişmemiş haliyle duruyordu. İlgimizi çeken hiçbir şey olmadı. Bu sessiz ve kaderine terk edilmiş küçücük ilimizde bir gece kaldıktan sonra yine Gakkoşlar diyarı Elazığ a döndük.

Bingöl den sonra Elazığ bize umut ve sevgi verdi. Hareketli ve coşkulu bir şehirdi Elazığ Elazığ ordu evinden yararlanma imkanlarımız da oldu. Geceyi bu güzel şehrimizde geçirdikten sonra

245

yine birliğimize dönmek üzere o uzun yollara düştük. Hep şoför adaylarının araç kullandığı bu yolculuğumuz sekiz gün sürdü. Bu süre içinde hiçbir olumsuz olay ve kaza yaşanmadı. Adaylarımız bu yürüyüşle uzun yol sürücülüğünü de öğrenmiş oldular.

Birliğimize döndüğümüzde o günlerde Tugay da 27 Mayıs ihtilalinin yıldönümü hazırlıkları başlamıştı. Tüm birlikler merasim için ön hazırlıklarını yapıyorlardı. Merasime bir gün kala Tugay Komutanımız Mithat Ceylan beni komutanlık makamına çağırdı. Huzurlarına çıktığımda :

-Teğmen yarın 27 Mayıs ihtilalinin yıl dönümünü kutlayacağız. Askeri birliklerin geçişi sırasında bir konuşma yapılacak. Merasimin bitimine kadar bu konuşmanın devam etmesi gerekiyor. Bir saate yakın zaman alır .Buna göre bir konuşma metni hazırlayarak yarın sabah bana teslim edeceksin ,dedi.

Ben:

-Komutanım süre çok kısa. Elimde hiç bir kaynak ta yok ! dediğimde

Daha sözlerimin bitmesine beklemeden :

-Teğmen Sen yirmi yedi Mayıs ihtilalini yaşamış olan birisisin. Sen den daha iyi kaynak mı olur? Yaratıcı gücünü kullan yaşadıklarını ve gördüklerini anlat yeter. Yarın saat sekizde bu konuşma metni elime geçmiş olacaktır. Çıkabilirsin!.. dedi.

-Baş üstüne komutanım!.. diyerek selamımı verdim ve çıktım.

 

246

Görev Tugay komutanımız tarafından verilmişti. Böyle bir göreve karşı mazeret beyan edemezdim. Süre kısa da olsa görevi yerine getirmek zorundaydım.

Tugay komutanımız bir bakıma haklıydı. 27 mayıs ihtilalini benden iyi yaşayan olamazdı. Öğrencilik haklarımın alınması,okuldan kovulmam, başka başka okullarda sınava girmem hep 27 mayıs ihtilalinin bana yaşattığı olaylardı. Aradan yıllarda geçmiş olsa o anları unutmamıştım.

Tugay komutanımız sanki yaşadıklarımı biliyormuş gibi bu görevi özellikle bana vermişti. O gece sabaha kadar o olayları yeni baştan yaşadım. İhtilal olduğu zaman ihtilale karşıydım. Ama şimdi verilen görev nedeniyle ihtilali övmem gerekiyordu. Bana zor gelen tarafı da bu oldu. İnanmadığım ve benimsemediğim bir ihtilali nasıl anlatabilirdim ? Sonunda istenen konuşma metnini hazırladım. Konuşma metninin yaşadığım ve duyduğum gibi değil istenilen biçimde kendimi zorlayarak yazdım. Hazırladığım metni emre uygun olarak sabah erken saatlerde Tugay Komutanımıza teslim ettim.

Hazırladığım o metni ,konuşmayı yapmak üzere bir tankçı üst teğmene verildi. Üsteğmen konuşma metnini yazdığım şekli ile merasim boyunca o okudu. Metni daha önce birkaç kez okumadığı için okumakta bir hayli zorlandı ve konuşma metnindeki o heyecanı bir türlü topluma veremedi.

Tugay Komutanımın Bu şekildeki bir davranış da bana göre hatalıydı. Metni ben

247

hazırladığıma göre konuşmayı da benim yapmam gerekirdi. O kadar yüksek rütbeli subaylar dururken bir yedek subay teğmenin konuşma yapması onur kırıcı bulunmuş olacak ki benim hazırladığım konuşma bir üst teğmene yaptırıldı.

O yıl yine bir yaz atışlı tatbikatımız olmuştu. “Kazım Orbay Atışlı Tatbikatı” adı verilen bu tatbikata Emekli General Kazım Orbay da katılmıştı. O gün nöbetçi subay bendim. Günlük erat yemek örneklerinin benim tarafımdan Kazım Orbay a sunulması gerekiyordu.

Bir aşçı ve bir de aşı yardımcı ile birlikte o gün çıkan erat yemeğinden birer tabak alarak özel bir servis tepsisine koyup Kazım Orbay ın misafir olarak bulunduğu 4.Tugay subay gazinosuna götürdük.

Biz subay gazinosunun girişinde beklerken Kazım Orbay a haber verildi. Yanımıza geldiğinde ben nöbetçi subay olarak tekmil verip yemek çeşitlerinin görüşüne hazır olduğunu bildirdim.

Yanıma gelip elimi sıktı ve teşekkür etti. Sonra yemeklerden sadece birinden kaşıkla bir parça et alıp ağzına koydu. Sanırım et çok sert olduğu için uzun süre yutamadı. Ağzındaki eti çiğneyerek yanımızdan ayrıldı. Paşamıza uygun bir yemek sunamadığım için mahcup olmuştum.

Artık askerliğimizin sonu gelmişti. Geride bıraktığımız iki yıl içinde Türk Ordusuna ve Türk halkına çok sayıda sürücü yetiştirdik. Bu yönü ile gerek bölük olarak gerekse birey olarak görevimi en iyi şekilde yaptığıma inanıyordum. Diğer askeri sınıflar için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değildi. İki yılını hiçbir meslek öğrenmeden sadece

248

piyadecilik eğitimi yaparak dönenler vardı. Askerlikte bir meslek öğrenmeden dönenler için iki yıllık bir askerlik süresi çok uzun geliyordu bana. Gençleri en enerjik çağlarında kışlalarda iki yıl bekletip geldiği gibi geri dönmelerini kaybedilmiş emekler olarak görürdüm.

Askerlik iyi bir eğitimle altı ayda tam olarak öğretilebilir. Bundan sonraki dönem için askerlerin bir şeyler öğrendiklerini görmedim.

Askerlik süresinin daha kısa tutulmasının ülke ekonomisi açısından yararlı olacağı görüş ve kanısındayım. Deneyimlerim bana onu gösterdi. Yüz binlerce genci iki yıl kışlada tutuyorsak bu süre içinde onlara iyi bir eğitim vermeli ve çeşitli meslekler öğretmeliyiz. Kışlalar birer okul gibi çalışırsa ülkemizin geleceği daha aydınlık olur.

Askerlik görevimi başarı ile bitirmenin mutluluğu içinde bu kutsal yuvayı terk ederken üzüntü duymamak mümkün değildi. İnsan ömründe iki yıl oldukça uzun bir zaman dilimi sayılır. Bu süre içinde acı ve tatlı çok anılar yaşadık. Terhisimiz yaklaştıkça heyecanımızı büyüyordu. Son günümüzde, Komutanlarımız ve arkadaşlarımızla vedalaştıktan sonra memleketlerimize gitmek üzere Aşkale tren istasyonunda trenin gelmesini bekliyorduk. Tabur Komutanıma kırgın olduğum için onunla vedalaşmaya gitmemiştim. O nun dışındaki tüm komutanlarıma ve subay arkadaşlarıma veda ettim.

İstasyonda trenin gelmesini beklerken bir de baktım beni taburdan kovan tabur komutanımız yanına eşini de alarak tren istasyonuna doğru

249

geliyor. Benim için geldiğini tahmin ettim. Çünkü istasyonda bekleyenler arasında onun birliğinde benden başka kimse yoktu. Bana yaklaştı:

-Teğmenim seni uğurlamaya geldik. Geçmişte olanlar için sakın bana gücenme. Askerlikte böyle olaylar olur. Biz ailecek seni sevdiğimiz için ayrılırken yanında olmak istedik. Senin bize büyük iyiliklerin oldu ,Seni her zaman seveceğiz. Aramızda olanlar askerliğin bir gereği idi. O olanlardan dolayı sana kırgın değilim. Bu da sana küçük bir hediyemiz olsun ,diyerek bana Erzurum Oltu taşından bir kol düğmesi bir de kravat iğnesi yaptırmış , bir adet de gömlek getirmişlerdi.

Eşi ile ayrı ayrı beni öptüler ben de ellerinden öptüm.

-Komutanım ben de hiçbir zaman size gücenmedim. Olayda Siz haklıydınız. Askerliğin kurallarını biliyorum. Tek dileğim ilerde yine sizlerle görüşmektir. Buraya kadar zahmet edip gelmeniz beni fazlası ile mutlu etti. Sizleri ve iyiliklerinizi hiçbir zaman unutmayacağım. diyerek vedalaşıp ayrıldık.

Tabur komutanımızın bu davranışı beni fazlası ile duygulandırmıştı. Ona zaten hiçbir zaman da kızmamıştım. Bana kırılmasına neden olan olayda kusurlu bendim. Bu değerli komutanım Hayri Arıkan ı her zaman şükranla anar ve ona saygı duyarım.

 

 

 

 

 

250

AMASYA DA GEÇEN GÜNLER

 

Askerlik bitiminden sonra yeni görev yerimin belirlenmesi için Ankara ya gidip kura çekimlerine katılmam gerekiyordu. O yıllarda öğretmen atamaları hep kura yöntemi ile yapılmaktaydı. Yapılan Kura çekiminde bu kez de bana görev yeri olarak Amasya lisesi öğretmenliği çıkmıştı. Kuralardan yana şanslıydım. Doğu Anadolu da ve ücra Anadolu köşelerinde hiç görev yapmadım. Amasya da ilk görev yaptığım Tokat iline benzer bir ildi. Hem Tokat ile sınır komşusu, hem de doğa yapısı ve iklim bakımından Tokat ın bir benzeriydi.

Yıl 1964. Okulların yeni açıldığı öğrenim yılı başlarında artık Amasya dayım.

Amasya Yeşilırmak vadisi içine kurulmuş eski bir tarihi şehir. Osmanlılar döneminde Osmanlı veliahtlarının yetiştirildiği ve eğitildiği bir tarihi kent olarak bilinir. Ne yazık ki üstlendiği misyona uygun bir gelişme gösterememiş ve sanki Osmanlı dönemindeki haliyle kalmış bir şansız kent. Dağların arasına hapsedilmiş bir görünümü var. Şanssızlığı belki de doğal yapısından kaynaklanıyor. Şehrin yayılmasına ve gelişmesine uygun boş alanlar bulunmadığı için şehir büyüyüp gelişememiştir.

Gelişmemiş olan bu küçük kentimizin tek şanslı yönü sahip olduğu tarihi zenginlikleridir. Osmanlılardan kalan eserler yıpranmadan canlılıklarını bugüne kadar koruyabilmiştir. Bu dönemin en önemli tarihi eseri Beyazıt Camii ve Külliyesidir. İçinde zengin bir de kütüphane

251

barındıran bu güzel eser Amasya ya turistik bir kent özelliği kazandırmaktadır. Bitişiğinde yer alan Amasya müzesindeki Cengiz Hanın torunu Hülagu Hanın çocuklarının mumyaları oldukça ilgi çekicidir.

Anlatılanlara göre bu mumyalar Hülagu Hanın Amasya da iken veba hastalığından kaybetmiş olduğu çocuklarının mumyalarıymış.

Amasya nın güney cephesindeki Amasya kalesinin yamaçlarında ise kral mezarları olarak bilinen çok sayıda mağaralar yer almaktadır. Yıllar önce bu mağaralar mezar iken daha sonraki yıllarda içleri boşaltılmış olduğundan mezar özellikleri kaybolmuştur. Bugün bu mezarlar tarihi özellikleri nedeniyle Amasya nın simgesi durumundadır.

Bu mağaraların eski çağlarda Amasya da yaşamış bulunan krallara yapılan mezarlar olduğu söylenmektedir. Yüksekse kayalık bir yamaca yapılmış bu mezarlar Amasya nın her köşesinde izlenebilir.

Halk hikayelerimize konu olan Ferhat ile Şirin in mezarları da Amasya sınırları içinde yer alır. Amasya dan Tokat a gidilirken yol boyunca Ferhat ın kayaları yararak açtığı kanallar hala belirgin bir şekilde yaşayıp durmaktadır. Ferhat ile Şirin yaşamış mıdır yaşamamış mıdır bilmiyoruz. Halk onları yaşamış kabul ederek bu kanalları onlara mal etmektedir.

Sevip te sevdiğine kavuşamayan her insan Ferhat ın yardığı kayaları gördüğünde aynı duyguları gönlünde yaşar. Ferhat ile Şirin sevginin

 

252

ve aşkın bir timsalidir. Bir sevda uğruna yarılmış o

kayaları gördüğümde bende içimde bir burukluk hissetmiştim.

Seven iki insanın birbirine kavuşamamasını acısı uzayıp giden bu kanallara a aynen yansımıştır. Kanalların kazıldığı dağın tepelerine doğru çıkıldığında bir birine yakın şekilde kazılmış iki mezar ile bunlarında ortasında yer alan bir çalı bitkisi görülür. Rivayetlere göre bu mezarlar Ferhat ile Şirin in mezarlarıdır. Ortasındaki çalı ise onların mutluluğunu ve birleşmelerini engelleyen kötülüğü simgelemektedir.

Amasya yı herkes meşhur elması ile tanır. Meyvesi bol olan illerimizden birisidir. Köylerde halk genelinde tarımla uğraşır. Suluova da ki şeker fabrikası dışında Amasya da sanayi yoktur.

Görev yıllarımda Amasya da bir lise, bir öğretmen okulu bir de Sanat okulu bulunuyordu. Lise ve ortaokul birlikte öğrenim görmekteydi. Göreve başladığım yıl Amasya ya yeni bir lise yapılmıştı. Lisenin açılışı benim göreve başladığım tarihlerde oldu.

Liselerin edebiyat derslerine ortaokulların ise Türkçe derslerine gidiyordum. Benimle birlikte yeni atanan başka arkadaşlarım da vardı. Yeni arkadaşların bulunması uyumda biraz daha kolaylık sağlıyordu. Eski öğretmenlerle tanışmak ve kaynaşmak biraz zaman aldı. Ama yenilerle kısa sürede kalıcı arkadaşlıklar ve büyük dostluklar oluştu.

 

253

O yıllarda Amerikan kültür yardımı adı altında Türkiye lise ve ortaokullarına lisan öğretmek üzere Amerikalı gençler gönderilmişti. Bunlara barış gönüllüleri deniyordu. Bizim okulumuz bu barış gönüllülerinden Bil ve Karl isimli iki Amerikalı bulunmaktaydı. Bunlar yalnızca İngilizce derslerine giriyor başka bir görev verilmiyordu.

Amerikalı bu arkadaşlarımız ayrı bir evde ben de Almanca öğretmeni Mümin Kılıç isimli arkadaşımla başka bir evde kalıyorduk. Zamanla Amerikalılarla aramızda iyi bir arkadaşlık ve dostluk oluştu. Bazı akşamlar Amerikalıların evinde bazı akşamlar ise bizim evimizde toplanıp kendi aramızda eğleniyorduk. Daha sonra gurubumuza aynı okulda öğretmen iki bayan arkadaşımız da katılınca gurubumuz büyüdü.

Okulumuzda subay eşleri olan öğretmenler de vardı. Subayların çocukları lisede öğrencilerimiz olunca onlarla da aramızda bir yakınlaşma oluyor ve bizleri zaman zaman aralarında görmek istiyorlardı.

Lise öğretmenlerine Subay gazinosunda yararlanma imkanları tanımışlardı. Bizler bu imkanlardan yararlanmak için genellikle hafta sonlarımızı subay gazinosunda eğlenerek geçiriyorduk. Amasya gibi bir yerde gidilecek başka bir yer olmayınca Subay gazinosu bizler için çok iyi bir imkandı.

Hafta içi günlerde gideceğimiz başka eğlence yerleri olmadığı için genellikle akşamları Amerikalı Barış gönüllüleri arkadaşlarımızla ve diğer bayan arkadaşlarımızla birlikte olurduk. Akşam

254

ziyaretlerini kendi aramızda bir sıraya bağlamıştık. Haftanın belirli günlerinde birimizin evinde toplanır birlikte eğlenirdik.

Amerikalı arkadaşlarımız bir süre bizlere uyum sağlamakta güçlük çektilerse daha sonra aramızda çok iyi dostluklar oluştu. Bu arkadaşlık sayesinde onlar bizim ülkemizi ve geleneklerimizi öğrenirken biz de onların geleneklerini öğrenmeğe başlamıştık. Bize göre yaşamlarında daha doğal ve daha özgürdüler. Bizim aşırı ikram ve iltifatlarımızı yadırgıyorlardı. Kısa sürede Türkçe öğrenerek bizleri daha iyi tanımağa ve bizlerle daha rahat anlaşmağa başladılar. Biz kısa sürede onlara Türkçe öğretmeyi başarmamıza karşı,onlardan bizler birkaç İngilizce kelime bile öğrenemedik. Çalışmayı ve okumayı seven insanlardı. Boş zamanlarını genellikle okuyarak geçirirlerdi.

Amasya ya ilk geldiğimiz günlerin birindeydi… Amerikalı arkadaşlarımız Mümin Bey ile Beni evlerine akşam yemeğe davet ettiler. Biz de değişik Amerikan yemekleri yiyeceğimiz umudu ile davetlerini kabul edip evlerine gittik.

Türkiye yi ve Türk geleneklerini az çok öğrendikleri için bizleri iyi karşıladılar. Gittiğimizde sofra hazırlanmıştı. Kıymadan yapılmış tek bir et yemekleri vardı. Bizim satır köftesine benzeyen bir yemekti. Onlar eti pişirirken su yerine şarap kullandıkları için farklı tatta bir yemek olmuştu. Mantar tadını andırıyordu. Severek beğeni ile yedik.

Yemekten sonra çay ve meyve ikram ettiler. Yalnız onların ikramları bizimkine benzemiyordu.

255

Çay mutfakta, meyveler ise bizlere uzak bir masanın üzerinde durmaktaydı. Bizler geleneklerimiz gereği çaylarımızın ve meyvelerimizin yanımıza getirilmesini bekliyorduk. Onlarda o tür bir ikram usulü yok. Çayını ve meyvesini almak isteyenin bizzat kendisinin gidip alması gerekiyordu. Onlar gelenekleri gereği:

-Buyurun,meyve çay alabilirsini,diyerek bize tekliflerini ilettir. Biz mutfaklarına gidip çay almayı geleneklerimize uygun bulmadığımız için ısrar etmelerini bekliyorduk. Kendileri gidip meyve ve çaylarını alarak koltuklarına oturdular ve yemeğe başladılar. Onlar çaylarını yudumlar ve meyvelerini yerken biz de kendilerini seyrediyorduk. Canımız çekmiş olmasına karşı ne çaylarını içebildik nede meyvelerini yiyebildik. Gecemiz sohbet ederek geçti. Bir süre yanımızda oturduktan sonra daha erken saatlerde :

-Bizim uykumuz geldi yatmamız gerekir. diyerek hemen yanımızda soyunup yataklarına girdiler. Biz Mümin bey ile odada yapayalnız kaldık. Misafir olduğumuz ev sahiplerimizin bu tavrı bize çok ters gelmişti. Misafir gitmeden yanlarında yatağa girip uyumak bizim geleneklerimizde yoktu. Önce yadırgadık sonra da “yaşayış biçimleri öyle imiş” şeklinde düşünerek yaptıklarını doğal karşıladık. Yatan insanların odasında iki yabancı olarak bizim oturmamız uygun olmazdı. Biz de onlara :

-Bizim de uyku saatimiz geldi. Sizlere iyi geceler ,diyerek odalarından ayrılırken onlar yataklarının içinde :

256

-Sizlere de iyi geceler, dediler ve kalkıp bizleri uğurlamak gereğini bile duymadılar.

Daha sonraki günlerimiz de bizler de onları sık sık yemeğe davet ediyor yada lokantalara götürüyorduk. Türk misafirperverliğini ve Türk geleneklerini geç te olsa öğrendiler. Samimiyetimizin arttığı sonraki aylarda ilk misafirliğimiz sırasında olanları anlattığımızda çok mahcup oluyor ve kahkahalarla gülüyorlardı.

Amasya daki en güzel günlerimiz Subay Gazinosunda geçirdiğimiz gecelerdi. Hafta sonları genellikle okuldaki bekar bayan arkadaşlarımızı alır Mümin Beyle birlikte subay gazinosuna giderdik. Dansın,müziğin ve eğlencenin bol olduğu bir yerdi. Geç vakitlere kadar arkadaşlarımızla dans eder eğlenirdik. Bunların dışında ara sıra yapılan okul gezilerinden başka bir özel yaşantımız yoktu.

Amasya ya gelirken hayatıma yeniden bir yön vermek gerektiğini düşünüyordum. Artık askerlik te bittiği için önemli engeller kalmamıştı.

 

Eskiden beri idealim hukuk fakültesini bitirmekti. Bu amaçla o yıl hem lisedeki derslerimi yürüttüm hem de boş zamanlarımda üniversite sınavlarına hazırlandım. Yıl sonunda Üniversite sınavlarına girerek Ankara Hukuk Fakültesine kaydolmayı başardım,Bu benim için çok mutlu bir olaydı. Yıllardır düşündüğüm rüyalarım artık gerçek olmuştu. Kars Lisesinde lise bitirme sınavlarına girmemin amacı da buydu. O yıllarda ekonomik imkanlarım çalışmadan Hukuk Fakültesine devam etmeme yetmiyordu. Ekonomik

257

imkansızlıklar nedeniyle Hukuk Fakültesinden başka bir fakülteye de devam edemezdim.

Hukuk fakültesine kaydımı yaptırmak ta pek kolay olmadı. Fakülte sınavları kazandığıma ilişkin olarak bana bir bildirimde bulunmamıştı. Sınavı kazandığımı günlük gazetelerin birisinde tesadüfen öğrendim. Kazandığımı öğrendiğimde kayıt süresi dolmuştu. Yine de şansımı denemek üzere acilen hemen o akşam Ankara ya gittim. Durumumu önce öğrenci işleri başkanına anlattım. Başkan :

-Kayıt süresini kaçırmışsınız. Böyle durumlarda pek kayıt yapmıyorlar. Gel birlikte fakülte sekreterine gidilim belki o bir çözüm bulur,dedi. Beni alıp fakülte sekreteri Hamdi Beye götürdü ve durumumu O na anlattı.

Ben de gecikme nedenlerimi anlatınca Hamdi Bey makul karşıladı. Kaydımın yapılması için bir kart yazarak beni kayıt bürosuna gönderdi. Görevliler Hamdi Beyin kartını görünce kayıt yapmakta bir güçlük çıkarmaksızın kaydımı yaptılar. Nihayet ideallerim gerçek olmuştu. Artık Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin öğrencisiydim.

Hukuk Fakültesine kaydolmamda fakülte sekreterimiz Hamdi Beyin büyük katkısı oldu. Hamdi Bey hayatta şükran duyduğum önemli kişilerden birisidir. Büyük bir tesadüf sonucu İstanbul da avukatlık yaptığım yıllarda Hamdi Beyin kızlarından birisinin davasını aldım ve benim müvekkilim oldu. Davayı alırken de O un Hamdi Beyin kızı olduğunu bilmiyordum. Birgün sohbet ederken sohbet sırasında tesadüfen

258

öğrendim. Müvekkilimin Hamdi Beyin kızı olduğunu öğrenince ona karşı olan tavırlarım değişti ve kendisinden vekalet ücreti de almadım. Dava lehimize sonuçlandı ve müvekkilim bu davanın sonucunda bir yazlık ev kazandı.

Hamdi Beye olan şükran borcumu bu şekilde ödemiş olduğum için mutluyum.

 

Üniversiteyi kazandığım yıl Gürün lisesinde çalışan bir öğretmen arkadaşımla becayiş yaparak Amasya dan memleketim olan Gürün lisesi öğretmenliğine atandım. Burada fakülteye devam etmenin daha kolay olacağını düşünüyordum. O yıl şimdiki eşim olan Birsen ile de nişanlanmıştık. Nişanlım Gürün de çalıştığı için bu da Gürün e gitmem için ayrı bir sebep oldu.

Nişanlım Gürün ün güzel kızlarından birisiydi. Onu daha çocukluk yıllarından tanıyordum. Ben Eğitim Enstitüsünde okurken o da Gürün ortaokulunda okuyordu. Ailelerimiz arasında yakın bir dostluk olduğu için zaman zaman görüşebiliyorduk. .

Küçüklüğünden beri nişanlıma ilgi duyardım ama bu ilgimi hiçbir zaman kendisine söyleme imkanım olmadı. Gittiğim ve çalıştığım değişik bölgelerde kimi zaman arkadaşlık yaptığım kimi zaman nişanlandığım kızlar oldu. Ama gözüm ve gönlüm hep bu kızdaydı. Daha önce iki defa nişanlanmış ve nişanları bozmuştum. Nişanları bozmamın sebebi ,sanırım şimdiki eşime o yıllarda duymuş olduğum ilgiden kaynaklanıyordu.

 

259

Eğitim Enstitüsünde okurken O nu ortaokulundaki sınıfında görmek istemiştim. Bir araştırma yapıyormuşum gibi okullarına gidip anket uygulamak üzere okul yönetiminden izin istedim. O zaman okul müdür yardımcısı böyle bir izni vermek istemedi. Okul müdürüne durumu anlattım. Okuduğum Okulumun bana böyle bir görev verdiğini bildirerek bu anketi uygulamam gerektiğini açıkladım. Okul müdürü ikna olarak bana gerekli izni verdi.

Aslında bana verilmiş böyle bir ödev yoktu. Sadece ilgi duyduğum kızı görmek için bu planı yapmıştım. Kız o yıl ortaokul son sınıfında okuyordu. Anketi yalnız son sınıf öğrencilerine uyguladığım için nişanlım olacak kız da bu ankete katılmış oldu.

Daha sonraki yıllarda ben asker olup Erzurum a gittiğimde nişanlım da Sivas Kız meslek lisesinde okuyordu. Nişanlım olacak kızı görmek için kısa süreli bir izin alarak Erzurum dan Sivas geldim. O yıllarda ilkokul öğretmenim ve aynı zaman da teyzemin oğlu olan Hamit Ağabeyler de Sivas ta görev yapıyorlardı. Onların evlerine konuk oldum.

Kızı görmem için Hamit Ağabeyler özel bir plan hazırladılar. Çörek yapma bahanesi ile kızı ve annesini evlerine çağıracaklar, ben de onları görmüş olacaktım. İkinci kez kızı burada çörek yaparken gördüm. Daha da büyümüş ve güzelleşmişti. O da yan bakışlarla ara sıra beni inceliyor bir yandan da utandığını hissediyordum.

Sivas taki görüşmemizden sonra uzun süre bir daha görmedim. Bu arada o da okulunu bitirerek

260

Gürün e dönmüş ve Gürün Halk kütüphanesinde memur olarak çalışmağa başlamıştı.

Ben Amasya lisesinden Gürün lisesine naklettiğim yıl daha ben Amasya da iken nişanlandık. Nişanlanmamız sırasında bazı güçlükler çıktı. Benim daha önce iki kez nişanlanmış olmam onlar açısından kötü bir puandı. Eniştesi olan Tahsin Özdeğer bu nişana karşı gibi görünüyor ve bana karşı soğuk davranıyordu. Sonunda iş tatlıya bağlandı ve Gürün de modern bir nişan töreni yaptık. O tarihe kadar nişan törenleri genellikle aileler arasında evlerde yapılırdı. Bizim nişanımız tüm davetlilerin huzurunda büyükçe bir salonda yapılmıştı. Nişan yüzüklerimizi de o yıllarda ilçemizde Kaymakamlık yapan Galip Demirel takmıştı.

Nişandan kısa bir süre sonra da düğünümüz oldu. Düğünümüzde de geleneklere pek uymadık. Klasik yöresel düğün yerine salon düğününü tercih ettik. Askerlik şube bahçesinde yapılan düğünümüzde davul zurna yoktu. Cazlı danslı bir düğün oldu. Gürün ilk kez böyle bir düğün görüyordu. Biz öncülük yaptık. Daha sonraki yıllarda yapılan düğünlerde bizim düğünümüz örnek alındı.

Gürün den de evlenince artık buraya iyice bağlanmış olduk.

Gürün e gelmek aslında yanlış bir karardı. Bir memurun kendi bölgesinde çalışmasının büyük sakıncaları zamanla ortaya çıkıyor. Ben Gürünlü olmama rağmen Gürün ü fazlaca tanıyan bir kimse değildim. On iki yaşına kadar günlerim köyümüzde geçmişti. On iki yaşından sonra Gürün e uzak

261

başka okullarda okudum. Memuriyetimin ilk yılları da hep başka illerde geçti. Gürün e atanma tarihime kadar Gürün de hiç kalma imkanım olmadı. Burada tanıdık iyi dost ve arkadaşlarım da yoktu. Ancak akrabalarımın sayısı oldukça kabarıktı.

Gürün lisesine geldiğimde okul müdürü Üzeyir Karamullaoğlu idi. Öğretmenlerin büyük bir bölümü Gürün ün yerlilerinden oluşuyordu. Bu öğretmenlerle öğrenci ve okul arkadaşlığım da olmadığı için hemen hepsini uzaktan tanıyordum. Ve hiç biriyle de bir samimiyetim yoktu.

Okulda ilk göreve başladığım tarihte okul müdürümüz bana müdür yardımcılığı görevi teklif etti. Tokat lisesinde de bu görevi yürüttüğüm için yeterli bir deneyiyim vardı. O da böyle bir görevde çalıştığımı bildiği için beni tercih etmişti. Bu nedenle görevi kabul ederek aynı gün başladım. Okulda daha eski olan bazı öğretmen arkadaşlarım müdür yardımcılığı görevi beklerken bu görevin bana verilmiş olmasını soğuk karşıladılar. Bu yüzden de Gürün ün yerlisi olan öğretmenlerle aramızda hiçbir zaman iyi ilişkiler olmadı. Hep beni kıskandılar ve sürekli benim aleyhimde oldular.

Dışardan atama ile gelen başka yöreli öğretmenler bana daha çok saygı duyuyor ve beni daha çok seviyorlardı. Ben de aynı şekilde onları seviyor ve oralı olmam nedeniyle sorunlarına sahip çıkıyordum.

Kısa zamanda çevremde iyi bir arkadaş gurubu oluştu. Benim çevremdeki arkadaşlarım genelinde sosyal demokrat eğilimli aydın

262

öğretmenlerdi. Bana karşı olan gurup ise MHP li ve sağcı öğretmenlerden oluşuyordu. Sağcılarla aramızda açık olmasa da gizli bir ayrımcılık vardı. Sonunda öğretmenler arasındaki bu guruplaşma daha da belirginleşti ve öğretmenler sağcı ve solcu olmak üzere iki guruba ayrıldı.

Müdürümüz de çalışkan ve iyi bir insandı. Aramızda en küçük bir anlaşmazlık söz konusu olmuyordu. İşin ağırlığı benim üzerimdeydi. Okulun tek müdür yardımcısı ben olduğu için o kadar öğrencinin idari işlerini yalnız başına yürütüyordum. Müdürümüz öğrenci işlerinde bana pek yardımcı olamıyordu. Öğretmenler arasındaki guruplaşmada müdürümüzün belli bir yeri yoktu. Siyasi görüşlerini açıklamazdı. O bizlere göre yaşlı birisi olduğu için yeni akım ve fikirlere yabancı idi. O nun kendine göre farklı oyun arkadaşları vardı, boş zamanlarını şehir kulübünde arkadaşları ile oyun oynayarak geçirirdi.

Üzeyir Beyle bir yıl kadar birlikte çalıştıktan sonra o nun Ankara da bir başka okula müdür olarak ataması yapıldı. Müdür de gidince okulun tüm işleri bana kalmıştı. O yıl yeni atama ile okula genç öğretmenler de geldi. Okuldaki çalışmalarım bitince onların özel işleri ile ilgileniyor onlara ev ve kalacak yerler temin etmeğe çalışıyordum. Tatil günlerim bile okulda geçiyordu.

Gürün ortaokulunda öğretmen olmam ve müdür yardımcılığı görevini de yürütmem bazı siyasi parti liderlerince de iyi karşılanmamıştı. Benim politik görüşlerimi biliyorlardı. Özellikle Adalet Partisi yöneticileri bana iyi gözle bakmıyor ve zaman zaman hoşnutsuzluklarını çeşitli

263

vesilelerle ortaya koyuyorlardı. Ben de onlara hoş görünmek için bir çaba sarf etmiyor onlar beni nasıl görüyorlarsa ben de onları aynı şekilde görüyordum. Onları kazanmak için bir çabam da yoktu. Olsa da sonuçsuz kalacağını ve beni benimseyeceklerini tahmin etmiyordum. O düşünce yapısındaki insanlarla aynı kulvarda yer alamazdım.

Adalet partililerle ilk kavgamız bir öğrenci yüzünden çıkmıştı. O yıllarda sınıfını geçemeyen öğrencilerin dışardan ,başarısız olduğu derslerden okula devam etme hakları vardı. Bu durumda olan tek bir öğrenci derslere devam ediyordu. Okulda yeni olduğum için geçmiş yılların öğrencilerini tanımıyordum.

Okulda öğrenimin devam ettiği bir gün odamda otururken bayan öğretmen arkadaşların birisinden bir şikayet geldi. Ders dinlemeğe gelen bir öğrenci açık olan dershane penceresinden taş atarak öğretmeni rahatsız ettiği duyumunu aldım. Olayı duyar duymaz okul bahçesine çıktım. Baktım okul bahçesinde tek bir öğrenci dershanelerin önündeki bir banka oturmuş bekliyor. Yanına yaklaşarak :

-Sınıfta ders yapan bayan öğretmene taş atan sen misin? Dedim.

-Benim. dedi.

-Okulda öğrenci misin .diye sorduğumda elleri cebinde oturduğu yerde ayağa da kalkmadan:

-Öğrenci sayılırım ,ders dinlemeğe geliyorum, dedi ve bana karşı olan tavrında da bir değişiklik olmadı. Elleri ceplerinde oturduğu yerde

264

sorularımı yanıtlıyordu. Bu saygısız tavrı karşısında sinirlerime hakim olamayarak :

-Öğrenci öğretmeninin karşısında elleri cebinde böyle oturarak cevap vermez,kalk ayağa!. dedim.

O yine hiç tavrını değiştirmeksizin oturmağa devam edince ben daha da sinirlendim ve öğrenciyi yumruklamağa başladım., sonra da yakasından tutarak muavin odasına götürdüm. Odamda da dayak faslı bir süre daha devam etti ve sonra öğrenciyi okuldan kovdum ve bir daha derslere almadım. Sonradan öğrendiğime göre bu öğrenci ilçe adalet parti başkanının oğluymuş. Kabadayılığı da parti başkanının oğlu olmasından kaynaklanıyormuş.

Öğrenciye karşı olan bu davranışımda bir kasıt olduğu iddiası ortaya atıldı. Güya ben sosyal demokrat birisi olduğum için adalet parti başkanının oğlunu kasten dövmüş ve okuldan kovmuşum. Bu olaydan sonra tüm Adalet Parti ilçe teşkilatı bana karşı cephe aldı. Olaydan öncesi de zaten ilişkilerimiz iyi değildi. Bu olay ilişkilerimizi tamamen bozdu. Aslında benim davranışımda bir kasıt yoktu. Öğrencinin parti başkanının oğlu olduğunu da bilmiyordum. Davranışları okul disiplinine ve benim eğitim anlayışıma ters düştüğü için böyle bir ceza vermiştim. Parti teşkilatının amacı beni bu okuldan uzaklaştırmak ve kendilerine yakın birisini müdür yardımcısı yapmaktı. Çeşitli suçlamalarla şikayet etmedikleri bir merci bırakmadılar.

265

Kaymakamlıktan Başbakanlığa kadar çok sayıda yere şahsımla ilgili şikayet dilekçeleri verdikleri haberlerini aldım. Şikayet üzerine değişik yerlerden gelen tüm resmi yazıların hepsine olayın oluş biçimini anlatarak yanıt verdim. Sonunda Milli Eğitim Bakanlığı yapılan şikayetleri değerlendirerek yapılması gereken hususu okulumuza bildirdi.

Bakanlığın yazılarına göre ders dinlemeye gelen o öğrenciyi okuldan uzaklaştırmamız doğru bulunmuştu. Bizden bu haklı uygulamanın öğrenci velisine duyurulması isteniyordu. Ben bakanlıktan gelen yazının bir örneğini de ekleyerek Adalet Parti başkanı olan öğrenci velisine durumu bildirdim. Beni şikayet eden öğrenci velisi Milli Eğitim Bakanlığından böyle bir yanıt beklemiyordu. Olaydan sonra moralleri bozuldu ama beni buradan uzaklaştırmak için yine çalışmalarını sürdürmeğe devam ettiler.

Bu olaylardan iki yada üç ay kadar sonra okulumuz müdürlüğüne Emin Karaeminoğulları isimli bir yeni müdür atandı. Bulanık Ortaokulu Müdürlüğünden okulumuz müdürlüğüne naklen geliyordu. Yeni bir müdürün atanması işlerimi bir hayli kolaylaştırmıştı. Önceki müdürün gitmesi ile okulun tüm işleri bana kaldığı için çok yoruluyordum. Yeni müdür atanınca en azından sorumlulukların bir kısmından kurtulmuş olacaktım.

Gelen yeni müdürümüz son derece neşeli ve esprili bir arkadaştı. Her yönü ile iyi anlaşabiliyorduk. Diğer öğretmen arkadaşlarla da iyi ilişkiler içindeydi. Herkese eşit mesafede

266

davranıyor kimse ile bir sorun yaşamak istemiyordu. Sosyal demokrat bir yapısı vardı. Öğrencilerle de ilişkileri iyi idi. Öyle aşırı ve baskıcı bir disiplinden yana görünmüyor sorunları arkadaş ve dost ilişkileri içinde çözmeğe çalışıyordu. Kısa sürede hemen herkesin sevgisini kazanmayı başarmıştı.

Yeni müdürün gelmesi ile benimle ilgili olaylar bir sure yatışır gibi oldu. Parti teşkilatı yeni müdürü de etki altına alarak beni o yolla görevden uzaklaştırmayı düşünüyorlardı. Müdür arkadaşımız fikir olarak onlara uzak olduğu için bu planlarından da başarılı olamadılar.

Gürün Ortaokuluna gelişimin ikinci yılıydı. Halkevleri Genel başkanlığından bir kişi Gürün de de bir şube açmak üzere ilçemize e gelmişti. Bu işi yürütecek bir başkan arayışı içinde iken bazıları beni önermişler. Ortaokula geldi ve beni buldu. Ziyaretinin nedenini açıkladı. Gürün ü eskiden beri iyi tanıdığını ve Gürün halkının kültürlü aydın insanlardan oluştuğundan söz ederek halk evlerinin bir şubesini açmak istediklerini belirtiler. Ben de kendilerine bu konuda yardımcı olabileceğimi bildirdim. Halk Evi başkanlığı görevini bana önerdi. Çok yoğun işlerim olmasına rağmen belki Gürün e bir yardımımız dokunur düşüncesi ile başkanlığını kabul ettim.

O zaman Gürün de kırathane denilen mülkiyeti belediyeye ait olan binada bize bir oda verdiler. Birkaç arkadaş daha yanıma alarak Halkevi şubemizi faaliyete geçirdik.

 

267

Halkevi olarak ilk icraatımız Gürüne ait renkli kartpostallar bastırmak oldu. O yıllarda renkli kartpostal basımı Türkiye de yeni yeni gelişiyordu. Gürün için de böyle bir çalışma yapılmamıştı. Aslında Gürün kartpostallara girecek kadar doğa zenginlikleri çok olan güzel bir ilçeydi. Bu husus kimsenin aklından geçmediği için bir çalışma yapılmamıştı. Ben de o yıllar Ankara Hukuk fakültesine devam ettiğim için Ankara ya gidiş ve dönüşlerim eksik olmuyordu. Bir keresinde fakülte sınavlarına gittiğimde bu durumu araştırdım. O zaman Ankara da kartpostal basım işi yapan Darendeli bir fotoğrafçı vardı. Onlarla tanışıp görüştüm. Bana bir fotoğrafçı temin ettiler. Fotoğrafçı bu işi bilen uzman bir kişiydi ve aynı zamanda da Tercüman Gazetesinin foto muhabirliğini yapıyordu.

Fotoğrafçıyı Gürün e götürdüm ve üç –dört gün misafirim oldu. Bu süre içinde Gürün ün değişik bölgelerinde çok sayıda manzaralar çekti ve değişik görüntüler aldı.

Çekimlerde Gökpınar ve Şuğul ön plandaydı. Bu arada Gürün ün elma bahçeleri,bahçelerde elma toplayan Gürünlü kızlar ve meşhur alabalığımızla ilgili fotoğraflar da çekimler arasında yer aldı. Çekilen fotoğraflar içinde on beş kadarını kart postal yapılmak üzere belirledikten sonra bunların basımına geçildi ve kart postallar Türk Fotoğraf Ajansının matbaasında basıldı.

Çok miktarda basılan bu Gürün kartpostalları o tarihte Gürün için bir olay

268

olmuştu. Halk aşırı derecede ilgili gösterdi. O yıl bayramlarda ve yılbaşlarında herkes eş ve dostuna bu kartpostallarımızdan gönderdi. Kartpostal basımı Gürün için iyi bir hizmetti. Hem ilçemizi renkli resimleri ile Türkiye ye tanıtmış oluyor hem de Halkevimize bir gelir sağlamış oluyorduk. Kartpostallarımız bir yıl içinde satılıp bitti. Bu işin öncülüğünü biz yaptık daha sonra başkaları bu tür çalışmaları devam ettirdiler.

Kartpostal satışlarından Halkevimizin bir miktar parası olmuştu. Aynı yıl içinde bu birikmiş paralarımızla Gürün Halkevi adına bağlama kursları açtım. İlçede çok iyi bağlama çalan ustalar vardı. Öğretmen olarak bunlardan yararlandım. Kurslarımız ücretli idi. Toplanan paranın bir kısmını öğretmenlere veriyordum ,bir kısmı ise halk evine kalıyordu. Üç- dört dönem devam eden kurslarımızda çok yetenekli bağlama çalan yeni genç ustalar yetiştirdik.

Bu tür etkinliklerimizle Halkevi şubemizi Gürün halkına tanıtmış olduk. Halkevi şubemizi daha etkin duruma getirmek için başka çalışma alanlarına yönelmemiz gerekiyordu. Halk Evlerinin çalışma alanları ve amaçları oldukça genişti. Halkın eğitimi ile ilgili her çalışma kurumun çalışma alanı içine giriyordu. Resmi bir hüviyeti yoktu ama halk onu resmi bir kuruluş gibi görüyordu. 0 yıllarda öğrencilerin yetiştirilmesi için ilçede dershane ve kurs gibi faaliyetler yoktu. Öğrenciler okulda öğrendikleri ile yetiniyor o şekilde yatılı okulların sınavlarına giriyorlardı.

 

269

Özel dershanecilik Türkiye de yeni yeni yayılmağa başlamıştı. İlçedeki bu boşluğu gidermek amacı ile ortaokuldaki imkanlardan da yararlanarak halkevi adına yaz kursları açtım. Kurslar her seviyedeki ilkokul ve ortaokul öğrencilerinin yararlanacağı şekilde düzenlenmişti. İlkokulu bitirip ortaokula hazırlanmak isteyenler,ortaokulda bütünlemesi olan öğrenciler, yada bir üst sınıflara hazırlanmak amacı ile bilgisini artırmayı düşünenler kurslarımıza katılabiliyordu.

Kurs öğretmenliği içinde başka yörelerde öğretmenlik yapıp ta tatil için Gürün e gelmiş bulunan öğretmenlerle ,üniversite öğrencilerinden yararlanıyordum. Kurslar beklenenden çok daha fazla ilgi gördü. Ortaokul normal öğrenim yapıyormuş gibi öğrencilerle dolup taşıyordu. Kurslar yardımı ile vermiş olduğumuz eğitim yıl içinde vermiş olduğumuz eğitimden daha kaliteliydi. Öğrenciler ilk kez test yolu ile ölçme ve değerlendirmeyi bu kurslarda öğrendiler. Özellikle son sınıf öğrencilerinden devlet yatılı okullarının sınavlarına giren öğrenciler bu testli çalışmalarımızdan büyük yararlar gördüler ve sınavlarda çok başarılı oldular. Bu konuda okulumuz öğretmenlerinin hiçbir yardımı ve katkısı olmadı,her şey Halkevinin çabaları ile yürütüldü. Yardım etmek bir yana ortaokuldaki öğretmen arkadaşlarım kıskançlıkları nedeniyle bu çalışmalarımı engellemeğe bile kalktılar.

Talep olunan hemen her branşta kursumuz vardı. Kurslara katılan öğrencilerden belirli bir

270

miktarda ücret alıyorduk. Öğrencilerden almış

bulunduğumuz ücretin bir kısmı kurs öğretmenlerine dağıtılıyor bir kısmı da halkevine kalıyordu. Bu küçük Halkevi şubemiz çalışmaları ile kısa sürede halkın sevgisini ve taktirini kazanmayı başarmıştı.

Gürün de çalıştığım yıllarda okullar maddi imkansızlıklar içindeydi. Bayramlarda ve bu tür sosyal etkinliklerde yararlanılacak bir hoparlör ve ses sistemi yoktu. Belediye ve şehirdeki sinemalar bile bu imkana sahip değildi. O zaman Halkevimizin maddi imkanlarını kullanarak tüm şehir halkının hizmetine sunulmak üzere bir ses sistemi satın aldım. Çok sayıda hoparlör,mikrofon ve anfiden oluşan bu cihaz hemen her etkinlikte kullanılıyordu. Bu ses sistemi sayesinde resmi bayram merasimlerinde ve toplantılarda izleyiciler konuşmaları daha rahat duyabildikleri için bayramlar daha coşkulu geçiyordu.

Gürün Halkevinin etkinlikleri zaman içinde başka alanlara da kaydı. O yıllarda ilçemiz folklorunu tanıtan bir organizasyon ve çalışma yoktu. Bu boşluğu doldurmak üzere bir çalışma başlatarak ilk kez Gürün de bir milli oyun ekibi oluşturdum.

O yılarda Gürün ortaokulunda bu konulara ilgi duyan Ayten Hanım isimli bir öğretmenimiz vardı. Okuduğu okullarda milli oyun ekiplerinde görev aldığı için milli oyunları iyi biliyordu. Milli oyun ekibimizin oluşturulmasında ve milli oyunların öğretilmesinde Ayten Hanımın büyük yardımları oldu.

 

271

Milli oyun ekibimizin giysileri ise Gürün Akşam Kız Sanat okulunda hazırlandı. O yıllarda okulun müdürü Makbule Hanım isimli bir bayandı. Milli oyun ekibimizin giysilerinin dikilmesi için kendisine ricada bulunduğumdan seve seve kabul ettiler. Kayseri ye giderek milli oyun giysileri için gerekli olan kumaşı ve malzemeleri alıp Akşam Kız Sanat okuluna teslim ettim. Kısa sürede on beş kişilik milli oyun giysisi hazırlandı. Artık bayramlarda Halkevimizin hazırladığı giysiler kullanılıyor ve yetiştirdiğimiz milli oyun ekipleri gösteriler sunuyordu. Halkımız böyle etkinlikleri ilk kez görüyordu.

İlçemizde ortaokulun dışında ilkokullarda olmasına rağmen bu tür etkinlikler olmuyordu. Bayramlara en büyük coşkuyu milli oyun ekibimiz veriyordu. Gürün de kaldığım sürece bu ekip yaşadı. Daha sonra Gürün den ayrılınca her şeyin yok olduğunu duydum. Büyük emeklerle hazırlattığımız o milli oyun giysileri onun bunun elinde kalmış ve milli oyun ekibimiz de dağılmıştı. Aynı şekilde büyük paralarla aldığım o ses sistemi ve hoparlörler yok olmuş ve Gürün Halk Evi ilgisizlik nedeniyle kapanmıştı.

Halkevi ve ortaokuldaki çalışmalarımın yanında Hukuk Fakültesi derslerimi de ihmal etmiyordum. Yıl sonu yaklaşmıştı, ilk kez fakülte sınavlarıma girecektim. O yıllarda Ankara Hukuk Fakültesinde farklı bir sınav sistemi vardı.

Yıl sonu sınıf geçme sınavlarına on gün kala tüm derslerden kura çekiliyor ve iki ders eleme dersi olarak seçiliyordu. Eleme derslerinden başarılı olan öğrenciler diğer derslere girme

272

hakkını kazanıyordu. İki eleme dersinde başarılı olamayan öğrenci güz dönemi sınavlarını beklemek zorundaydı. Güz dönemin de yine kura ile eleme dersleri belirleniyor ve elemeleri alanlar diğer derslerin sınavlarına giriyorlardı. Bu sistemde başarılı olmak için yıl içinde derslere tam hazırlanmak ve elemelere kadar çalışmaları bitirmek gerekiyordu. Aksi halde eleme kurasından sonra iki dersi sınavlara kadar yetiştirmek mümkün olamıyor ve öğrenci başarısız duruma düşüyordu. Bizim öğrencilik yıllarımızdan sonra bir sistem kaldırılarak öğrencilere sınav konusunda büyük kolaylıklar getirilmiştir.

Hukuk Fakültesindeki sınavlarımın ilk yılında Hukuk Başlangıcı ve Anayasa Hukuku eleme dersi olarak çıkmıştı. Hukuk Başlangıcı ders kitabımız piyasada bulunmuyordu. Bu kitabı yıl içinde temin edemediğim için çalışıp eleme sınavlarına giremedim. Fakültedeki ilk sınavım bu şekilde başarısız geçmiş oldu.

Hukuk Başlangıcı derslerimize Mukbil Özyörük isimli bir doçent geliyordu. Aslında kolay öğrenilecek küçük bir kitaptı. Eski yıllarda bir kez basılmış ,o baskılar zaman içinde bitince hoca yenisini bir daha bastırmamış. Bu yüzden öğrenciler kitabı temin edemiyor ve sınavlara giremiyorlardı.

Öğrenci olduğumuz yıllarda bugün olduğu gibi fotokopi makineleri yoktu. Onların yerine teksir makineleri kullanılıyordu. Bu makinelerle çoğaltım yapmak oldukça güçtü. Teksir makineleri ile ders notu teksir etmek için ya hocaların yazılı

 

273

ders notu vermesi gerekiyor yada hızlı ders notu tutmayı başaran öğrencilerin notlarından yararlanılıyordu. Bu da çok zor ve külfetli bir işti. Ama yinede bazı derslerin notlarını bulmak mümkün oluyordu. Bu işi ticari amaçla yapan öğrenciler vardı. Ders notlarını teksirle çoğaltıp öğrencilere satarak para kazanıyorlardı. Hukuk Başlangıcı için teksir not bulamadığımdan ilk yılın eleme sınavlarına giremedim. Bunu kusuru bende değil dersin hocasındaydı. Üniversitede ders veren bir doçentin kitabını bastırmaması hatalı bir davranıştı. Kitap bulamama nedeniyle yıl kaybeden çok öğrenci oluyordu.

Hukuk Fakültesindeki birinci yılım iyi geçmedi. Okula sürekli devam eden bir öğrenci olmadığım için okuldaki sisteme ve çalışma düzenine alışamadım. Kitaplar çok hacimliydi. Bir iki defa okumayla öğrenilemiyordu. Ders notlarını ve ders kitaplarını temin etmek de büyük zorluklar çekiyordum. Bazı hocalarımızın ders kitapları olduğu için bunlarda bir sorun yaşamıyorduk. Kitap yazanları o gün de çok taktir ediyordum bugün de. Üniversitede ders okutan öğretim üyesinin okuttuğu dersle ilgili kitabı olmalı diye düşünürüm. Kitap yazma cesaretini gösteremeyen bir öğretim üyesi üniversite de çalışmamalı.

Hukuk Fakültelerinin birinci yılı öğrenciler için en zor yıldır. Birinci yılda ancak hukuk dilini öğreniyor okulu ve hocalarını tanıyabiliyorsun. Moral kazanma ve kendine güvenme birinci yıldan sonra başlıyor.

Öğretmen ve öğrenciliği birlikte yürütmek zor oluyordu benim için. Ama zevkli yanları da

274

vardı. Öğrenci iken öğretmen kimliğinden ayrı olarak öğrencileri tanımak daha farklı bir duyguydu. Hiçbir zaman öğrencilerimi kırmadım herkese hoş görü ile yaklaştım ve onları hep sevdim. Başarılı öğrenci kendisine olduğu kadar bana da gurur verirdi.

Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen çalışkan öğrencilerimi unutamıyorum. Bu tip öğrenciler öğretmenleri mesleğe bağlayan bir onur belgesi gibidir. Öğretmenler öğrencilerinin başarılarını kendi başarıları gibi görür. Bu duyguların bir sonucu olsa gerek başarılı öğrencilerimin yaşamlarını uzaktan da olsa takip ederdim. Öğretmenlik yaşamımda beni en çok etkileyen iki öğrencimin verdikleri onurlu mücadele oldu.

Bu iki öğrencim kardeştiler. Birinin adı Seydi Vakkas Aksüt diğerinin adı ise Ali Abbas Aksüt idi. Bu iki kardeş çok fakir bir köylünün çocuklarıydı. Babaları Gürün ün Yelken köyünde kalır ve ırgatlık yapardı. İşleyecek bir karış toprağı bile yoktu. Bu imkansızlıklara karşın yine de çocuklarını okutmak için olağanüstü bir savaş veriyordu. Köyünde okul olmadığı için çocuklarını şehir merkezinde okutmak zorundaydı. Onlara şehir merkezinde elektriği ve suyu olmayan ilkel bir ev tutmuştu. Çocuklar evlerinde elektrik ve gaz lambası olmadığı için geceleri sokaklarda sokak lambalarının ışığı altında ders çalışırlardı. Evlerini ısıtacak yakacakları da olmazdı. Gürün ün o şiddetli kışlarını paltosuz, pardösüsüz ve yakacaksız geçiren bu çocuklar okumaları uğruna büyük bir dram yaşıyorlardı. Tüm bu

275

imkansızlıklara rağmen onlar sınıflarının en başarılı öğrencileriydiler. Okul aile birliğinin küçük yardımları dışında başkaca bir gelirleri de yoktu.

Ortaokulu bu ağır koşullar altında insan üstü bir mücadele vererek başardılar. Okul bitirdiklerinde babalarını çocuklarının durumunu görüşmek üzere okulu çağırmıştım.

Ona :

-Ali Amca çocukların ortaokulu bitirdi. Senin maddi durumun iyi değil bu çocukları öğretmen okullarına gönderelim, dediğimde:

-Ziya Bey çocuklarım için büyük yardımlarınız olduğunu biliyorum. Sizlerin çabaları ile okullarını bitirdiler. Ama çocuklarım lise de okumak istiyorlar; bu nedenle onları alıp Ankara ya gideceğim. Bir işim, mesleğim ve gelirim yok. Hamallık yaparak ta olsa, onları lisede okutmayı düşünüyorum, diyerek önerilerimi kabul etmedi.

Çocuklarını alıp Ankara ya gitti ve gerçekten de hep hamallık yaparak orada liseyi bitirmelerini sağladı. Lise öğreniminden sonra bu öğrencilerimizden Ali Abbas Aksüt üniversite sınavlarında Hacettepe Tıp Fakültesini, Seydi Vakkas ise Ankara Fen Fakültesini kazandılar. Bu iki öğrencim fakirliğin başarıyı engellemeyeceğini yazdıkları destanla kanıtlamış oldular.

Onlar Üniversite öğrenimlerini yaparken ben de hukuk Fakültesine devam ediyordum. Zaman zaman Ali Abbas ile Hacettepe Üniversitesi kütüphanesinde ya da yemekhanesinde karşılaşıyorduk. Ali Abbas çoğu kez ders çalışmam

276

için kendi fakültelerinin kütüphanesinde bana masa ayırır ve birlikte ders çalıştığımız günler olurdu.

Seydi Vakkas ile öğrencilik yıllarında hiç karşılaşmam mümkün olmadı. Zaman zaman tıpta okuyan bu kardeşinden haberlerini alıyordum.

Babalarının son yıllarını ve çocuklarının mutlu günlerini görüp göremediğini bilemiyorum. Yalnız o yılların birinde Ankara da Cebeci de bir gün karşılaştık. Baktım Ali Amca sırtında ağır bir yükle sağ sola yalpa vurarak Cebeci yönüne doğru gidiyor. Daha uzakta iken görür görmez tanıdım. Görmeyeli daha da yaşlanmış ve çökmüş bir hali vardı. Taşıdığı yükün ağırlığı altında adeta eziliyor ve yorgun bacakları kendisini zor taşıyordu. Bir süre durdum onu uzaktan seyrettim. Yanımdan geçti beni görmedi. Taşıdığı yükle ilgili olarak dengesini sağlamak için öne doğru eğilmiş yere bakarak gidiyordu. Ben de bir süre kendisi ile birlikte yürürken :

-Ali Amca uğurlar olsun!.. dedim. Bir den üzerindeki yükü yere atarak hemen ellerime sarıldı:

-Senin ellerini öpmek istiyorum. Dedi ve elimden tuttu.

Ben O na:

-Hayır!.. Asıl eli öpülecek insan sensin. Böyle bir baba hepimize ve tüm topluma örnek olmalı; diyerek elimi öpmesini engelledim ve sarılarak ben onu öptüm.

Beni yemeğe götürmek istedi. Ben ona :

-Eğer parasını ben vereceksem seninle yemek yemek isterim ,yoksa gelmem ;dedim.

277

Ali Amcanın bana yemek parası verdirmeyeceğini bildiğim için tok olduğumu söyleyerek yemek yemekten vazgeçtik.

Bir süre ayaküstü konuştuk. Çocuklarının durumlarını sordum. Onlar hakkında bana iyi haberler verdi. Her türlü imkansızlığa rağmen yine de mutlu görünüyordu. Çocuklarının başarısı O nu yaşama bağlamak için yetiyordu. O yaşta ki bir adamın hamallık yapmaması gerekirdi. Çocuklarının geleceği için o hayatını feda etmeyi göze almıştı. Yaşlı fakat onurlu haliyle karşımda dururken ona büyük saygı duyduğumu anlıyordum. Yükünü sırtına alması için yardım ettim. O ağır yükün altında dengesini zor sağlayarak yürürken yollarımız ayrıldı ve bir daha da görüşmemiz mümkün olmadı.

Her iki öğrencimiz de başarılı bir şekilde üniversitelerini bitirdiler. Ali Abbas Aksüt uzmanlık sınavlarını da kazanarak kardiyoloji uzmanı oldu ve bir süre Hacettepe Tıp fakültesinde kardiyoloji uzmanı olarak çalıştı. Hacettepe Tıp Fakültesinde doktorluk yaptığı yıllarda kalbimi muayene ettirmek amacı ile yanıma gittim ve benimle çok ilgilendi. Askerlik dönüşü ,solcu olduğu gerekçesi ile onu Hacettepe Tıp Fakültesine almadıkları için bunu bir onur meselesi yaparak a Amerika ya gitti ve oraya yerleşti. Orada da iyi bir kalp doktoru olduğu duyumlarını alıyorum.

Diğer kardeşi Seydi Vakkas Fen Fakültesinde Atom fiziği konusunda kariyer yaptı. Şu an konusunun en iyi bilim adamlarından bir profesör olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

 

278

Çalışkanlıkları ve verdikleri olağanüstü çabaları nedeniyle bu iki öğrencimi her zaman gururla anarım. Tüm öğrencilere ve velilere örnek olması gereken iki başarılı insan. Azmin ve çalışmanın en güzel örneğini bu öğrencilerim gösterdi.

Gürün ortaokulunda daha sonraki yıllarda da çok başarılı öğrencilerimiz oldu. Bugün o öğrencilerimizin büyük bir bölümünü iyi mevkilerde görmekteyim O yılların öğrencileri hep başarılı oldular ve hiç birisi açıkta kalmadı. Bunu da o gün ki eğitim sisteminin başarısına bağlıyorum. O günün öğretmenleri konularında iyi yetişmiş, öğrenciler üzerinde bilgi otoritesine dayanan bir saygınlık yaratabiliyorlardı. Bu ise eğitimdeki kalitenin ve başarının oluşmasında en büyük etken oluyordu.

O yıllarda öğrenciler üzerindeki disiplin anlayışı da çok farklı idi. Belki de başarıları bundan kaynaklanıyordu. Her yerde öğrencilerimizi denetliyor, gördüğümüz olumsuz tavırlara anında müdahale edebiliyorduk. Öğrenciler için kahvehaneler ve eğlence yerleri yasaktı. Yalnızca haftanın cumartesi günleri sinemalara gidebilirlerdi. Diğer günler derslerine çalışmak zorundaydılar.

Haftanın belirli günleri öğrencilerin üzerleri aranır, sigara ve bıçak taşıyıp taşımadıkları kontrol edilirdi. Giysileri okul yönetmeliğinin belirlediği şekle uygun olmayan,saçlarını gereğinden fazla uzatan öğrencilere bir kez hatırlatma yapılır ve tekrar

279

aynı şekilde okula gelmeleri halinde derse kabul edilmezlerdi.

Bir keresinde yine öğrencilerle ilgili genel aramada bir erkek öğrencinin cebinde bir kız öğrencinin yazdığı aşk mektubu çıkmıştı. Bu tür eylemler okul yönetmeliğine göre suç sayılıyordu. Kız öğrencilerle erkek öğrencilerin yakın ilişkilerine müsamaha edilmezdi. Bu konuda okul idaresinin tutumu son derece sertti. Bu sert önlemlere karşın yine de bu tür olaylar eksik olmuyordu. Hatalı davranışı tespit edilen öğrencilere okul disiplin kurulu yolu ile gerekli cezalar verilirdi.

Arama sırasında üzerinde aşk mektubu çıkan öğrencimizle,bu mektubu yazan kız öğrencimiz okul idaresince disiplin kuruluna verilmişti. Okulun müdür yardımcısı olarak disiplin kurulu başkanı bendim. Benim dışımda öğretmenler arasında seçilen iki de üyesi bulunuyordu.

Okul disiplin yönetmeliği gereği böyle bir olayda önce öğrencilerin sözlü savunmaları dinlenirdi. Disiplin kurulu olarak her iki öğrenciyi ayrı ayrı dinledik. Mektubu yazan kız öğrenciyi sorgulamamızda öğrencimiz

-Olay da suç tamamen benimdir. Mektup yazdığım erkek arkadaşımın hiç bir suçu yoktur. Onu ben ayarttım ve sürekli mektup yazan da benim. Suçu kabul ediyorum cezam ne ise verilsin,ama arkadaşıma herhangi bir ceza verilmesini istemiyorum; diyerek suçu üzerine aldı.

Erkek öğrenci bu cesareti gösteremedi ve kız öğrenciye mektup yazmadığını ,kusurun kız

280

arkadaşından kaynaklandığını belirterek suçu kabul etmek istemedi.

Disiplin kurulumuz kız öğrenciyi suçlu bulduğu için bir hafta okuldan uzaklaştırma cezası verdi. Verilen bu tür cezalar hafta sonlarında bayrak merasimi sırasında örnek olsun diye tüm öğrencilere duyurulurdu.

O haftanın sonunda cezanın duyurulacağını bilen kız öğrencimiz bayrak merasiminin başlayacağı ve cezanın duyurulacağı bir sırada benim odama girdi ve kapıyı da kapatarak .

-Hocam bana vermiş olduğunuz cezanın şimdi öğrencilere duyurulacağını biliyorum. Ailem böyle bir ceza aldığımı bilirse bana daha büyük bir ceza verir ve belki de beni okuldan alır. Bu nedenle bu cezamın öğrencilere ve aileme duyurulmamasını ve cezamın kaldırılmasını istiyorum. Bunu yapmaz ve disiplin kurulu defterinin o sayfasını yırtmazsanız Ziya Öğretmen bana saldırıyor , diye bağırırım Siz benden daha çok rezil olursunuz. diyerek beni tehdit etti.

Ben de ona:

-Kızım bu benim kararım değil. Disiplin kurulunun ortak kararı dır. Cezayı kaldırmak gibi bir yetkim yok, bunu duyurmak ve cezayı uygulamak zorundayım;dedimse de kız öğrencimiz kararlıydı:

-Hocam yemin ediyorum dediğim bu hareketi yaparım.,siz de kötü durumda kalırsınız,cezamı kaldırmadan dışarı bir adım atmam; dedi.

Tüm öğrenciler ve öğretmen arkadaşlar hafta sonu bayrak merasimi için benim odamın

281

önünde toplanmış bekliyorlardı. Dediğini yapabilecek yapıda bir öğrenciydi. Davranışındaki kararlılığı görünce disiplin kurulu karar defterindeki o yaprağı yırtıp öğrenciye verdim. Artık kendisini suçundan dolayı affetmiş gibi göstererek Cezayı öğrencilere duyuramadım ve uygulayamadım.

Olaydan sonra durumu okul müdürüne ve diğer disiplin kurulu üyelerine de anlatım ve olay o şekilde ceza uygulanamadan kapatıldı. Bu öğrencim de halen İstanbul da öğretmen olarak çalışmaktadır. Aynı okulda birlikte çalıştığı bir öğretmen arkadaşı ile Bandırma feribotunda tesadüfen tanışmıştık. O arkadaşı ile kendisine selam gönderdim ve gelip görüşmemizi istedim. Olanlardan dolayı ya mahcup olduğu için yada bana kırıldığı için olsa gerek ziyaretime gelmedi.

Çocuklar yaşları gereği bu tür olaylara yatkındı. Öğrenciler birbirlerine aşık oldukları gibi, öğrencilerden öğretmenlere, öğretmenlerden öğrencilere aşık olanlar da çıkıyordu. Öğrenciler arasındaki bir tür olayların çözümü belli idi. Ama öğretmen ile öğrenci arasındaki bu tür olayların çözümü yok gibiydi. Böyle bir olay nedeniyle öğretmene ve öğrenciye ceza veremezdik. Aksi halde olay bir sıkandala dönüşür bundan da tüm okul zarar görebilirdi.

Bir keresinde de bir kız öğrencimiz İngilizce öğretmenine aşık olmuştu. Kız sürekli öğretmene aşk mektupları yazıp duruyordu. Öğretmen arkadaşımla aramızda aşırı derecede bir dostluk olduğu için durumu bana bildirmişti. Olayın

282

öğrenciler arasında duyulmasını da istemiyordum.

Duyulması halinde olayın esasını bilmeyenler öğretmeni de suçlayabilirlerdi. Öğretmen son derece iyi niyetli ve öğrencilerini seven bir birisiydi. Öğrencinin böyle bir davranışını çocukça bir davranış olarak gördüğü için ciddiye almıyordu.

Olayın kahramanı olan kız öğrenciyi bir gün odama çağırarak ona tastiknamesini alarak başka bir okulda okumasını istedim. O bu isteğimin neden kaynaklandığını anladığı için nedenini sormadan :

-Olur öğretmenim. İstanbul da akrabalarım var. Gider orada okuluma devam ederim dedi ve tastiknamesini alarak okulumuzdan ayrıldı.

İstanbul a nakletmesinden sonra öğretmenle olun ilişkilerini kesmedi. Oradan sürekli öğretmene yine aşk mektupları gönderiyordu. Okulumuzdan ayrıldığı için yapabileceğimiz başka bir işlem de yoktu. Zaten öğretmen arkadaşım da mektuplarına bir yanıt vermiyordu.

Bu öğrencimiz bir yıl İstanbul da okuduktan sonra okuduğu okuldan tastiknamesini alarak tekrar Gürün Ortaokuluna geldi.

Bir yaz tatili günüydü. Ben okulda yalnız başına odamda çalışıyordum. Okul yaz tali içinde olduğu için öğretmenler yoktu. Okul müdürümüz de memleketine gitmişti. Bu öğrencimiz yanında annesi de olduğu halde benim odama girdi ve tastiknamesini uzatarak :

-Hocam, ailem Gürün de oturmaktadır. İstanbul da öğrenimime devam etmek benim için

283

zor oluyor. Yine bu okulda okumak istiyorum, dedi. Ben geçmişteki olayı unutmadığım için ona:

-Sen bu okulda okuyamazsın, geldiğin okula geri dön ,dediğimde O bana:

-Neden Hocam ! diyerek soru yöneltti.

Ben de:

-İstiyorsan seni okula kabul etmeyiş nedenini annenin yanında da açıklayayım,dediğimde :

Öğrenci birden baygınlık geçirerek odanın ortasına yığılıp kaldı. Ben ve annesi büyük bir telaşla öğrenciyi kucaklayıp koltuğun üzerine yatırdık ve yüzüne kolonya dökerek uyandırmağa çalıştık. Bir süre sonra öğrencimiz uyandı ve bir şaşkınlık içinde kendine gelmeğe çalışırken annesi araya girdi.

-Kızım kalk öğretmenine sarıl ve özür dile, dedi.

Öğrenci daha baygınlığın etkisinde kurtulamamıştı. Şuursuzca koşarak yanıma geldi ve boynuma sarılarak bir yandan beni öpüyor bir yandan da :

-Hocam ne olursun beni affet !.. Söz veriyorum hiç kötü bir davranışımı görmeyeceksiniz,iyi bir öğrenciniz olacağım, diyerek bana yalvarırken o ara annesi de geldi oda boynuma sarılıp .

-Ziya bey kızım daha küçük. Olayı ben bilmiyorum ne olursun onu affet ve kaydını yap, diyerek ısrar ediyordu.

Ben anne ile kız arasında sıkışıp kaldım. Birisi sağımda birisi solumda beni sıkıştırıp duruyor ve

284

durmadan da öperek af diliyorlardı. Bu arada dışarıdan biri gelir olayı görür korkusu ile onlara :

-Tamam!.. Tamam!.. Kaydınızı yapacağım yerinize oturun , diyerek kendimden zor uzaklaştırdım. Artık söz verdiğim için kaydını yapmak zorunda kaldım.

Okulda iki İngilizce öğretmeni olduğu için kızın sınıfının belirlenmesinde bir sorun yaşanmadı. O nu diğer İngilizce öğretmeni arkadaşın girdiği sınıflardan birisine verdim. Mezun oluncaya kadar sözüne sadık kaldı ve hiçbir göze batan davranışı olmadı.

Bu öğrencimiz Gürün ortaokulunu bitirerek öğretmen okuluna gitti ve öğretmen oldu. Aradan geçen bu üç yıllık dönemde İngilizce öğretmeni arkadaşımız da Gürün Ortaokulundan Samsun daki bir okula naklen gitmişti. Sözünü ettiğimiz bu

öğrencimiz öğretmen olduktan sonra ta Samsun a kadar gidip öğretmen arkadaşımı buluvermiş.

Öğrencimiz ziyaretinde gecikmişti. Çünkü İngilizce öğretmenimiz o tarihlerde bir başkası ile evliydi. Sevdiği öğretmenin bir başkası ile evli olması onu yıkmış olacak ki bu öğrencimiz uzun süre evlenmedi. Halen öğretmen olarak çalıştığını duyuyorum ama evlenip evlenemediğini bilmiyorum.

Kız ve erkek öğrenciler arasındaki ilişkilerde son derece katı davranmış olmamıza rağmen yine de bu olaylar eksik olmuyordu. Aslında bu kadar katı davranmak ta hatalıydı. Onlarda belirli yaşlarda birbirlerini tanımalı hayatı gerçekleri ile öğrenmeliydiler. O gün ki disiplin anlayışımız öyle olduğu için bu konuda öğrencilere göz

285

açtırmıyorduk. Öğretmenler ve okul idaresi olarak bu konularda ne kadar sert davranırsak davranalım yine de olaylar zaman zaman meydana çıkıyordu.

Sevgi ve aşk denilen o yüce duygu hiçbir önlemle yok edilemiyor. Bugün o yılları yeniden yaşasam davranışlarım çok daha farklı olurdu. O yıllarda yaptığım sert uygulamalardan dolayı bugün mahcup oluyor ve üzüntü duyuyorum.

Şu an İstanbul da öğretmenlik yapmakta iken emekli olan bir öğrencim var. Gürün ortaokulunda öğretmenlik yaptığım yıllarda öğrencim olmuştu. Saf,temiz ve saygılı bir köylü çocuğu idi. Kendisini sever ve yeri geldiğinde de korurdum. Yine bu öğrencimle İstanbul da zaman zaman görüşmelerimiz oluyor. Bu öğrencimiz okulda okuyan bir kızımıza aşık olmuştu.

Bir gün öğrencilerin üzerlerini ararken bu öğrencimizin cebinde kız arkadaşının yazdığı bir aşk mektubu çıkmıştı. Beklenmedik bu olay beni de öğrencimi de üzdü. Böyle bir duruma düşmesini istemezdim. Aramayı birkaç öğretmen ve okul müdürü birlikte yaptıkları için olayı gizli tutmam da mümkün olamadı. Şimdiye kadar uyguladığımız ceza kuralını bu öğrencimize de uygulamak zorundaydık. Öğrencimiz bu tehlikeyi sezdiği için bir gün odama geldi:

-Hocam üzerimde çıkan o mektuptan dolayı çok üzgünüm. Sizlerin yüzüne bakacak cesareti gösteremiyor ve Sizlerden defalarca özür diliyorum. Bu olaydan sonra bu okulda okumam doğru olmaz. Benim tastiknamemi verirseniz ben İstanbul da okuluma devam etmek istiyorum,dedi.

286

Ben de öğrencimin bu davranışını içten ve dürüst bularak onu disiplin kuruluna vermeden tastiknamesini keserek İstanbul a gitmesini sağladım.

Bu öğrencim ortaokulu İstanbul da bitirdi ve daha sonra öğretmen okuluna gitti. Kız arkadaşı da aynı şekilde Gürün ortaokulunu bitirdikten sonra o da başka bir öğretmen okulunda okudu.

Olayları unutmuş olduğum bir zamanda bir baktım bu öğrencim yine karşımda. Bu kez öğrenci olarak değil öğretmen olarak karşımda duruyordu. Kalktım yanaklarından öptüm ve sohbet etmeğe başladık. Bana :

-Hocam yıllar önce beni sizlere karşı mahcup eden bir olay olmuştu , belki hatırlayacaksınız? Bendeki o duygular bitmedi, o kız arkadaşımla duygusal ilişkilerimiz devam ediyor. İkimiz de öğretmen olduk. Ailesi kızı bana vermek istemiyorlar. Öğretmenim olarak bu görevi yine size yüklüyorum. Bu kızı benim için istemek üzere dünürlük yaparsanız beni sevindirmiş olursunuz, dedi.

Ben de :

-Tabi !.. Mutluluk duyarım. Sen artık benim öğrencim değilsin şu an meslektaşınım. Sen eskiden de sevdiğim bir öğrencimdin. Bu konuda bana düşen görevleri seve seve yapacağımı bil. En kısa sürede gidip isteklerini ailesine söyleyeceğim ve bu konuda ağırlığımı da koyacağım,dedim.

Aileyi yakından tanıyordum. Böyle bir konuda beni kırmayacaklarını da iyi bildiğim için bir akşam evlerine gittim. Olayı açtım ve olanları kısaca onlara anlattım.

287

Kızın babası :

-Zahmet edip evimize kadar gelmenizden son derece memnun olduk. Ama bizim kızımız okulunu yeni bitirdi. Bir göreve başlasın bizde o mutluluğu az da olsa yaşayalım. Aslında aile olarak bizler bu evliliğe pek taraftar değiliz, dedi.

Bu arada ben tekrar söze girdim:

-Sizin kızınız da isteyen çocuk ta benim öğrencimdir. İkisini de çok iyi bilirim. Gençler birbirlerini seviyor ve evlenmek istiyorlar. Aralarındaki bu arkadaşlık ta ortaokul yıllarında başlamıştı. O tarihlerde sizleri üzmemek için bu olayı saklı tutmuştum, bugün açıklıyorum. Annenin babanın görevi de çocuklarını iyi bir kimse ile evlendirmektir. Ben isteyen çocuğun kızınızı mutlu edeceğine içtenlikle inanıyorum,dedim.

Uzun bir sohbetten sonra aile ikna oldu ve taktiri bana bıraktılar; ben de gelip sonucu öğrencime duyurdum Daha sonra nişanladık ve arkasından evlendiler. Mutlu bir evlilikleri oldu. Şu an bu öğrencilerim İstanbul da ara sıra karşılaşıyor ve eski günleri birlikte anımsıyoruz.

 

Bin dokuz yüz yetmişli yıllar Türkiye nin buhranlı yıllarıydı Öğrenciler, öğretmenler ve işçiler arasındaki ideolojik kavgalar toplumu çok rahatsız ediyordu. Öğretmenler, solcular ve ülküceler olarak iki guruba ayrılmıştı. Solcu öğretmenler genelinde tüm öğretmenlerin sendikalaşmasından yanaydı. O yıllarda öğretmenlerin sendikal bir hakları yoktu. Yasal

288

olmamasına rağmen öğretmenler TÖS Türkiye

Öğretmenler Sendikası adı altında bir örgütlenme biçimine gittiler. Memurların sendikalaşmasında bu bir ilkti. Milliyetçi öğretmenlerin de ülkücü öğretmenler adında ayrı bir örgütlenmeleri vardı. İki öğretmen gurubu arasındaki ilişkiler son derece kırıcıydı. Her gurup ayrı ayrı kendilerine ait kaleler oluşturmak istiyorlardı. Ülkücü öğretmenler Milliyetçi Hareket Partisinin desteğinde çeşitli eylemler yapıyor solcu öğretmenleri öldürmeğe kadar gidebiliyorlardı. Bu dönemde siyasi partiler açık biçimde olmasa da dolaylı yollarla öğretmenleri, öğrencileri ve işçileri militan olarak kullanmak gibi bir art niyet içindeydiler.

Öğretmenlerin parçalandığı bu ortamda ben de TÖS cephesinde yer alıyordum. Hatta bir ara Gürün ilçesi TÖS başkanlığı görevi de bana verilmişti. Öğretmenler arasındaki bu guruplaşma çalıştığım okulda da kendisini açık bir biçimde hissettiriyordu. Aynı okulun öğretmenleri bir birimize düşman gibi bakıyorduk. Öğretmen odasında otururken ya da okul bahçesinde gezerken her öğretmen kendi gurubu içinde yer alıyordu. Bu ayrımcılık öğrencilere de buluşmağa başlamıştı.

O dönemde ülkücü öğretmenlerin arkasında Milliyetçi Hareket Partisi vardı. Solcu öğretmenler de Halk partisinden destek alıyorlardı. Ülkücülerin taktiği kendileri gibi düşünmeyenleri sindirmek ve yok etmekti. Okuduğumuz gazeteler bile zaman zaman sorun oluyor ve eleştiriliyorduk. Ülkücüler zaman içinde mafyalaşmış bir yapıya döndüler ve

289

açıkça her tarafta terör estirmeğe başladılar. Solcuları öldürmek onlar için bir başarı sayılıyor ve ödüllendiriliyorlardı. Bir ülkücünün gücü öldürdüğü solcu sayısı ile ölçülüyordu.

Solcu öğretmenlerin lideri olmam nedeniyle ilçede en çok göze batan ve hedef alınan öğretmen bendim. Solcu öğretmenler safında yer almış olmam nedeniyle bana karşı bir yıpratma hareketi başlatılmıştı. Hiç ilgim olmayan olaylar kasıtlı olarak bana mal ediliyor, sonunda şahsımla ilgili şikayetler İlçe kaymakamlığına kadar gidiyordu.

Bir gün Gürün Kaymakamı beni çağırdı. Dairesine gittiğimde bana:

-Hocam köy muhtarlarından bir gurup senin hakkında bir şikayet dilekçesi verdi. Dilekçelerinde anlatıldığına göre, Siz sınıflarda öğrencilerinize ezandan rahatsız olduğunuzu , Allah ı inkar ettiğinizi, Sınıflara solcu yayınlar sokarak öğrencileri bu yönden bilgilendirmek istediğinizi söylüyorlar. Bu konuda görüşünüzü almak için Sizi buraya çağırdım ,dedi.

Ben Kaymakam beye :

-Sayın Kaymakamım dini konularda ve sol yayınlar konusunda benim okulda ve sınıflarda herhangi bir anlatımım ve eylemim söz konusu olamaz. Beni yıpratmak isteyenlerin çıkardığı maksatlı dedikodulardır. Ezanla namazla benim bir sorunum yoktur. Tüm inançlara saygılıyım. Çağdaş olmanın bir özelliği de budur. Kimin inancı doğru kimin inancı yanlış bunu ancak Tanrı bilir. Dindar değilim ama dine karşı da değilim. Hakkımda şikayette bulunan köy muhtarlarını tanımam ve hiç biri ile özel yada resmi teşriki

290

mesaim olmamıştır. Beni yeterince tanımayan ve benimle konuşmayan bu insanlar benim fikirlerimi ve davranışlarımı nasıl bilebilirler ? Bütün bunlar şahsımı yıpratmağa yönelik art niyetli davranışlardır, diyerek suçlamaları kabul etmedim.

Daha sonraki tespitlerimde Mahkenli köyünden Ülkücü bir öğrencinin kendi köylerinin muhtarına hakkımda bu tür dedikodular ilettiği duyumunu aldım. Bu tür dedikoduları yayan öğrencinin derslerine girmiyordum, ama öğrenciyi yakından tanıyordum. Okulun başarısız ve problemli bir öğrencisiydi. O nu da okuldaki ülkücü öğretmenler kullanıyorlardı. Şimdi ismini hatırlayamadığım bu öğrenciyi muavin odasına çağırarak yalan söylediği için bir hayli hırpalamıştım. Bu olaydan sonra öğrencinin intikamını almak üzere Mahkenli köylülerinden bir gurubun beni dövmek için şehir merkezine geldiklerini arkadaşlarımdan öğrendim.

Yakın bir dostum olan bakkal Hakkı Cebeci nin dükkanında otururken beni dövmek amacı ile gelen o gurubu gördüm. Ana caddenin bir kenarına toplanmışlar kendi aralarında konuşuyor ve uzaktan da beni takip ediyorlardı. O tarihlerde bu tür olaylar çoğalınca kendimi korumak amacı ile okulda öğretmen Arkadaşım olan Mustafa Subaşı bana laz yapısı bir tabanca getirtmişti. Bu tabanca belimde takılı duruyordu. Tabancanın bana verdiği cesaretle olsa gerek en küçük bir korku duymuyordum. Böyle saldırgan bir guruba karşı ölmek ya da öldürmekten dolayı bir korkum yoktu. Hakkı Cebeci nin dükkanından çıkarak bu guruba

291

doğru ilerlemeğe başladım. Hakkı Cebeci bana engel olmak istediyse de beni ikna edemedi. Bilerek ve de ortalarını yararak önlerinden geçtim. Hatta açılarak bana yol verdiler. Hepsi şok olmuş gibi kaskatı duruyorlardı. Bana karşı en küçük ne bir el hareketi ne de çirkin bir sözlü sataşma olmadı. Benden böyle bir davranış beklemiyorlardı. Hareketim cesurca bir davranıştı ama iyi bir davranış değildi. Öyle kararlı bir gurubu tek başına muhatap almamalıydım. Küçük bir saldırı olsa kesin olarak silahımı kullanırdım. Bu olaydan sonra bir daha da buna benzer bir başka olay olmadı.

Hukuk Fakültesine devam etmem ve bazı işlerde başarılı olmam okuldaki bir kısım öğretmenlerce kıskanılıyordu. Benim kimse ile bir sorunum yoktu ve olamazdı da . Günlerimi ya okulda ya da evimde çalışarak geçirirdim. Bir gün olsun kişilerle karşılıklı bir münakaşa ve kavga ettiğim görülmemiştir. Kumar ve içki hayatım da yoktu. Herkes geç saatlere kadar kulüp ve derneklerde kumar masalarında günlerini öldürürken ben Hukuk Fakültesindeki derslerime çalışır ya da başka yararlı bir çalışmanın içinde olurdum. Benim yaşam felsefemin temeli çalışmaktı. Özellikle yerli öğretmenler çalışmalarımı ve başarılarımı çekemiyorlardı. Yaşantım onlardan çok farklı idi. Okul benim ikinci evim gibiydi. Hafta sonu tatillerimi bile okulda çalışarak geçirirdim. Böyle bir yaşantının şu zararı oldu:

Kumar masaları, oyun masaları bazen dostlukların gelişmesine vesile olabiliyor. Bu

292

konuda başarılı olamadığım için kumar düşkünü öğretmenlerden uzak kaldım ve onlar arasında dostlarım olmadı.

Hiç kimseye bir zararı dokunmadığı halde yaptığım her çalışma her nedense başkalarını rahatsız ediyordu. Çalışmalarımdan rahatsız olan meslektaşlarım daha iyisini yapmak yerine beni yıpratma ve çalışmalarımı engelleme yollarını gidiyorlardı. Okul kooperatifini çalıştırmam bile belirli bir dönemde sorun olmuştu.

İki yıl süre ile okul kooperatifi rehber öğretmenliği görevini ben yürüttüm. Satışlar konusunda bana yardımcı olan güven duyduğum iki de öğrencim vardı. Ben sadece mal alımları ile ilgileniyor ,satışları ise bu iki öğrencim yapıyordu.

Fakülte sınavları için sık sık Ankara ya gittiğimde oradaki toptancı kırtasiyecilerden ucuz kırtasiye getiriyor ve kooperatife kar sağlıyorduk. Kooperatifimiz parasal olarak güçlenince okulun ihtiyacı olan ders kitaplarını da kooperatif aracılığı ile satmağa başladım. Kooperatif iki yılda şehirdeki kırtasiyecilerden daha güçlü duruma girdi. Kooperatifin güçlenmesi bazı öğretmen arkadaşlarımla okul Müdürü olan Ahmet Baştürk ü aşırı derecede rahatsız etti. Bir gün Müdür Ahmet Bey bana:

-Kooperatifin bu kadar büyümesi tepkilere neden oluyor. Esnaf şikayetçi ,kitap satışlarını durdur ve kırtasiye satışlarını da asgariye indir ,dedi.

 

 

 

293

Ben bu söylenenleri dikkate almayarak çalışmalarımı sürdürdüm. Kooperatifin büyümesinin okula zararından çok faydası oluyordu. Okulun ihtiyaçları olan bazı malzemeleri kooperatifin parası ile alıyorduk. Böyle bir çalışmadan dolayı okul müdürünün taktirlerini beklerken eleştirilmek hoş olmuyordu.

Üçüncü ders yılı başında kooperatif Rehber öğretmenin seçiminde bu göreve İdris Bozdağ isimli öğretmen arkadaşımız talip oldu ve görev ona verildi Okuldaki eğitsel kollar için rehber öğretmenlik seçiminde bazı öğretmen arkadaşlara “şu kolu sen çalıştır” şeklinde bir öneri götürülür ve diğer öğretmenler de bu teklifi onaylayınca kol başkanı o öğretmen olurdu. Sıra kooperatif kolu rehber öğretmenin seçimine geldiğinde İdris Bozdağ “Bu yıl kooperatif kolu rehber öğretmeni ben olmak istiyorum” dediğinde oylamaya gerek kalmadan görev bu arkadaşımıza verildi. Arkadaşımızın üstün ve başarılı çalışmaları sonucu bir yıl sonra kooperatif iflas ederek kapandı.

 

O yıllarda tarihini pek hatırlayamıyorum, TÖS İktidarı protesto etmek amacı ile bir günlük derslere girmeme karı almıştı. Ben de ilçede TÖS başkanlığı görevini yürütüyordum.

Okul müdürü Ahmet Baştürk öğretmenlerin bu konudaki görüşlerini belirlemek üzere öğretmenler toplantısı yaptı. Toplantı da pek konuşan olmadı. Müdür kendisi de bir görüşünü açıklayamadı. Öğretmenlerden bu konuda çok tedirgin ve kuşkulu görünüyorlardı. Çünkü siyasi

294

iktidar böyle bir eyleme onay vermemişti. Bu nedenle herkes görüş bildirmekten çekiniyorlardı.

Ben söz istedim:

-Arkadaşlar TÖS ün bu eylemi bir mesleki dayanışma için öngörülmüştür. Kötü bir niyet yoktur. Öğretmenlerin sendikal haklar kazanması hepimiz için iyi olur. Korkarsak ve çekinirsek hiçbir zaman bu hakkımızı alamayız. Öğretmen olarak bizlere düşen görev bu eyleme katılmaktır. Birlik olursak daha güçlü oluruz. Sendikal haklar elde edebilmek için bu bir başlangıçtır. Ben kişisel olarak TÖS ün bu boykotunu destekliyor ve kutluyorum, diyerek görüşümü açık ve net olarak ortaya koydum. Kimse benim konuşmama bir yanıt vermedi. Müdür bu konuda öğretmenler arasında bir oylama yaptı. Öğretmenler kurulunda boykota katılmama kararı çıktı ve okulumuzda boykot uygulanmadı.

1970 yıllarının başlarındaydı. Yine ülke olarak kötü günler yaşıyorduk. İktidara yönelik öğrenci ve işçi eylemleri kontrolden çıkmış gibiydi. Siyasi partiler arasında şiddetli kavgalar başlamış, sağ ve sol düşünce arasındaki cepheleşme sonucu toplumun huzuru bozulmuştu. Ülkenin bu ortama sürüklenmesinden dolayı 12.mart. 1970 tarihinde ordu iktidara bir muhtıra verdi

Muhtıradan sonra bazı bölgelerde sıkı yönetim ilanı yönüne gidildi. Bizim bölgemiz sıkı yönetim açısından Adana sıkı Yönetim Komutanlığına bağlı bulunuyordu.

Askeri müdahale daha çok sol eylemlere karşı yapılmış bir hareketti. Bu müdahaleden yine en çok

295

zarar gören solcular oldu. Birçok yerlerde eylemlere katıldığı belirlenen solcular yakalanarak Adana sıkı Yönetim Komutanlığına götürülüyordu.

 

Sola karşı yapılan bu hareket üzerine solcu bilinen herkes tutuklanıp sıkı yönetime götürülmesi korkusu yaşamağa başladı. Gürün de de tutuklanması gereken isimlerin başında benim adım yer alıyordu. Bana karşı olan ilçedeki güçler sürekli tutuklanacağım haberini yayıyor ve şehirde bir terör estiriyorlardı. Ben de her gün tutuklanacağım anı bekliyordum. Tutuklanmamı gerektiren bir eylemim olmasa da içimde bir kuşku vardı. TÖS başkanı olmam tutuklanmam için yeterli görülüyordu. Böyle tedirgin bir bekleyiş içinde iken bir gün baktım okulun bahçesine askeri bir araç geldi.

Akşam üzeriydi… Öğrenciler dersten çıkmıştı. Ben de dershanelerin boşaltılıp boşaltılmadığını kontrol için dershanelerin bulunduğu katları geziyordum. Üst katlarda iken okul bahçesindeki askeri aracı gördüm. Resmi flamalı pikap şeklinde bir araçtı. İçinde birkaç tane yüksek rütbeli subay inmiş benden söz ediyorlardı. Binaya yakın oldukları için seslerini duyabiliyordum.

Öğretmen arkadaşların bir bölümü ve okul müdürü de subayların yanında idiler.

Biraz sonra okul hizmetlisi Mustafa yanıma geldi :

-Hocam aşağıya subaylar geldi seni görmek istiyorlar , dedi.

 

296

Beni bir korku sardı. Böyle bir ortamda askeri bir aracın okula kadar gelmesi pek iyiye işaret değildi. Günlerdir halk arasında, tutuklanarak Adana Sıkı Yönetim Komutanlığına gönderileceğim dedikoduları söylenip duruyordu. Muhaliflerimizin beklediği o an gelmiştir diye düşünüyordum. Tüm Adalet Partisi ilçe teşkilatının, ülkücülerin ve dindar kesimin beklentisi böyleydi. Özlemle bekledikleri an gelmişti sanki. O an için yapılacak başka bir şey de yoktu. Telaşımı ve heyecanımı belli etmeksizin beni beklemekte olan subayların yanına indim.

Bir de baktım ne göreyim !.. Subaylardan bir tanesi kollarını açmış bana doğru geliyor. Hemen tanıdım. Yıllar önce Erzurum Aşkale ulaştırma bölüğünde bölük komutanım olan yüzbaşı Gökalp Bozdu. Yaklaştı ,kucakladı ve sarıldı bana:

-Bak seni nerelerde buldum. Geçen bunca yıllar seni unutturmadı. Ben senden vefalı çıktım. Bak seni gelip ta Gürün de buldum. Diyerek özlemlerini dile getirdi. Yanındaki diğer subaylara da:

- Ziya benim askerlik hayatımda en sevdiğim ve en çalışkan teğmenimdi. Onların dönemindeki kadar hiçbir zaman rahat etmedim. Bana bir şey sormadan bölüğü en iyi şekilde yönettiler. Son derece başarılı, çalışkan ve herkesin sevdiği bir teğmenimdi.

Sonra bana döndü:

-Ziya şu an Genel Kurmaydayım. Her hangi bir sorunun olursa bana gel yada telefonla bildir. Her zaman senin yanındayım. Hiçbir konuda

 

297

çekinme, sıkıntılarını mutlaka bildir, diyerek bana moral verdi.

 

Askerlik dönemimde yüz başıydı. Şimdi rütbesi albay olmuştu. Ben de kendisini çok severdim. İlk oğlumun adı onun adıdır. Doğudaki bir teftişten dönüyorlarmış Gürün den geçerken beni hatırlamış ve okula gelmişti.

Büyük bir tesadüf …Yıllar sonra hem de sıkıntılı bir zamanında beni ziyarete gelmesi bana büyük bir moral ve güç verdi. Hayatımın en mutlu günlerinden birisini bu gün yaşadım.

Tutuklanmamı ve sıkı yönetim komutanlığına gönderilmemi bekleyen arkadaşların yanında bana ,Övücü sözler söylemesi ve sahip çıkması onlarda büyük bir moral çöküntüsü yarattı. Başta okul müdürünün ve diğer bana karşı olan öğretmen arkadaşlarımın aşırı derecede rahatsız oldukları davranışlarından belli oluyordu. Umutları ve beklentileri bu olayla yok olmuştu. Artık tutuklanıp Adana ya gönderileceğim şeklindeki dedikoduların gerçek olamayacağını onlar da anlamış oldular.

 

Askeri yönetim döneminde bir yüksek rütbeli subayın desteğini almak benim için büyük bir moral güç oldu. Rahatladığımı ve beni günlerce sıkıntıya sokan kuşku ve korkulardan kurtulduğumu anladım. Moralim düzeldi ve muarızlarım karşısında daha güçlü bir konuma geldim.

Bölük komutanımla birlikte üç kişi daha yüksek rütbeli subay vardı. Onlara şehri

298

gezdirdim,birlikte yemek yedikten sonra kendilerini uğurladım. Bölük komutanımla ilişkilerim hala devam ediyor ve zaman zaman

telefonlaşıyoruz. O da emekli oldu şimdi Ankara da oturuyor.

 

Gürün deki yıllarım hep olaylı geçti. Buraya gelirken de bunları yaşayacağımı tahmin ediyordum. “Hayat bir mücadeledir korkmak ta olmaz” diyerek olayları ve soğukkanlılıkla karşılıyor gücüm yettiğince karşı koyuyordum Karşımdaki güçler çok büyük,yanımda yer alanlar ise çok küçük kalıyordu. Olaylarda aynı okulda birlikte çalıştığımız Ramazan Bey, Abdullah Bey, Güler Hanım, Sevgi Hanım, Salim bey, İbrahim Çetin Bey gibi öğretmen arkadaşlarım yanımda bana destek olmağa çalışıyorlardı. Karşımda ise İlçenin Adalet Parti Teşkilatı, Milliyetçi Hareket Parti ilçe teşkilatı Ülkücü gençler ve Ülkücü öğretmenler ile dindarlar gurubu vardı.

Olaylar birbirlerini izlerken bir baktım Gürün de beş yılı geçmiş ve Hukuk Fakültesi de bitmişti. Bu arada lisedeki görevlerim devam ederken bir yandan da Avukatlık stajlarına başladım. Boş zamanlarımı adliyede ve avukat arkadaşların yanında staj yaparak geçiriyordum. Adliye personeli ve hakimler bana çok yardımcı oluyor ve çok dostane davranıyorlardı. Ağır Ceza Başkanımız Hayri Öner bey,Hakim Ali Duran Dostoğlu, Hakim Okul Oğuz ve cumhuriyet Savcımız Nihat Gerçek ile Hilmi Beyin çok yakın ilgilerini ve yardımlarını gördüm.

 

299

Bir yıl süren avukatlık stajım bir problem yaşanmadan bitti. Sıra avukatlık ruhsatının alınmasına gelmişti. Bunun için gerekli belgeleri temin ederek staj bitim yazısı ile birlikte Adalet Bakanlığına gönderdim. Aradan dört ay gibi uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen ruhsat yazım gelmeyince sonucu merak ederek Ankara ya Adalet Bakanlığına gittim.

Bakanlık yetkilileri Avukatlık stajı yaparken idari bir görevde bulunmuş olmam nedeniyle stajımın geçersizliğine karar vermiş henüz bana bildirilmemişti.

Avukatlık yasasında da avukatlık stajı yapılırken idari bir görevde bulunulmayacağı açık olarak belirtiyordu. Ben stajımı yaparken Lise de müdür yardımcılığı görevini de yürütüyordum. Durumu bildiğim halde bir sorun çıkmaz düşüncesi ile staja bu koşullarda devam ederek bitirdim. Öğretmen olarak devam etmem güç olabilirdi. İdari görevde ders saati az olduğu için staja ayrılacak bol zamanım oluyordu. Öğretmen olarak çalışmam durumunda fazla dersim olacağı için staj yapmağa zaman kalmayacaktı. Bu düşünce ile idari görevimi bırakmadan stajıma devam ettim.

Birisinin bir ihbarı ve şikayeti olmadan bakanlığın durumumu bilmesi ve stajımı geçersiz sayması olanaksızdı.

Sonradan öğrendiğime göre bu büyük görevi ifa eden ilçe Adalet Parti Başkanı olmuş. İlişkilerimiz zaten bozuktu. Bu nedenle beni şikayet etmesini yadırgamadım. Bu görevi Adalet Parti başkanının yalnız başına yaptığını da sanmıyorum.

300

Bu işleri bilecek kadar akıllı birisi değildi. Okulumuz öğretmenlerinden onu yönlendirenler olmuştur.

Olayı öğrenir öğrenmez Ankara da bulunan ve Gürünlülerin çok sevdiği Kemal Palaoğlu na gittim. Kemal Palaoğlu o yıllarda millet vekili olarak görev yapıyordu. Daha önce Adalet Bakanlığında Özel Kalem müdürlüğü yaptığı için bakanlık teşkilatında saygın bir yeri vardı. Benimle birlikte Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürüne gittik. Avukatlık stajımın yakılmaması için çözüm ararlarken ben bakanlık yetkililerine o yıllarda müdür yardımcılığı görevini yürütürken makam ücreti almadığımı,bu görevi fahri olarak yürüttüğümü beyan ettim.

Müdür yardımcığından dolayı makam ücreti almadığım doğru idi. O yıl bütçe görüşmeleri sırasında bir unutulma söz konusu olduğu için okullarda idari görev yapan öğretmenlere makam ücreti ödeneği konmamıştı. Bakanlık bu gerekçeye dayanarak avukatlık stajımı kabul ederek avukatlık ruhsatımı verdi. Bu işte Kemal Palaoğlu nun büyük etkisi oldu. Oradaki tanıdıkları ve dostları ancak böyle bir çözüm bulabildiler. Biraz şans biraz da yardımla avukatlık stajımı kurtardım. Stajım geçersiz sayılsaydı idari görevi bırakarak yeniden bir yıl dana staj yapmam gerekiyordu. Bu da benim için bir yıl kayıp demekti.

Uzun ve yorucu çalışmanın sonunda yeni bir mesleğim daha olmuştu. Artık kendimi daha güvenli ve daha özgür hissediyordum. Bu başarım

 

301

beni yüceltirken bana karşı olanları adeta çökertmişti.

Avukatlık yasası avukatlık ile öğretmenliğin birlikte yürütülmesine engel değildi. Bu nedenle her iki mesleğimi birlikte yürütmek istiyordum. Bu amaçla hemen bir yazıhane bularak avukatlık büromu açtım ve üzerine tabelamı da astım.

Avukatlık büromun açılması benim için ve beni seven dostlarım için mutlu bir olaydı. Beni kıskananlar ve yıpratmak isteyenler karşısında daha da güçlenmiştim. Yazıhanemi açtıktan kısa bir süre sonra tanıdığım köylü dostlarımdan davalar da gelmeğe başlamıştı. Ama bana muhalif olan guruplar yine kampanyalarını yürütüyor ve hedeflerini genişletiyorlardı. Okulumuzdaki öğretmenlerden bazıları yarı açık yapı kapalı bir şekilde okul dışındaki muhaliflerime destek vermekten geri kalmıyorlardı. Hukuk Fakültesini bitiremeyeceğim şeklinde bir kuşkuları vardı. Avukatlık tabelamı astıktan sonra biraz daha ezildiklerini ve paniklediklerini hissediyordum.

Avukatlık yazıhanemin açılmasından kısa bir süre sonra yeni bir olay patlak verdi.

Bir sabah liseye gittiğimde odamda oturan iki bakanlık müfettişi gördüm. Müfettişlerle tanıştık. Benden odamın anahtarını istediler ve bir süre odamı kullanacaklarını beyan ettiler. Olay baştan doğal gibi görünüyordu. Bakanlık müfettişlerinin olağan teftişlerini yapmak üzere geldikleri kanısındaydım. Aradan iki gün gibi bir zaman geçmişti. Beni odalarına çağırdılar. Baktım yıl içinde öğrencilere vermiş bulunduğum ödevleri ve yazılı kağıtlarının tamamını çıkararak masanın

302

üzerine istiflemişler, beni bekliyorlar. Kağıtları bana göstererek:

- Hocam,bu kağıtlar Size mi ait ? diye sordular.

Kağıtlar tomar halinde üst üste yığılmış duruyordu. Kağıtlara sıra ile baktım hepsi de benim öğrencilere yıl içinde verdiğim ödevler ve yaptığım yazılı sınavlarla ilgili kağıtlardı.

-Evet !.. Kağıtların hepsi de bana ait. Dedim.

Müfettişlerin davranışları karşısında biraz şaşırmış gibiydim. Neden yalnız bana ait kağıtlar çıkarılmış, diğer öğretmenlere ait kağıtlar ortada görünmüyordu. Tereddüt içinde sordum:

-Sayın müfettişim bir sorun mu var ? Neden yalnız benim kağıtlarım çıkarıldı ?

 

Müfettişler yığılı kağıt tomarların arasında bir tomar kağıt çıkardılar. Bu tomar kağıt sınıflardan birisine verilmiş bir kompozisyon ödevi ile ilgiliydi.

-Evet bir sorun var!.. Bu kağıtta öğrencilere sorulan soru sorulmaması gereken bir sorudur. Biz müfettişler olarak soruda bir art niyet görüyoruz. Öğrencilere bu tür soru sormakla sol ideolojinizi onlara aşılamak istediğiniz anlaşılıyor. Bu yaştaki çocuklara bu tür duyguların aşılanmak istenmesi son derece tehlikeli ve gereksizdir. Çocuk seviyesine uygun çok daha güzel konular varken böyle bir konuyu seçmeniz yakışıksız bir davranıştır. Çocukları ideolojik bir kavganın içine sürüklemek istemenizi iyi bir davranış olarak kabul edemeyiz. Böyle maksatlı bir ödev

303

vermenizden dolayı yasalar önünde suç işlemiş durumdasınız,diyerek beni suçlu ilan ettiler.

Bir hukukçu ve öğretmen mantığı ile kompozisyondaki suç unsuru olabilecek yönleri düşünmeğe başladım.

Kağıtlar yeniden karıştırıldı ve sorulan soru bazı öğrencilerin kağıt başlıklarında görülüyordu. .Bir kompozisyon sorusu olduğu için öğrencilerin çoğu soruyu yazmak gereğini duymamış sadece yazacağı kompozisyonuna uygun bir başlık koyarak yazılarını tamamlamışlardı.

Öğrencilere sorulan kompozisyon sorusu şuydu :

Ülkemizi tehdit eden en büyük tehlike sizce nedir ? Böyle bir tehlikeye karşı nasıl bir mücadele önerirsiniz ?”

Bu bir kompozisyon sorusu olduğu için sorunun tek ve belirli bir yanıtı olamazdı. Kompozisyon, öğrencinin yazılı ifade yeteneğini tespite yarayan bir çalışma biçimidir. Soruya verilen yanıt her öğrenci için farklı olabilir. Yazılı ifade yeteneği ,konu hakkında bilgisi ve kültürü olanlar daha iyi kompozisyon yazabilirler.

Kompozisyon konusu olan sorumuzun ideolojik bir yönü yok. Herkesin anlayabileceği bir konu. Böyle bir kompozisyon konusuna verilecek yanıtların bir birine benzemesi de olanaksızdır. Öğrencilerin yazdığı kompozisyonlarda da bu durum açık olarak görülmektedir. Her öğrenci konuyu değişik başlıklar altında değişik biçimde yorumlamış ve kompozisyonlarda suç teşkil edecek bir anlatıma yer verilmemiştir. Kimisi ülkedeki sol eylemleri, kimisi milliyetçi eylemleri, kimisi

304

Amerika yı,kimisi Rusya yı tehlikeli görerek açıklamalarını buna göre yapmışlar. Hiç bir öğrencinin yazmış bulunduğu kompozisyon fikir ve anlatım biçimi bakımından diğerlerine benzemiyor. Sınıfta kaç öğrenci varsa o kadarda değişik konu işlenmiştir.

Kompozisyonların bir kısmını müfettişlerle birlikte yeniden okuduk. Sonra müfettişlerle aramızda şu ilginç konuşmalar geçti.

Müfettişler:

-Öğrencilerin büyük bir kısmı büyük dostumuz Amerika yı kötüler nitelikli kompozisyonlar yazmışlar. Bu tip bilgi aktarımı solcuların bir taktiğidir. Öğrenciler öğretmenin fikri yapısı nasılsa kompozisyonlarını o doğrultuda yazarlar. Öğrencilerin bu kompozisyonlarından sizin öğrencilere aşılamak istediğiniz gizli amaçlar net ve açık olarak belli oluyor.

Bir Milli Eğitim Bakanlığı müfettişinin bu kadar basit düşünmesini içime sindiremedim. Sinirli bir tavırla :

-Sayın müfettişim!..Öğrencilerin hepsi aynı şekilde düşünmemiş . Amerika yı kötüleyenler kadar Rusya yı ve solcuları kötüleyenler de olmuş. Sonra not taktirlerime bir bakar mısınız? Sizin görüşünüze göre Amerika yı kötüleyen herkesin benden iyi not alması , solcuları kötüleyen her öğrencinin ise kötü not alması gerekir. Dikkat edin Amerika yı yeren öğrencilerin büyük bir bölümü kötü not almışlar. Sizin düşünceniz doğru olsaydı Amerika yı yeren tüm öğrencilerin benden iyi notlar , solcuları yerenlerin ise kötü notlar almaları gerekirdi.

305 Dikkatle incelerseniz not taktirinde fikirden çok ifade biçimine not verilmiştir. Fikrini düzgün cümlelerle anlatan ve imla kurallarına uyan öğrenciler iyi not almış , fikrini iyi ve düzgün cümlelerle anlatamayanlar kötü not almışlar. Yargınız ve tespitleriniz tamamen yanlıştır, görüşlerinize katılmam mümkün değildir. Lütfen kağıtları yeniden inceleyin ve görüşünüzü ondan sonra açıklayın, diyerek biraz sert tepki gösterdim.

Müfettişler :

-Biz tüm kompozisyonlarınızı ve verdiğiniz notları tek tek inceledik. Niyetiniz belli, bu tür ödevlerle öğrencilere sol bir kültür aşılama çabalarınız görülüyor.

-Peki bu kompozisyonların dışında suç unsuru gördüğünüz başka ödevler ya da yazılı sınav soruları da tespit edebildiniz mi?

-Şimdilik tespitlerimiz bu kadar… Kompozisyon ödeviniz bizlere yeteri kadar bilgi verdi. Araştırılacak başka bir konu kalmadı, diyerek gelişlerinin üçüncü günü okuldan ayrıldılar.

Ben soruşturmanın bittiğini ve müfettişlerin Ankara ya döndüklerini sanıyordum. Meğer müfettişler Akşam Kız Meslek lisesine gizlenmiş ve soruşturmalarına orada devam etmişler. Soruşturmanın bu aşaması büyük bir gizlilik içinde yapılmıştı. Okuldaki soruşturmada kimlerin ifadelerine baş vurulduğunu takip edebiliyordum. Kız Akşam Sanat Okulunda devam eden soruşturmada kimlerin tanık olarak dinlendikleri konusunda bilgi edinmem mümkün olamamıştı.

306

Samimi olduğum öğretmen arkadaşlarım soruşturmanın Akşam Kız Sanat okulunda devam ettiğini öğrenmiş olsalardı kesinlikle bana da bilgi verirlerdi. Bana yakın olan herkesten bu soruşturma gizli tutulmuştu. Tanıkları etkilerim korkusu ile böyle bir önlem aldıklarını sanıyorum.

Bir hafta boyunca Akşam Kız Meslek lisesinde çalışmalarını sürdüren müfettişler bir baktım yine bizim okuldalar. Bu bir haftalık süre içinde okulda görev yapan tüm öğretmenlerin , bir kısım öğrencilerin ve halktan bazı kişilerin ifadelerine baş vurduklarını müfettişlerin ikinci kez okula gelmelerinden sonra öğrendim. Bu süre içinde halktan altmışa yakın tanık dinlemişler. Soruşturma gizli yürütüldüğü için kimlerin tanık olarak dinlendiğini o an için öğrenememiştim.

Bir hafta sonra müfettişler tekrar okulumuza geldiklerinde ve yine beni odalarına çağırdılar. Ellerinde yazılı kısa bir metin vardı. Müfettiş yazılı metni bana uzatarak :

-Hocam Size kısa bir sorumuz var. Bu sorumuzu yazılı olarak cevaplandırıp, imzaladıktan sonra da bize verin,dediler.

Kağıdı elime alarak okudum. Müfettişlerin bana yönelttiği soru :

Türkiye de mevcut sosyal bir nizamı yıkarak onun yerine komünist bir nizam getirmek istediğiniz, öğrencileri bu doğrultuda eğitmeğe çalıştığınız verilen ödevler ve dinlenen tanıklarla tespit edilmiştir. Buna ilişkin savunmalarınızı yazılı olarak yapın, şeklinde bir soruydu.

Böyle bir soruya muhatap olacağımı hiç düşünmemiştim. Kağıdı elime alıp okuyunca soru

307

karşısında şaşırdım . Bakanlık müfettişleri beni Türk Ceza Yasasının 141 ve 142.maddesi ile suçluyor ve komünizm propagandası yaptığımı iddia ediyorlardı. Suçlama çok ağırdı. Türk Ceza Yasasının o tarihlerde bu tür suçlar için öngördüğü ceza on beş yıl hapisti. Bakanlık müfettişlerinin bana bu tür soru sormaları bilgisizliklerinden kaynaklanıyordu. Böyle bir soruyu bana Bakanlık müfettişi değil savcı ve hakimin sorması gerekirdi.

Müfettişlere :

-Böyle bir sorgulama biçiminden dolayı tavırlarınızı yadırgadım. Sizler öğrencilere verilen ödevlerde suç unsuru olduğu konusunda yorum yapamazsınız. Bu olayda suç olup olmadığına yargı karar verir. Sizler sadece tespitlerinizi ve gördüklerinizi yazabilirsiniz. Teftiş sınırlarını aşıyorsunuz.

Siz bir öğretmensiniz ben ise hem öğretmen hem bir hukukçuyum. Neyin suç olduğunu neyin suç olmadığını sizlerden çok daha iyi taktir ederim. Sizler yasaları yorumlayacak kültüre sahip değilsiniz. Bu husus sizin konunuz değil. Bu nedenle sorunuza yanıt vermek gereğini duymuyor ve sizi ciddiye de almıyorum. Siz olayı soruşturmağa değil suç aramaya gelmişsiniz. Amacınız ve niyetiniz belli. Ben peşin hükümlü ve art niyetli bir müfettişe savunma vermem, diyerek soru kağıdını önlerine attım.

Müfettişler benden böyle bir davranış beklemiyorlardı. Önce şaşırdılar ve sonra bana karşı biraz daha dikleşerek:

-Sorumuza yanıt vermemekle daha büyük bir suç işliyorsunuz. Sizin için hiç iyi olmaz. Biz

308

davranışlarınızı bizlere ve Bakanlığımıza yapılmış bir hakaret olarak kabul ediyoruz. Sorularımıza cevap vermemeniz suçluluğunuzu ortadan kaldırmaz. Bu davranışlarınızı aynen raporumuza intikal ettireceğiz dediler.

Ben onlara yanıt olarak :

-Benim korkacak ve verilmeyecek bir hesabım yok. Belki beni öğretmenlikten attırabilirsiniz. Ama bir hukukçu olarak yine karşınızda olacağım . Bana böyle bir suç isnat etmekle Yargı karşısında sizler suçlu olacaksınız. Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığını suçlamıyorum. Bakanlık sizlere sadece soruşturma izni vermiştir. Sizler yetkilerinizi aşarak kendinizi bir savcı ve hakim yerine koyuyorsunuz. Buna hakkınız yok. Sorularınıza vereceğim yanıt bundan ibarettir, diyerek odalarını terk ettim.

Müfettişler hep karşılarında el pençe divan duran insanlara alışmış oldukları için davranışlarım karşısında adeta şaşırdılar. Onların karşısında eğilmem için hiçbir sebep yoktu. Yapacakları en son iş beni öğretmenlik mesleğinden atmak olabilirdi. Ben hukuku bitirmekle yeni bir meslek edindiğim için öğretmenlikten ayrılmayı zaten düşünüyordum. Bu aşamadan sonra benim Milli Eğitim Bakanlığından bir beklentim olamazdı. Bu nedenle Müfettişlere karşı tepkim çok farklı olmuştu.

Şahsıma karşı yapacakları başka bir işlem olmadığı için soruşturmayı bitirerek tekrar Ankara dönmek zorunda kaldılar.

Sonradan öğrendiğime göre beni bakanlığa ihbar eden Okul müdürümüz Ahmet Baştürk

309

olmuş. Müdür, öğretmen okulunda okul arkadaşımdı. Aramızda hiçbir kırgınlık yaşamamıştık. Ama Adalet Parti ilçe teşkilatının ve okuldaki bazı öğretmen arkadaşların teşvikleri ile böyle bir davranış içine girmiş olması son derece üzüntü veren bir olaydı. Böyle bir olayda okul arkadaşım olarak benim yanımda yer alması gerekirdi. Yaptıklarını öğrendikten sonra ilişkilerimiz tamamen koptu. Bu olaydan sonraki karşılaşmalarımızda hep karşımda ezildiğini hissediyordum.

Bakanlık müfettişlerinin gidişlerinden iki ay sonra hazırladıkları rapor cezalandırılmam talebi ile ilçe idare kuruluna geldi. İlçe idare kurulu yargılanmam gerektiğine karar verince ben karara itiraz ettiğim için dosya il idare kuruluna gönderildi. İl idare kurulu bu konuda yetkili son kuruluştu. İl İdare kurulu kararına karşı Danıştay a gitme hakkımız yoktu. İl idare kurulu da itirazlarımı reddederek ilçe idare kurulunun kararını onayladı.

Bu konulardaki resmi prosedür gereği dosyanın dava açılmak üzere Gürün Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesi gerekiyordu. Beklenildiği şekilde oldu ve dosyamız Gürün Cumhuriyet savcılığına geldi

Savcılık Bakanlık yazısına dayanarak TCY nın 141 ve 142.maddelerine göre yargılanmam için iddianamesini hazırlayarak Gürün Ağır Ceza mahkemesinde şahsıma karşı kamu davası açtı.

Bu arada bakanlık yargılamanın selameti açısından beni Gürün Lisesindeki görevimden alarak Darende lisesi öğretmenliğine atadı.

310

Muarızlarımız amaçlarına ulaşmıştı. Onlar benim ceza almamdan çok Gürün den uzaklaştırılmamı istiyorlardı. İstekleri değişik bir yolla da olsa gerçekleşmiş oldu.

Bu kavganın esas nedeni makam kavgası idi. Beni Müdür yardımcılığı görevinden uzaklaştırarak kendi yandaşlarından birisinin müdür yardımcısı olmasını istiyorlardı. Aslında müdür yardımcılığı görevi önemsediğim bir görev değildi. Önemli bir neden olmadan da görevi bırakmayı uygun görmüyordum. Bırakmam halinde bu davranışımı bir yenilgi olarak değerlendirebilirlerdi. Bu nedenle sonuna kadar direnmeyi sürdürdüm.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

311

DARENDE DE GEÇEN YILLARIM

 

Yapılacak başka bir işlem kalmayınca sonunda 1972-1973 öğretim yılı başlarında Darende lisesine giderek göreve başladım. Artık Gürün Lisesi ile bir ilişkim kalmamıştı. En azından yargılamanın sonuna kadar burada görev yapmam gerekiyordu.

Darende yabancı olduğum bir çevre değildi. Bu ilçede de çok sayıda tanıdıklarım ve yakın akrabalarımız vardı. Babaannem Darendeli olduğu için onun sülalesine bağlı olanların büyük bir bölümünü tanıyordum. Darende ye bağlı Ayvalı ve Kuluncak köylerinde oturuyorlardı. “Poyrazoğulları” adı ile tanınan oldukça geniş bir sülaleydi. Darende ye gittiğimde hemen hepsi ziyaretime geldiler,beni Darende de pek yalnız bırakmadılar

Darende lisesinde öğretmenlik görevime devam ederken yargılanmak üzere de duruşma günlerinde Gürün e gelip gidiyordum. Gürün Ağır Ceza Mahkemesindeki yargılanmam bir yıla yakın sürdü. Mahkeme idari soruşturma dosyasındaki Bakanlık müfettişlerince dinlenen kişilerin hepsini yeniden tanık olarak dinledi.

Tanıklardan bir kısmı verdikleri ifadeden utandıkları için Bakanlık müfettişlerine verilen ifadelerini mahkemede değiştirdiler. Özellikle aynı okulda çalıştığımız öğretmen arkadaşların çoğu Bakanlık Müfettişlerinin almış olduğu ifadelerinin gizli kalacaklarını düşündükleri için beni suçlayıcı ifadeler vermişlerdi. Dava açılınca herkesin ifadesi

312

aleniyet kazandı. Verdikleri ifadelerden dolayı mahcup olup pişmanlık duyanlar yargılanma sırasında ifade değiştirerek önceki ifadelerini inkar ettiler.

Halktan da çok sayıda tanık dinlendi. Halktan dinlenen tanıkların hemen hepsi Adalet Partisi yandaşları olan kimselerdi. Yargılanmam sırasında solculardan ve CHP li yandaşlarımdan hiçbir yardım ve ilgi görmedim. Bizim mücadelemiz onlar içindi ama onlar olayda beni yalnız bıraktılar. Tek başına rakiplerime karşı onurlu bir mücadele verdim. Karşımda Adalet Partisi İlçe Başkanlığı,Ülkücüler ve dindar kesimin militanları yer alıyordu. Onlar bir bütün halinde bıkmadan ve yılmadan bana karşı olan mücadelelerini sonuna kadar yürüttüler.

İlçemiz, Sosyal Demokratlar için bu olay kötü bir sınav oldu. Birbirine sahip çıkmayan, parçalanmış bir sol diğer güçlerin karşısında çok zayıf kaldılar. Ben, bana sahip çıkmadıklarına değil beceriksizliklerine ve ilgisizliklerine gücendim. Sosyal Demokratlar arasındaki bu zayıf bağ, örgütün her kademesinde kendini hissettirmektedir. Bugün paramparça olmalarının nedeni de budur. Hiçbir zaman solda birlik ve beraberlik olmamıştır. Herkes kendisini akıllı sanır ve lider gibi görür. Lidere bağlılık son derece zayıftır. Yıllar geçmiş olmasına rağmen sol bu tutumunu düzeltemedi ve kendi kendini yiyerek sol hareketi zayıflattı.

Sosyal Demokrasinin geleceğini bu bakımdan çok kötü ve karanlık görüyorum.

 

313

Gürün Ağır Ceza Mahkemesindeki Yargılanmam sırasında halktan tanık olarak dinlenenler, solcu olduğumu ve öğrencileri bu yönden etkilediğimi dile getirdiler. Görgüye ilişkin bir tanıklıkları olmadı, sadece başkalarından şahsımla ilgili duyduklarını anlattılar. İki öğretmen arkadaşımın dışında cezalandırılmamı gerektirecek bir suçlama olmadı. Aslında bazı arkadaşlarımın müfettişe verdikleri ifadelerinde ısrar etmiş olsalardı ceza almam mümkün olabilirdi.

Aynı okulda birlikte çalıştığımız iki öğretmen arkadaşım müfettişlere verdikleri ifadelerinde bir değişiklik yapmaksızın şahsımla ilgili ağır suçlamalarda bulundular. Bu öğretmen arkadaşlarımdan birisi Kadir Gülsoy idi. Okulda Türkçe dersi öğretmeni olarak çalışıyordu. Diğer öğretmen ise matematik öğretmeni İdris Bozdağ idi.

Kadir Gülsoy mahkemeye verdiği ifadesinde:

-Ziya Bey benim ev komşumdur ve aynı okulda birlikte çalışırız. Oturduğu ev benim evimin karşısında olduğu için gelip geçerken evine girip çıkanları görüyordum. Genellikle Ziya Beyin evine gece karanlığında tanımadığım yabancılar geliyor ve evde kalıyorlardı. Ziya Bey bu kişilere sahip çıkıyor ve onları saklıyordu. Ziya Beye gelen yabancılardan ikisini tanıdım. Bunlardan birisi o dönemin teröristlerin Deniz Gezmiş diğeri de Mahir Çayan dı. Başkaları da vardı ama onların kim olduklarını bilemiyorum. Evlerimizin kapıları biri birine baktığı için her girip çıkanı görebiliyordum.

314

Ziya Bey ,aşırı solcu ve kominist birisi olarak tanırım. Okul içindeki davranışlarından da bunu görüyor ve seziyordum. Rusya ya karşı büyük bir hayranlığı vardı ve sürekli Moskova ile de haberleşiyordu. Birkaç kez Moskova dan Ziya Bey adına gönderilmiş mektuplar gördüm. Mektuplar üzerindeki damgalarda Moskova ismi rahatlıkla okunabiliyordu. Kendisi Moskova desteği ile Gürün deki sol hareketi idare eden kimsedir. Hatta Kürtler tarafından Doğu Anadolu da kurulmak istenen Kürdistan Devletinin Gürün temsilciliği de Ziya Bey e verilmişti. Bana da Kürdistan Devletinin kurulmasında görev vermek istedi. Ancak ben bu teklifi kabul etmedim.

Ziya Bey bilinçli bir solcudur ve Gürün deki tüm solcuların da lideridir. Aynı sınıflarda derslerimiz olduğu için öğrencilerle olan ilişkilerini de görüyor ve biliyordum. Çocuklara ders anlatırken konuların arasında mutlaka sol ile ilgili bilgiler sıkıştırır ve bu yönü ile çocukları büyük oranda etkilerdi. Verdiği ödevlerde de bu yönlü bir çalışmayı görmek mümkündü. Hem komşum hem de aynı okulda birlikte çalıştığım bir kimse olduğu için düşüncelerini ve fikirlerini gayet iyi biliyorum. Zaman zaman da kendisi ile bu ideolojik konuları tartıştığımız oluyordu.

Bütün bu açıklamaları dinleye Ağır Ceza Mahkemesi başkanı Hayrı Öner bir ara tanık olarak dinlenen Kadir Gülsoy un sözünü keserek ona :

-Siz öğrencilerinize nasıl ödevler verirsiniz? Birkaç örnek verebilecek misiniz ? dedi.

Kadir Gülsoy:

315

-Ben hep milliyetçi konular seçer öğrencilerimi bu duygularla yetiştirmek isterim, diye yanıt verince Ağır Ceza Başkanı tekrar sordu :

-Milliyetçi konu tabirini pek anlayamadım. Birkaç konu başlığı verebilecek misin diyerek, sorusunu yineledi.

Kadir Gülsoy mahkeme huzurunda tek bir milletçi konu başlığı söyleyemedi ve Ağır Ceza Mahkemesi başkanının sorularını yanıtsız bıraktı.

Daha sonra tanığın ithamlarına karşı mahkeme bana söz verdi.

Ben:

-Sayın başkan ve değerli üyeler. Şu an yüce mahkemenizin huzurunda tanık olarak dinlediğiniz kişi psikolojik sorunları olan hasta bir kimsedir. Mahalle halkı onu Deli Ömer in oğlu deli Kadir adı ile tanırlar. Öğrenciler arasındaki adı da aynıdır. Biz bu tanıkla aynı okulda yıllardır öğretmen olarak çalıştık. Girdiği sınıflarda otorite kuramayan son derece yetersiz bir öğretmen. Öğrenciler kadar bile bilgisi yok. Bilgi yetersizliği ve bozuk karakteri nedeniyle öğrenciler üzerinde bir otorite kuramamıştır. Okul öğretmenleri arasında okul yönetimine en çok sorun getiren tek öğretmendir. Hakkımda bu şekilde ithamlarda bulunmasının nedeni avukat olarak kendisine karşı bir davayı kazanmış olmamdan kaynaklanmaktadır.

Benim Kürtçülükle ve kominizimle bir ilişkim olamaz. Benim sülalemi de, tanığın sülalesini de yöre halkı çok iyi bilir. Ben Osmanlılar döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında nahiye müdürlüğü yapmış ve tüm yöre halkının iyi tanıdığı bir

316

kimsenin torunuyum. Sülalemin Kürtlerle bir ırk bağı yoktur. Düşünce olarak sosyal demokrat yapıda olan bir öğretmenim. Tanığın söylediklerinden dolayı büyük bir üzüntü ve tiksinti duydum. Bu karakterdeki bir insan öğretmen olamaz ,bu nedenle tanıklığını kabul etmiyorum, dedim.

Bunun üzerine tanık söz alarak:

-Sanığın ifadelerinde şahsıma hakaret var. Mahkeme huzurunda bana hakaret etmektedir. Söylediklerinin aynen zapta geçirilmesini istiyorum,diyerek itirazda bulunması üzerine:

Ağır ceza mahkemesi başkanı :

-Sen deminden beri ona hakaret ediyorsun. O seni sabırla dinledi. Dinlemesini bil otur yerine!.. diyerek tanığı azarladı.

Daha sonra mahkeme tanık aleyhine takip etmiş olduğum dava dosyasını getirtti. Tanığın tutarsız davranışları ve ilgili mahkemesinden getirtilen daha önceki dava dosyası da dikkate alınarak dava ile ilgili esas hakkındaki kararın verilmesinde tanığın ifadesi gerekçeyi etkilemedi.

Aleyhimde ifade veren ikinci öğretmen ise İdris Bozdağ isimli matematik öğretmeni idi. O da mahkemeye vermiş olduğu ifadesinde :

-Ziya Bey ile aynı okulda birlikte çalıştığımız için görüşlerini biliyorum. Benim kız kardeşim Ziya Bey in öğrencisidir. Kardeşim Ziya Beyin telkin ve öğretileri yüzünden aşırı derecede solcu bir öğrenci olmuştur. Aslında sağcı bir öğrenciydi ve sol fikirleri benimsemezdi. Ziya Beyin öğrencisi olduktan sonra fikirleri çok değişti ve beni de dinlemez oldu. Şu an kız kardeşim solcu

317

öğrencilerle birlikte hareket etmektedir. Onu bu hale getiren Ziya Bey dir. Derslerinde sürekli öğrencilere sol yayınları okuttuğu için tüm öğrencilerinin beyinlerini yıkamıştır,diyerek beni sol propaganda yapmakla suçladı.

Tanığın görgüye dayanan bilgisi olmadığı ve başkalarından duyduklarını anlattığı için mahkemece ifadesi dikkate alınmadı. Tanığın yönlendirmeye uygun bir kişiliği olduğu için mahkemeye de güven veremedi. Yalan söylediği de davranışlarında belli oluyordu. Aslında böyle bir ifade vermemesi gerekirdi. Benimle sorunları olan bir öğretmen değildi. Aramızda ideolojik görüş ayrılıklarından başka bir sorunumuz yoktu. Üstelik kız kardeşinin de öğretmeniydim. Kız kardeşine de büyük iyiliklerimin olduğunu biliyordu. Başkalarının aklı ile hareket eden birisi olduğu için ancak bu kadar düşünebiliyordu.

Öğretmenlerden Ramazan Polat ve Zühre Tarım Bige beni onurlandıran güzel sözler söyleyerek gerçekleri en güzel biçimde açıklayan arkadaşlarım oldu.

Halktan dinlenen tanıkların hemen hepsi benim solcu ve kominist bir öğretmen olduğumu söylediler. Aralarında beni dinsizlikle ve Tanrıyı inkar etmekle suçlayanlar da oldu. Atmış kadar tanık dinlendi. Hepsinin ortak görüşü solcu ve kominist olmamda birleşiyordu.

Yargılama sonunda mahkeme isnat edilen suçun işlenmediği sonucuna vararak beraat kararı verdi. Yargı kararı ile aklanmış olmama rağmen Milli Eğitim Bakanlığı beni eski görev yerim olan

318

Gürün lisesine yeniden atamamı yapmadı. Ben de

Gürün deki görevime dönmek için hukuki bir mücadele vermeyi düşünmedim. Geçen süre içinde Darende ye alıştığım için orada kalmayı uygun buldum.

Darende benim için farklı bir çevreydi. Gürün e göre daha muhafazakar bir yapıya sahip olup genellikle halkı dindar ve tutucudur. Yöre halkının bu kadar tutucu olmasının nedeni orada kutsallığına inanılan bir türbenin bulunmasıdır. Genellikle türbelerin bulunduğu yörelerdeki halk türbeyi bir sığınma yeri olarak gördükleri için bilim ve teknikle bağlantıları zayıftır. Anadolu nun neresinde bir türbe gördüysem o yöre halkının geri kalmışlığını da gördüm. Darende bu görüşümün en güzel örneğidir.

İlçede “Şeyhamit” olarak adlandırılan bir türbe bulunmaktadır. Bu türbede yatan zat Hazreti Muhammet döneminde ya da o döneme yakın tarihlerde yaşadığı tahmin edilen bir din adamadır. Türbenin kutsallığı da bu inanca dayanmaktadır. Yöre halkı bu türbeyi ikinci bir Kabe gibi düşünür. Özellikle yaz ve bahar aylarında türbenin çok sayıda ziyaretçileri olur. Yörede kurban kesmek isteyenler oraya gider ve kurbanlarını orada keserler.

Urfa da ki Balıklı havuzun bir benzeri burada da mevcuttur. Halk eski yıllarda şehit düşen askerlerin balık şekline girerek bu havuzda yaşadığına inanır. Bu balıklar kutsal sayıldığı için kimse dokunamaz ve tutulamaz. Balıkların büyük bir bölümü yaralı olup kimisinin tek gözü kimisinin kuyruğu yoktur. Çoğunun vücutlarının değişik

319

yerlerinde kapanmış yara izleri görülür. Halk balıkların yaralı olmalarını yaralanarak şehit düşmüş askerlerin varlığına bağlar. Aslında balıkların hareket ettiği kanal taşlardan oyulmuş olup taşların yüzeyleri pürüzlü olduğu için balıklar bu kayalara çarparak yara almakta ve bu yüzden de yara izleri taşımaktadırlar. Balıkların bu özellikleri tamamen yaşadıkları ortamın özellikleri ile ilgilidir. Onları kutsallaştıran, halkın batıl inançlarıdır.

Darende dağların arasına sıkışmış çok eski bir ilçedir. Gürün e çok yakın olmasına karşın iki ilçenin sosyal yapısı biri birine hiç benzemez. Darende başka il ve ilçelere çok göç verdiği için fazla gelişmemiş ve büyümemiştir. Türkiye nin hemen her köşesinde bir Darendeli ye mutlaka rastlanır.

Darende ve Gürün halkı bir birini çok iyi tanır. İki şehir arasında az da olsa bir ticari ilişki vardır. O yıllarda Darende de avukat olmadığı için Gürün deki yazıhanemi de buraya naklederek avukatlığa burada devam etmeğe başladım.

Darende ye yazıhane açmam oradaki dava takipçilerini pek memnun etmedi. Ben geldiğimde ilçede dava takipçiliği yapan on beş kişi vardı. Avukatların olmadığı yerlerde dava takipçileri bazı davalara girebiliyorlardı. Hiç hukuk eğitimi almamış bu kimselerin dava takip etmeleri mahkemelerin işlerini güçleştiriyordu. Özellikle hakimler dava takipçilerinden rahatsız oldukları için benim gelmemden dolayı son derece memnun oldular. Hakimler ve savcılar hep bana yardımcı oluyor,duruşma ve keşiflerimi derslerimin olmadığı

320

saatlere ve günlere veriyorlardı. Kısa sürede bir hayli dava aldım. Gün geçtikçe davaların sayısı çoğalıyor iki görevi birlikte yapmam güçleşiyordu.

Dava takipçilerin işleri hep bana kayınca bu defada onlar beni Darende den uzaklaştırmak için gizli gizli çalışmalar yapmağa ve solcu olduğumu halka yaymağa başladılar. Gürün deki suçlayıcı taktik burada da uygulanıyordu. Amaç beni halka aşırı solcu bir öğretmen olarak tanıtıp halkın tepkisini sağlamaktı. Bunda pek başarılı olamadılar.

Tüm Darende halkı dedemi ve ailemi yakından tanıdıkları için yayılan dedikodular pek itibar görmedi. Hatta ilçelerine bir avukatın gelmesinden dolayı memnundular.

Dava takipçileri bu taktiklerinde başarılı olamayınca bir gün bana :

-Ziya Bey sizi çok seviyor ve taktir ediyoruz. Ancak bizim büyük bir sorunumuz var. Bunu anlayışla karşılayacağınıza inanıyoruz. Şu an Darende de dava takipçiliği yapan on beş kişiyiz. Aile bireylerimizle birlikte sayımız altmışı geçmektedir. Siz Darende de avukat yazıhanesi açınca hepimizi işi durdu. Şu an geçimimizi sağlayamıyoruz. Biz, dava takipçileri olarak size her ay belirli bir para ödeyelim, siz de yazıhanenizi kapatın. Kapatmayı düşünmüyorsanız yazıhanenizi Malatya ya da Gürün e nakledebilirsiniz. Bizler bu konuda üzerimize düşecek olan her türlü fedakarlığa katlanmaya hazırız ,dediler.

Böyle bir teklifi kabul edemezdim. Çalışmadan para almak benim düşünceme uygun

321

bir davranış değildi. Onları da mağdur etmeyecek bir çözüm arıyordum. Bir gün baro odasında duruşmaları beklerken onlara:

-Buraya gelmemden ve yazıhane açmamdan dolayı yakındığınızı duyuyorum. Biliyorsunuz ben buraya kendi isteğimle gelmedim. Zorunlu bir tayin oldu. Siz tayinimi istediğim bir yere yaptırabilirseniz ben de bu vesile ile Darende den ayrılmış olurum, dedim.

Bu teklifimi çok olumlu karşıladılar ve çok ta memnun oldular. O yıllarda Milli Eğitim Bakanlığında şube müdürü olarak çalışan bir hemşehrileri vardı. Ona güvenerek böyle bir atamayı yaptıracaklarına inanıyorlardı.

Dava takipçileri ile olan bu görüşmemizden sonra Ben İstanbul ve İzmir illerinden birisine naklen atanmam için bir dilekçe yazarak posta kanalı ile Milli Eğitim Bakanlığına gönderdim.

Dilekçemin gitmesinden sonra dava takipçileri kendi aralarında bir heyet oluşturdu ve hatta bir miktar da paraya toplayarak naklimi yaptırmak üzere Ankara ya gittiler. Uzun bin uğraştan sonra Darende ye döndüklerinde naklim konusunda pek umutlu görünmüyor ve bana da bir açıklama yapmıyorlardı. Böyle suskun davranmalarına ve inandırıcı bir açıklama yapmamalarına bir anlam

veremiyordum. Sonunda ısrarım üzerine gerçeği açıkladılar. Ankara ya giden arkadaşlardan birisi :

-Milli Eğitim Bakanlığı sizi solcu militan bir öğretmen olarak biliyor. Darende tutucu bir yer olduğu için ıslah olmanız amacı ile Sizi burada tutmak istiyorlar. Bakanlık, Darende yi bana dini eğitim verecek bir halk okulu gibi düşünüyordu.

322

Uzun süre bu ilçede kalmam durumunda hem başkalarına zarar veremeyecek, hem de halkın manevi baskı ile eğitilmiş olacaktım. Bakanlığın hakkımda bu şekilde düşünmesi benim için onur kırıcı bir olaydı.

Dava takipçilerinin kanısına göre benim Darende den başka bir tarafa naklim olanaksız görünüyordu.

Bakanlık yetkilileri, heyet üyelerine “İstediğiniz her öğretmeni alırız ve gerekiyorsa yeni öğretmenler de atarız. Ama Ziya Kayapınar mutlaka ilçenizde kalacak O öğretmenin atanması konusunda aracı da olmayın ısrar da etmeyin” demişler.

-Dava takipçileri olarak bizler sizi sevdiğimiz için üzülürsünüz amacı ile Milli Eğitim Bakanlığının hakkınızdaki düşüncelerini sizlere duyurmak istemedik. Siz ısrar ettiğiniz için açıklıyoruz, diyerek beni aydınlattılar.

Benim isteğim kabul edilmeyecek bir istek değildi. Basit bir nakil isteği idi. O yıllarda İstanbul ve İzmir in de çok sayıda öğretmen açığı bulunuyordu. Hatta bu büyük şehirlerde geçinmek zor olduğu için öğretmenler buralara pek tayin istemiyorlardı. Milli Eğitim Bakanlığının bu olumsuz tutumu karşısında başka bir ile nakil konusundaki hayallerim de bu şekilde bitmiş oluyordu.

Bu ilçeden ayrılmak için ya öğretmenlikten istifa edecektim ya da tamamen buraya yerleşip kalacaktım. Darende bana göre bir yer değildi. Burada uzun süre kalamazdım. Başka çözüm yollara aramağa başladım.

323

O yıllarda Kaymakamlık sınavı açılmıştı. Ankara ya gittim ve mülakat şeklinde yapılan bu sınavlara katıldım. Sınavda adaylarda bilgi kapasitesi aranmıyordu. Belirli bir konuda kısa bir sohbet yapılıyor bu şekilde adaylar belirleniyordu. Bakanlıkta çalışan bir polis hemşehrim vardı. Bana telefon ederek sınavları kazandığım müjdesini verdi. Bu haber benim için sevindirici bir haberdi.

Ben kaymakamlığa atanmamı beklerken bir süre sonra başka bir olumsuz haber geldi.

MİT, beni İç İşleri Bakanlığına son derece tehlikeli bir solcu olarak rapor ettiği için mülki teşkilatta görev almam sakıncalı görülmüş ve bu nedenle de atanmam yapılmamıştı.

Bu olaydan sonra Polis Kolejine hukuk öğretmeni olarak atanmam için İç İşleri Bakanlığına yeni bir dilekçe gönderdim. Dilekçeme verilen yazılı yanıtta isteğimin kabul edildiği bildirilerek bazı belgeler isteniyordu. İstenen belgeleri süresi içinde Bakanlığa gönderdim. Bu atamaya artık kesin gözü ile bakıyordum. Yine burada da MİT in devreye girmesiyle atanmam son anda durduruldu.

Mit verdiği gizli raporlarında beni eylemci ve aşırı solcu bir militan olarak gösterdiği için hiçbir kamu kuruluşunda görev almam mümkün görünmüyordu.

Yaptığım tüm müracaatlarımın olumsuz şekilde sonuçlanması beni başka arayışlara yönlendirdi. Darende de uzun süre kalamazdım. Darende halkı ile Darende lisesi ile bir sorunum yoktu. Halk arasında da Lisede de saygın bir yerim vardı. Darende halkı avukat olmam nedeniyle beni

324

diğer lise öğretmenlerinden daha farklı görüyordu. Kısa sürede tüm esnaf beni tanımıştı. Aslında Gürün e göre burada daha rahattım. Şehri sevemediğim için bana sıkıcı geliyordu.

Darende de avukatlık ve öğretmenliği birlikte yürütürken bir gün Elektrik Kurumunun bir davası için Ankara dan bir müşavir arkadaş gelmişti. Baro odasında dava takipçilerinde bulunduğu bir ortamda bu gelen misafir avukat arkadaşa şaka olarak:

-Gördüğünüz bu dava takipçilerin hepsi de benim Darende den gitmemi istiyorlar. Bana uygun bir görev verilirse Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğüne geçebilirim, dedim.

Arkadaş ta :

-Teklifiniz ciddi ise Genel Müdürlüğe durumu bildireyim,dedi ve Ankara ya döndü.

Müşavir arkadaşın Ankara ya gitmesinden birkaç ay sonra bana Ankara dan bir telefon geldi. Görüşmek üzere beni acele Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğüne çağırıyorlardı.

Aldığım davet üzerine Elektrik Kurumunun koşullarını öğrenmek için Ankara ya gittim. Beni Baş Hukuk müşaviri ile görüştürdüler. Baş Hukuk müşaviri Elazığ bölgesi için bir avukata ihtiyaçları olduğunu bildirdiler. Bu bölgede çalışacak olan avukatın Keban, Atatürk ve Karakaya Barajlarının her türlü hukuki ihtilaflarına ve davalarına bakması gerekiyordu. Çalışma alanı oldukça genişti. Güneydoğu ve Doğu Anadolu nun on iki ilini kapsıyordu.

İl olarak Malatya, Adıyaman, Mardin Diyarbakır, Siirt,Muş ,Bingöl, Erzincan ,Hakkari,

325

Van, Elazığ, Bitlis benim çalışma bölgem içinde yer alan şehirlerdi. Bu şehirlerdeki Elektrik Kurumu ile ilgili tüm davalara yalnız başına ben bakacaktım. Milli Eğitim Bakanlığınca şahsıma yapılan bu haksız eylemlerden kurtulmak için çalışma koşulları güç te olsa bu görevi severek kabul ettim.

Kabul ettiğim bu yeni görev öğretmenliğe göre bana hayli farklı ve iyi avantajlar sağlıyordu. Görevin güçlüğü seyahatinin çok olmasıydı. Seyahati sevdiğim için bunu bir külfet olarak görmüyordum. Ayrıca bana yüksek derecede bir kadro ve kazandığım davalarda da vekalet ücreti vereceklerdi.

Öğretmen olarak ben sekizinci derece kadro ile çalıştığım için teklif edilen üçüncü derece kadro bana cazip gelmişti. İşin en cazip yönü de bu görevi kabul etmiş olmakla Darende Tutsaklığından da kurtulmuş oluyordum.

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı fiilen devlet memuru olarak çalıştığım için Elektrik Kurumuna ancak Milli Eğitim Bakanlığından muvafakat alarak geçebiliyordum.

Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğünce Muvafakat için Milli Eğitim Bakanlığına bir yazı yazılarak elden takip edilmek üzere bana verildi.

Milli Eğitim Bakanlığında Personel genel müdür yardımcısı ile beni görüştürdüler. Müdür yardımcısı özlük dosyamı getirtti. Dosyadaki bilgilere göre daha mecburi hizmet borcum bitmemişti. Ben dokuz yıl devlet hesabına yatılı okuduğum için on üç buçuk yıl mecburi hizmetim vardı.

326

Milli Eğitim Bakanlığı genel müdür yardımcısı daha mecburi hizmet borcumun bitmediğini, ayrıca Darende lisesinde hizmetime ihtiyaçları olduğunu belirterek bu nedenle muvafakat veremeyeceklerini bildirdi.

Elektrik kurumu yazdığı yazıda istenen personelin mecburi hizmet borcunun da kuruma aktarılmasını, bu mümkün görülmediği taktirde mecburi hizmet borcuna isabet eden para miktarının da kurumca ödenebileceğini bildiriyordu.

İlgili müdür yardımcısını bir türlü ikna edemedim. Müdür yardımcısına:

-Hem beni istenmeyen tehlikeli bir öğretmen olarak kabul ediyor Darende dışında başka bir yerde görev alamayacağımı bildiriyorsunuz, hem de hizmetime ihtiyaç olduğunu söylüyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?

Ben solcu ve tehlikeli bir öğretmensem benden Milli Eğitim Bakanlığı olarak kurtulmanız için bu iyi bir fırsat değil mi? Muvafakat vermekle bir kaybınız olmuyor. Bilakis Bakanlığınız için tehlikeli gördüğünüz bir öğretmenden kurtulmuş oluyorsunuz. Bundan böyle benim için ta oralara müfettiş göndermeniz de gerekmeyecek. Beni taktir edip ödüllendirmeniz gerekirken bana işkence ediyorsunuz. Hukuk fakültesini bitirmiş bir öğretmene sahip olmanız Bakanlık için bir kazançtır. Benim varlığımdan rahatsızlık duymamanız gerekir. Suçsuz olduğum yargı kararı ile kanıtlanmış olmasına karşın Bakanlık hala beni bir numaralı suçlu olarak görüyor ve Darende ye

327

hapsediyor. Böyle bir uygulama ve ceza belki de

dünyanın hiçbir yerinde uygulanmamıştır. Elektrik Kurumu mecburi hizmet borcumu para olarak ödemeyi de kabul ediyor, bakanlığınızın bu konuda hiçbir kaybı olmuyor, dememe rağmen istenen muvafakat belgesini alamadım.

Başka bir çözüm ararken Bakanlık ta çalışan eski öğretmenlerimden Hayrettin Utkanlar hatırladım. Öğrencilik yıllarında Pamukpınar Köy Enstitüsünde öğretmenim olmuştu. O an bakanlık baş müfettişi olarak görev yapıyordu. Durumumu anlatmak için hocamın yanına gittim. Olayı kendisine bütün detayları ile anlattım. İsteğimi çok olumlu ve mantıklı buldu.

Ben odasında otururken birkaç yere telefon ederek sorunu çözdü ve istenen muvafakatin verilmesini sağladı.

Milli Eğitim Bakanlığının elektrik kurumuna geçmem konusunda muvafakat vermemesi beni cezalandırmaya yönelik art niyetli bir davranıştı. Bir bakanlığın bir öğretmenle bu derece uğraşmasını ben intikam duygusu olarak algıladım. Hukuk devletinde bir kişinin suçu varsa ve bu suç da yargı kararı ile tespit edilmişse cezası verilir. Yargının beni suçsuz bulmasına karşılık Milli Eğitim Bakanlığının hala beni tehlikeli bir suçlu gibi görmesi bir yargısız infazdı.

Aslında Milli Eğitim Bakanlığı hukukçu bir öğretmeninden çeşitli şekillerde yararlanabilirdi. Siyasi görüşlerinden dolayı bir öğretmenin bu şekilde hırpalanması ve dışlanması eğitimin siyasallaşmasından kaynaklanıyordu. Her gelen siyasi iktidar kendisine uygun bir kadro

328

oluşturmak istiyordu. O dönem benim durumumda olan binlerce öğretmen ve aydın aynı kaderi paylaşmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

329

ELAZIĞLI YILLAR

 

Öğretmenliği bırakıp Elazığ a avukat olarak giderken üzgündüm. Ben öğretmen olmak için eğitim almış öğretmenliği seven bir kimseydim. İmkanlar verilseydi çok daha iyi işler başaracağıma inanıyordum. Artık öğretmenlik benim için anılarımda yaşan bir meslek olarak kalacaktı.

1972 yılının haziran ayı idi. Darende de öğretmen olarak çalıştığım liseye ve oradaki avukatlığım sırasında bana büyük yardımlarda bulunan hakimlere ve adli personele veda ederek Darende den ayrıldım.

Yeni görev yerim olan Elazığ dayım. Daha önceki yıllarımda da gezi amaçlı olarak bu şehre birkaç kez gelip gittiğim için şehri biliyordum. Burada Benim için yeni bir macera ve yeni bir yaşam başlıyordu.

Keban barajı yapılıncaya kadar Elazığ çok az tanınan bir ilimizdi. Anadolu halkı daha önce Elazığ ı oradaki Akıl hastanesi ile daha sonraki yıllarda da Keban barajı ile tanıdı. Doğu Anadolu nun az gelişmiş ve unutulmuş bir iliydi. Keban Baraj inşaatının başlaması ile Elazığ da bir hareketlilik ve canlanma başladı. Baraj sahası nedeniyle Elazığ ın seksene yakın köyünün toprakları kamulaştırılmıştı. Bu Türkiye tarihinin en büyük kamulaştırılması idi. Kamulaştırılan bu topraklar için ödenen büyük paralar olduğu gibi Elazığ a aktı. Bu paraların bir kısmı şehrin

330

imarına,bir kısmı ise sanayiye harcandı. Bilinçsiz

harcamalar nedeniyle Elazığ bu paralarla istenilen gelişmeyi yakalayamadı.

Ben geldiğim zaman Keban Hidro Elektrik Santralının inşaatı devam ediyordu.

Keban Hidro Elektrik Santralı Türkiye nin enerji üreten en büyük santralıydı. Daha sonra Fırat nehri nin üzerine Karakaya ve Atatürk barajları ve hidro Elektrik santralleri de yapılınca o bölge enerji kaynağının merkezi oldu. Sonradan yapılan bu iki santralın da davalarına da bölge avukatı olmam nedeniyle ben bakacaktım.

Bu üç hidro elektrik santralı Türkiye nin en büyük enerji kaynağı idi. Türk sanayinin kalkınmasında bu santrallerin büyük rolü olmuştur. Bu üç santral Türkiye nin gözbebeğidir.

O yılların en büyük enerji yatırım bölgelerinden birisi de Elbistan-Afşin Termik santralı projesiydi. Bu bölgede benim çalışma alanım içinde kalıyordu. Elazığ daki Avukatlık yıllarımda beni en çok meşgul eden de bu santralle ilgili itilaflardı. Santral sahası olarak kamulaştırılan alanla ilgili çok sayıda dava açıldığı için sık sık oraya gitmem gerekiyordu. Santral üretime geçinceye kadar hukuki itilaflar devam etti. Üretime geçmesi ile birlikte itilaflar da azaldı.

Elbistan Afşin termik Santralı projesi çok verimli iyi düşünülmüş bir yatırım değildi. Santral üretime geçtikten sonra çok sorunlar yaşandı. Enerji üretimi açında Keban büyüklüğünde bir santraldı. Kömür yetersizliği nedeniyle tüm üniteleri hiçbir zaman tam olarak çalıştırılamadı. Üç türbinden oluşan santralın ancak tek türbini

331

çalıştırılabiliyordu. Santralı çalıştıran kömür çok düşük enerjili bir kömür olduğu için fazla miktarda kömür tüketiyor bu da fazla iş ve emek harcanmasını gerektiriyordu.

Benim iş merkezim Elazığ dı. Çalışma alanım barajlara bağlı olarak tüm Doğu ve Güneydoğu Anadolu yu kapsıyordu. Evim şehir merkezinde olduğu için duruşmaların dışında hep Elazığ da bulunuyordum.

Kısa sürede Elazığ da çok iyi dostlarım oldu ve şehri de sevdim. Elazığ a kısa sürede bu kadar ısınmamı iki arkadaşa borçluyum. Bu arkadaşlarımdan birisi şehir halkının yorgancı Kemal olarak adlandırdıkları Kemal Öztürk, diğeri ise Elektrik Kurumu Şebeke Tesis bölge müdürü olarak çalışan Nihat Özgül idi. Her iki arkadaşım da ülkücülerin kara listesinde yer alıyordu.

Yorgancı Kemal esnaftan birisiydi. Darendeli olup yıllar önce buraya gelmiş ve yerleşip kalmıştı. Mefruşat üzerine çalışır,kimseye zararı dokunmayan aydın bir insandı. Elazığ halkına göre tek kusuru solcu olmasıydı. Ülkücüleri ve biraz da bağnaz dincileri eleştirmesi hoş karşılanmıyordu. Bu nedenle ülkücüler onu susturmak yada yok etmek istiyorlardı.

Sağ kesimin yaptığı her eylemde Yorgancı Kemal mutlaka ödülünü alır ya işyeri tahrip edilir ya da evi bombalanırdı.

Bir gün şehir merkezinden yürüyerek işyerine gidiyordum. Baktım çok azgın bir kitle ellerinde sopalar sokaklara çıkmış toplu halde yürüyorlardı Durumu görür görmez acele ile

332

daireye gidip Yorgancı Kemal i haberdar etmek istedim. Ben daireye ulaşıncaya kadar o azgın gurup ta Yorgancı kemal in olduğu caddeye girmişti. Telefonu açarak yorgancı Kemal e:

-Çok azgın ve saldırgan bir grup senin dükkanın olduğu caddeye doğru geliyor ! Acele dükkanı terk et ve oralarda görünme ,dedim. Yorgancı Kemal bana:

-Geldiler!.. Geldiler !.. Vitrin camlarım gitti. Vitrinde duran mallarımı tahrip ettiler. Ben sağ selametim. Haber verdiğin için teşekkür ederim. dedi ve telefonu kapattı.

Gidip görmek ve ona biraz moral vermek istedim. Dükkan tamamen tahrip edilmiş o perdelik kumaşlar yerlerde ayakları ile çiğnenerek kullanılmaz hale getirilmişti. O halde bile Yorgancı Kemal in yüzündeki gülümseme gitmemiş fazla da etkilenmemiş gibi görünüyordu. O böyle şeylere alışmıştı. Sonuçları önceden görüp bildiği için olayları artık doğal karşılıyordu.

Bu olaylar dan bir süre sonra da oturduğu ev yine ülküceler tarafından iki kez bombalandı. Küçük yaştaki çocukları ve eşi büyük korkulu anlar yaşadılar. O kötü günlerinde hep yanlarında oldum ancak moral vermekten başka bir yardımım da olmuyordu.

Arkası kesilmeyen bu olaylara karşı dostumuz fazla dayanamadı,hayatını ve çocuklarını kurtar için varını yoğunu orada bırakarak İzmir e göç etmek zorunda kaldı. Halen İzmir de mutlu bir şekilde yaşamını sürdürmekte zaman zaman bir araya gelerek o kütü günleri anmaktayız.

333

Diğer arkadaşım Nihat Özgül de sürekli ölüm tehdidi altında yaşıyordu. Çoğu kez akşam ve öğle saatlerinde evimize yaya olarak gitmekten korktuğumuz için Nihat Özgül ün makam aracı ile gidiyor ve dönüyorduk. Aslında bu da bir çözüm değildi. Nitekim bir gün sokak arasında Nihat Özgül ün otomobili kurşunlandı. Tesadüf o gün ikimiz de araçta bulunmuyorduk. Kurşun arka camdan girmiş ve ön camı delerek çıkmıştı. Araçta olsak kesin birimize isabet edebilirdi. Nihat arkadaşım da öldürülmemek için Elazığ ı terk ederek o da İzmir e göç etmek zorunda kaldı.

O yıllarda Elazığ bir savaş alanı gibiydi. Teröristler şehri iki bölüme ayırmışlardı. Ana Caddenin kuzeyinde kalan kısım devrimcilerin, güneyde kalan kısım ise ülkücülerin hakimiyeti altındaydı. Bu iki gurup arasındaki mücadele bazen silahlı çatışmaya dönüyor, bazen de taraflar bir birlerine sopalarla saldırarak olaylar çıkarıyorlardı. Gündüzleri sokak ortalarında insanlar öldürülüyor, devlet güvenlik güçleri olayların yatıştırılmasında etkisiz kalıyordu.

Elazığ da ki anılarım hep hüzün veren anılardır Aslında Elazığ Doğu Anadolu nun güzel şehirlerinden biriydi. Çok sıcak kanlı ve dost insanların yaşadığı bu güzel ili terör olayları yaşanamaz hale sokmuştu. Şehri seviyordum ama huzurlu değildim. Silah sesleri ile yatıp silah ve bomba sesleri ile kalkıyorduk. Sola ve sol düşünceye karşı sağın aşırı bir tepkisi vardı,. yaşama hakkı bile tanımak istemiyorlardı.

Bu tür olaylar anılarımda derin izler bırakmış olduğu için hiç birini unutamadım. Yıllar geçmiş

334

olmasına karşı bugün bile o günleri yaşarken ürperti duyuyorum. Şu an yine o günlerin bir kötü anısı gözlerimin önüne geldi.

Bir gün Yorgancı Kemal ile birlikte şehirde bir kısa tur attıktan sonra benim büroma gelip orada biraz oturmak istedik. Birden bulunduğumuz cadde karşıt görüşlü gençler tarafından işgal edildi. Caddenin kuzey tarafını solcular güney tarafını da sağcılar işgal etmişti. Biz iki tarafın ortasında kalıvermiştik.

İki büyük düşman biri biriyle çarpışıyormuş gibi karşılıklı silahlar atılmağa başladı. Her köşe başında elinde uzun namlulu silahı olan militanlar durmadan sağa sola mermi yağdırıyorlardı. O sırada tam bizim kaldığımız binanın önünde birisi vurularak yere yığıldı.

Biz sağ tarafın işgal ettiği sokak başında bulunduğumuz için onların davranışlarını görebiliyor, sol tarafın neler yaptıklarını göremiyorduk. Biraz sonra sağ kesim yeni bir hamle yaparak sokağın kuzeyine doğru ilerlemeğe başladı. Sağcılardan birisi biraz önce vurulup yerde yatmakta olan adama yaklaştı ve onu tekmelemeğe başladı. Adam ölmüştü… Ama o hıncını alamadığı için o ölü adamın kafasına ve vücuduna durmadan tekme atıyordu. Bir insan ne kadar acımasız olursa olsun ölen bir kimseye bu şekilde işkence etmesi kabul edilir bir davranış olamazdı.

Biz Yorgancı Kemal ile birlikte binanın en üst katında pencere arasında olup bitenleri seyrediyorduk Kemal de aşırı bir tedirginlik görüyordum. Durmadan:

335

-Bu adamlar benim burada olduğumu görürlerse beni mutlaka öldürürler

-Kemal bey bizim bu binaya girdiğimizi kimseler görmedi. Üstelik bu bina resmi bir bina korkma yerimiz güvenli,diyerek onu teskin etmeğe çalışıyordum.

Aradan bir saat kadar bir zaman geçmişti ki bir baktık askeri birlikler caddeyi işgal etti. Süngü takmış olan askerler saf olarak ağır adımlarla kontrolü el geçirmeğe çalışıyordu. Askerlerin gelmesi ile iki taraf ta kaçınca cadde yeniden açıldı. Bu sessizlikten yararlanarak hemen bir taksiye atlayıp evlerimize gittik.

Elazığ imkanları ve konumu güzel olan bir şehirdi. Özellikle Keban Barajının yapılması buraya ekonomik bir hareketlilik getirmiş ve şehir canlanmıştı. Şehirde göz görülür büyük bir değişiklik yaşanıyordu. Keban barajı nedeniyle arazileri kamulaştırılan seksen köyün halkı şehre göç etmiş, kamulaştırma paralarını şehrin güzelleşmesi ve kalkınması için harcamağa başlamışlardı.

Elazığ merkezinde fazla davalarım yoktu. Davalarımın büyük bir bölümü çalışma alanım içinde bulunan diğer illerdeydi. Hemen her gün değişik yerlerdeki duruşmalardan duruşmalara koşup duruyordum. Cumartesi ve Pazar günlerim bile keşifler nedeniyle hep Elazığ dışında geçiyordu Çok yoğun bir çalışma temposuyla duruşmaları götürmeğe çalışıyordum. Aslında bu kadar geniş bir bölgede tek avukatın bu kadar işi yürütmesi çok güçtü. Seyahati sevdiğim için bunlara

336

katlanabiliyordum. Her gün Anadolu nun değişik bir köşesini görmek bana mutluluk veriyordu.

O yıllar Elektrik Kurumu sadece enerjinin üretimi işi ile uğraştığı için fazla büyük bir kuruluş değildi. En küçük birimlere kadar enerji satımı işi de kuruma verilince kurum birden bire dev bir kuruluş haline dönüşüverdi.

Bizim yıllarımızda Elektrik kurumu çok saygın bir kuruluştu. Tüm ünite amirleri birbirlerini tanıdığı için işler gayet düzenli ve disiplinli gidiyordu. Avukatların işleri yoğun olmasına karşın kimse işinden şikayetçi olmazdı. Avukatları rahatsız eden bir baskı ve çalışma sistemi de yoktu. Herkes birbirinin davasına yardımcı oluyor ve yurdun her tarafına koşuyorlardı.

Seyahatlerimiz için bir vasıta tahdidi yoktu. Uçak dahil her türlü ulaşım imkanlarından yararlanabiliyorduk. Ulaşım imkanları sınırlı olan yerler için en yakın ünitelerimizden özel araç alma imkanımız da oluyordu.

Görevim nedeniyle Doğu Anadolu nun bir bölümünü ve Güney Doğu Anadolu yu en ücra köşelerine kadar gezebilme imkanım oldu. Bu vesile ile doğu halkını ve onların yaşantılarını yakından izledim. Gördüklerim pek iç açıcı değildi. Bugün Avrupa birliğine girme çabalarının olduğu şu sıralar yine doğuyu ve orada gördüklerimi anımsıyorum. Oradaki yaşamı gören Avrupa nın bizi birliğe alacağına pek inanamıyorum. Avrupa birliğine üye ülkelerin büyük bir çoğunluğunu da görme imkanım oldu.

 

337

Doğu ve güneydoğu olarak Avrupa standartlarını yakalamamız için daha uzun yıllar çalışmamız gerektiğine inanıyorum. Şu an onlarla aramızda büyük uçurumlar var.

Doğunun ve Güney doğunun o kadar büyük sorunları var ki bunların çözümü çok uzun yıllar ister. O bölgede hala okuma yazma bilmeyen bir hayli insan var. Çok yerlerde feodal düzen aynen devam etmektedir. Yöre insanının geri kalmışlığında gelmiş geçmiş iktidarların büyük ihmali olduğu gibi doğal yapının da büyük etkileri olmuştur. O verimsiz topraklar o yörenin halkını beslemeye yetmiyor. Bu nedenle Güney Doğu Halkı kaçakçılık, Doğu Anadolu halkı ise terörle karnını doyurmağa çalışıyor. O topraklar da ülkemizin bir parçası. Oralara hiçbir zaman kötü diyemeyiz. Bu kadar ağır koşullara rağmen o yörenin de ve yöre insanının da iyi yanlarının olduğunu gördüm ve yaşadım. Gördüklerim karşısında üzüldüğüm anlar da oldu mutluluk duyduğum anlar da.

Mardin, Siirt, Urfa, Diyarbakır doğunun görülmeğe değer güzel şehirleridir. Mardin in ilçesi Nusaybin in gönlümde ayrı bir yeri var. Nusaybin kaçakçılıkla geçinen bir ilçemiz olup Suriye ye ait Kamışlı ilçesi ile karşı karşıyadır. Yöre İnsanları geçimlerini Suriye den kaçak olarak getirip sattıkları kaçak mallarla sağlıyorlardı. Suriye den Nusaybin e kaçak mal getirmek ve satmak kolay bir kazanç yolu değil. Her şeyden önce ticari riskin dışında daha büyük oranda ölüm riski bulunuyordu. . Devletimiz bu kaçakçılığı önlemek için Hatay dan Cizre ye kadar olan hududun belirli

338

genişlikteki bir şeridini mayın tarlası haline getirmişti. Gümrük kapılarından giremeyen yörenin kaçakçıları mayın tarlalarından geçmek zorundaydılar Geçerken patlayan mayınlar yüzünden nice insanlar ölmüş ,nice insanlar sakat kalmış, ama hiçbir güç bu tehlikeli kaçakçılığı bırakmamıştır.

Gördüklerim karşısında beni en çok düşündüren olay kaçakçılığa karşı alınmış olan önlemlerin tek yanlı olmasıydı. Tüm önlemler devletimiz tarafından alınmış olup Suriye ve Irak ın kaçakçılığın önlenmesi için aldığı bir tedbir yoktu. Her iki ülke ile olan sınırımız bizim korumamız altındaydı. Türkiye kaçakçılığı önlemek amacı ile ta Hatay dan Cizre ye kadar yedi yüz km lik bir alanı mayın tarlası haline getirmiştir. Yıllardan beri bu tedbir uygulanıp gitmektedir.

Bu kadar geniş arazi tarıma açılıp kaçakçılık yapmak zorunda kalan o fakir insanlara verilmiş olsaydı hem kaçakçılık önlenmiş olur hem de Suriye nin bekçiliğini yapmış olmazdık. Büyük bir alanı mayınladığımız yetmiyormuş gibi bir de sınır boyu kuleler yapıp buralara asker bekçiler dikmişiz. Yapılan bu kuleler bir birini görmekte ve günün yirmi dört saatinde askerlerimiz bu kulelerin tepesinde nöbet tutmaktadır. Bu kadar külfetli bir iş Suriye den Türkiye ye geçmek isteyen kaçakçılar için ön görülmüştür. Bu kadar önleme karşılık bölgede yine de kaçakçılık önlenememiştir. Alınan her önleme karşı kaçakçı da karşı önlemini almasını bilmiş ve mücadelesinden vazgeçmemiştir.

 

339

O yine sınır kapılarında rüşvet vererek,ya da mayın tarlalarındaki boşluklardan yararlanarak malını geçirmesinin bir yolunu bulmuş ve ölüm riski de olsa işini bırakmamıştır. Uygulamanın bu günde aynen devam ettiğini duyuyorum. Devletimiz en kısa zamanda o geniş arazileri mayınlardan arındırarak ziraata açmalıdır.

Nusaybin Güney Doğuda su hasreti çekmeyen tek şehrimizdir. Nusaybin in kuzeyinde bulunan dağların eteğinden büyükçe bir nehir çıkar. Çöl ikliminin yaşandığı bir yörede böyle bir su görmek mutlu bir olay. Bu su ile Nusaybinliler bir yandan pamuk üretirken, bir yandan da elektrik enerjisi elde edilmektedir. Nusaybin e olan sevgim, o yöreye hayat veren Çağçağ ırmağından kaynaklanmaktadır. Çağçağ suyundan Suriyeli köylüler de yararlanmaktalar.

O bölgede Mardin in ayrı bir yeri ve güzelliği var. Tarihi yapıları ile insanın ilgisini çeken farklı bir diyar. Türkülerinde de belirtildiği üzere Mardin Urfa ya , dolaysı ile Güney Doğu nun gurur duyduğumuz Harran Ovasına bakar. Mardin yamaçlarından Harran Ovasını seyretmek bir okyanusu seyretmek gibi insana haz verir. Harran Ovası bir deniz gibidir ovanın ucu ufkun bitimine kadar devam eder gider…

Karakaya Barajının yapılmasında ki amaç bu geniş ovayı sulamaktı. O ovanın tamamının sulanması halinde Güney doğunun kaderinin tamamen değişeceğine inanıyorum.

Mardin ,Urfa ve Siirt yöresi halkı genelinde Arapça konuşur. Yetişken erkeklerin hepsi ve okula giden çocuklar Türkçe de bilirler. Kadınların

340

özellikle köylerde yaşayanları Türkçe bilmez. Kendi aralarında konuşurken Arapça, bir yabancı ile konuşurken de Türkçe yi kullanırlar. Türkçe konuşurken biraz zorlandıklarını görürdüm. Arapça ana dilleri olduğu için günlük yaşamlarında kullandıkları dil bu idi.

Mahkemelerde, lisan konusunda zaman zaman zor anlar yaşandığı oluyordu. Kadınlar Türkçe konuşamadıkları için mahkemeler Arapça bilen tercüman kullanmak zorundaydılar. Tercüman sorununa da pratik bir çözüm bulunmuştu. Genelinde mahkeme mübaşirleri Türkçe yi de Arapça yı da iyi bildikleri için mahkemelerdeki tercümanlık görevini bunlar yürütürlerdi.

Bin dokuz yüz yetmiş iki yetmiş üç yıllarında o yörelerde henüz Türkçe televizyon yayınları başlamamıştı. Bizde televizyon yokken, Mardin ve Urfalılar Suriye ve Irak televizyonlarının renkli yayınlarını izleyebiliyorlardı. Onlar renkli yayın izlerken bizim ülkemizde yeni yeni siyah beyaz yayınlar başlamıştı. Ama yöre halkı Türk televizyonları yerine yine de Irak ve Suriye televizyonlarını izlemeyi tercih ediyorlardı. Yayınların renkli ve dilinin Arapça olması nedeniyle bu yayınlar halkın kültürüne daha uygundu. Yöre halkına kültür hizmeti götürülmediği için halkın Arapça konuşmasını yadırgamıyor ve hep devleti suçluyordum. Bin dokuz yetmişli yıllarda biz hala halkımıza Türkçe radyo ve televizyon yayınları götürememiştik. Devletin buradaki ihmalini birkaç anımla anlatmak istiyorum.

341

Nusaybin deki bir duruşmam için oraya gitmiştim. Taksiden iner inmez ilkokul son sınıf çağlarında bir çocuk yanıma yaklaştı:

-Agabey ben seni kaldıram ! dedi. Ben ne demek istediğini anlayamadım. Beni nasıl kaldıracağını merak ederek sordum:

-Nasıl kaldıracaksın ? Haydi kaldır da göreyim! dedim.

Çocuk birden elimdeki çantamı almağa çalıştı. O an anladım Çocuk benim çantamı taşımak istiyormuş. Türkçe yi yeterli derecede bilemediği için meramını ancak bu kadar anlatabiliyordu. Ben orada o çocuğu değil devletimizi suçladım. O çocuğun Türkçe bilmemesi kendi kusuru olamaz. Devlet vatandaşına kendi dilini öğretememişse kusur devletindir.

Yine aynı gün baktım küçük yaşta iki çocuk yan yana oturmuşlar ayakkabı boyacılığı yapıyorlar. Ben de ayakkabımı boyatmak amacı ile yanlarına gittim. Birisi bir yandan ayakkabımı boyuyor bir yandan da arkadaşı ile Arapça bir şeyler konuşuyor. Ben çocuklara sordum:

-Siz Arap mısınız,yoksa Türk mü ?

İkisi yine kendi aralarında bir süre Arapça konuştular. Ben :

-ne konuşuyorsunuz ? dediğimde:

-Ağabey, sorunuza verilecek yanıtı konuşuyorduk.

- Yanıtınız nedir diye sorunca da :

-Biz Arap ız, dediler.

Çocuklar gerçekten Arap mıydı, yoksa o kültürle yetiştikleri için kendilerini Arap mı sayıyorlardı, bunu öğrenmem mümkün olamadı.

342

Bir günde yine Mardin den Diyarbakır a gitmek için dolmuş taksi bekliyordum. Taksi durağında çocuklar yolculara ve gelip geçenlere su satıyorlardı. Ellerinde ise su dolu testiler bulunuyordu. Çocuklardan bazıları :

-Abu Buzey!.. Abu Buzey!..diye bağırırken bir kısmı da :

-Abu çımıdey !.. Abı Çımıdey !.. diye bağırıyorlardı. Yöreye çok gidip geldiğim için artık lisanlarını anlamağa başlamıştım. Abı çımıdey soğuk su, abu buzey buzlu su demekti.

Her iki çocuğu da yanıma çağırarak :

-Eğer soğuk su ve buzlu su diye bağırırsanız ikinizin de suyunun tamamını satın alıp parasını ödeyeceğim ,dedim.

İkisi de teklifimi kabul etmediler ve onları Türkçe konuşturamadım. Aslında ikisi de Türkçe biliyordu ; ama hangi duygularla konuşmak istemediklerini bana açıklamadılar. Bunu bir Arap milliyetçiliği duygusu ile söylemiş olamazlardı. Yine bir eğitim hatasının sonucu olduğunu düşündüm. Biz o yöredeki çocuklarımıza Türkçe yi öğretecek kadar bir eğitim vermediğimiz için çocuklar kendilerini Arap kabul ediyor ve Arap dili ile konuşuyorlardı.

İşte Güney Doğu Anadolu muzun kültürel özellikleri böyle. Burada farklı bir Türkiye var. Vatan bizim ve bu topraklar bizim. Ama üzerinde yaşayan insanlar bizlerden farklı. Urfa, Mardin, Siirt yörelerimiz böyle bir kültürün özelliklerini taşıyor.

Yöre halkı giyimleri ile, gelenekleri ile ve lisanları ile kısmen de olsa Arap kültürünü

343

yaşatmaktalar. Çarşı içinde Arapların entarisini giyen erkeklere de rastlanabilmektedir. Mardin halkının günlük konuşma dili Arapça dır. Aslında tüm çocuklar ve erkekler Türkçe bildikleri halde bu dili konuşmazlar. Köylerde yaşayan kadınların ise çok azı Türkçe bilmektedir.

Bazı olayları görerek yaşadığım için bölge halkını iyi tanıma fırsatım oldu.

Bir gün Mardin in ilçelerinden olan Mityat ta duruşmalarımı yaptıktan sonra Hasankeyf yolu ile Batman a dönüyordum. Yolumuzun üzerinde çok sayıda köy bulunuyordu. Öğretmen kökenli olduğum için bu köylerden birisine uğrayıp köyde öğretmenlik yapan bir meslektaşımla tanışmak istedim.

Yolumun üzerinde bulunan şimdi ismini anımsayamadığım bir köye gittim. Köyün beş sınıflı ve tek öğretmeni olan bir okulu vardı. Öğretmen arkadaşla tanıştım, Beni sıcak bir ilgi ile karşıladı. Aslen o köylü olduğunu üç yıldan beri köyünde çalıştığını söyledi.

Okula girince kendimi farklı bir ülkede sandım. Öğrenciler ve öğretmen Arapça konuşuyor ve dersler Arapça anlatılıyordu. Bu durumu görünce hayretler içinde kaldım. Burası Arapça öğrenim yapan bir özel okul değildi. Milli Eğitin müfredatını uygulayan bir köy okuluydu.

Bu durumu okulun öğretmenine sordum.

-Hocam Arapça ders anlatmak sizce doğru mudur? İlköğretim Müfredat programımızda eğitim ve öğretim dilimizin Türkçe olduğu belirtilmektedir. Siz derslerinizi Arapça ile

344

anlatırsanız bu çocukların Türkçe öğrenmeleri

mümkün olamaz, dediğimde öğretmen arkadaşımız:

-Çocuklar Arapça yı Türkçe den daha iyi biliyor ve böyle anlatılanları daha iyi öğreniyorlar. Önemli olan çocukların yetişmesidir. Bazı dersleri de Türkçe yapıyoruz . Çocukların hepsi de Türkçe biliyorlar ,diyerek kendisini böyle savundu.

O zaman aynı yörenin çocuklarının kendi bölgelerinde öğretmenlik yapmalarının büyük sakınca yarattığını bu örnekle anladım. Doğuda ve Güney doğuda ayrımcılığın ve ırkçılığın devam etmesinin bence nedeni budur. Bu yörelere mutlaka Türk kökenli öğretmenler gönderilmeli ve öğrenme çağındaki çocuklar bu sistemle kazanılmalıdır. Aksi halde Doğu ve Güney doğu halkına Türk sevgisini ve Türkiyeli olmayı öğretemeyiz. Bugünkü ayrımcılığın kökeninde eğitim sistemimizdeki hatalar yatmaktadır.

Doğulu çocukların geleceğinin ancak eğitimle kazanılacağı görüşündeyim. Ne yazık ki doğu halkının eğitilmesi konusunda devletimiz bir eğitim politikası geliştirememiştir. Bugün ki Türk-Kürt ayrımcılığının temelinde bu hatalar yatmaktadır. Onlara öğretmediğimiz şeyleri onlardan istemeğe hakkımız olamaz. Vaktiyle yapmadıklarımızın cezasını bugün çekiyoruz.

Bugün şikayetçi olduğumuz terör olayları yetmişli yılların başlarında doğu ve güney doğuda başlamıştı. Mardin merkezinden akşam beşten sonra ilçelere gitmek istediğimizde ya jandarma yolcuları koruyor ,yada seyahat izni verilmiyordu. Bölgede geceleri seyahat

345

yasaklanmıştı. Bazı akşamlar yola çıkmak isteyen araçlar bir konvoy oluşturuyor ve jandarmanın koruması altında en yakın jandarma karakoluna kadar götürülüyor ve o karakola teslim ediliyordu. Karakollar araç konvoylarını bir birlerine teslim ederek gidilecek yere kadar yolcuları bu şekilde teröre karşı koruyorlardı.

O tarihlerde adam öldürmek yoktu ama gasp ve soygun vardı. Uzun yıllar o yörelerde çalıştım bu tür olayların daha başlangıçta önünün alınması için devletin yaptığı hiçbir çalışmayı görmedim. Vaktinde önlemler alınmadığı için sonraki yıllarda olaylar şekil ve yön değiştirdi ve devletin başına bela olmağa başladı.

Yörenin en sorunlu ili Diyarbakır dı. Kürt ayrımcılığını çalıştığım yıllarda hep görüyor ve yaşıyordum. Şehrin girişlerinde ve çıkışlarında duvarlara büyük harflerle yazılmış yazılar vardı .

Başkente Hoş geldiniz” “Başkent Lokantası” “Başkent Berberi “ gibi yazılar Kürt ayrımcılığını açıkça ifade ediyordu. Bu tür olaylara karşı alınmış bir önlem yoktu. Bölgenin her yerinde gizli bir isyanın ve ayrımcılığın varlığı açık biçimde hissediliyordu.

Yöre halkının yaşam biçimi Anadolu nun diğer bölgelerine hiç benzemiyordu. Bu yöreler farklı bir ülkenin toprakları gibiydi. Asırlardan bu yana feodal yapı hiç değişmemişti. Bir yandan büyük topraklara sahip toprak ağaları, bir yandan ağaların işlerinde çalışan ve ırgatlık yapan insanlar. Yaşananlar ve görünenler pek iç açıcı değildi. Ağaların yaşantısı eski derebeylerinin yaşantılarına benziyordu. Evlerinin yapılış

346

biçimleri , aile düzenleri ve kültür yapıları feodal döneminin izlerini aynen taşımaktaydı.

Güney Doğu Anadolu denildiğinde ilk akla gelen toprak ağalarıdır. Mardin, Urfa ve Diyabakır toprak ağalarının yoğun olduğu bölgelerdir. Ağaların yaşantısı eski derebeylerinin yaşantılarına benzer. Evleri şatolar kadar büyük olmasa da şatolar kadar korunmalıdır. Ağa tüm çocukları ile birlikte bu evlerde yaşar. Eve yabancıların giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Genelinde avlu girişindeki büyük kapının önünde silahlı korumalar yer alır. Ağanın izni olmadıkça hiçbir yabancı içeri giremez.

Yöre ağaları arasındaki sosyal ilişkiler çok iyi sayılmaz. Ağalar genellikle biri birinden çekinir ,bir ağa başka ağanın egemenlik sahasına girmek istemez. İzinsiz girdiği taktirde büyük sorunlar çıkabilir. Ağanın arazisi içinde yer alan köylerdeki köylüler ağanın sivil askerleri ve korumaları durumundadır. Yüzlerce binlerce insan ağaya hizmet eder.

Ağalar yabancılara karşı son derece saygılı ve kibar insanlar. Yedirmeyi ve ikramı severler. Onların sofralarında yemek yemek ve yaşantılarını görmek bana da kısmet oldu.

Bir gün kurumumuzun Köy Elektrifikasyonu Bölge Müdürlüğünce evine elektrik verilen Kızıltepe deki bir köy ağası ekibi yemeğe davet etmişlerdi. Ben de tesadüfen o bölgede bulunduğum için elemanlar beni de yanlarına alıp ağanın davetine götürdüler.

Ağa şato şeklinde bir binada yaşıyordu. Girişte iki silahlı koruma bizi karşıladı ve

347

sorgudan sonra içeri aldılar. İçerisi son derece geniş bir avlu ve avlunun etrafına dizilmiş çok sayıda odalar var. Odalardan bir kısmı konuklar için özel bir biçimde döşenmişti. Bizleri misafir odasında konuk ettiler. Konuk olduğumuz oda şark tipi döşenmiş olup zemininde büyük desenli halılar ,halı minderler ve halı yastıkları yer alıyordu.

Yer sofrası şeklinde hazırlanmış bulunan sofrada üzeri pilavla ve kızarmış etlerle doldurulmuş büyükçe bir sini vardı. Yanında bol miktarda yoğurt ve ayran da bulunuyordu. Bizlere ağanın karıları ve kızları hizmet ediyordu. Karılarından yirmi yaşlarında olanları da vardı kırk-kırk beş yaşlarında olanları da... Genç kadınları ağanın kızları sanmıştık. Ağa hizmet edenlerin karıları olduğunu söylediğinde durumu anladık.

Ağa bizlere son derece gösterişli ve bol yemekli bir ziyafet verdi. Ziyafetten sonra Mardin e gitmek üzere ayrılırken o da bizimle Mardin e kadar geldi. Ağa seyahatlerinde silahlı adamlarını yanında eksik etmiyordu. Geldiği iki arabadan birisine kendisi, diğerine de korumaları binmişti. Ağalar nereye gitse korumalarını yanlarında eksik etmiyorlardı. Korkulu ve kuşkulu bir yaşantıları varmış gibi geldi bana. Bu kadar korunmaya neden gerek duyuyorlar bilemem. Yaşantılarında çok huzurlu görünmüyorlar. Sürekli gergin ve kuşkulular. Yöredeki tüm ağaların yaşantıları birbirine benziyor. Çok geniş topraklara sahipler ama huzurlu değiller.

 

348

Ağalar Arap kültürünün etkisi ile olsa gerek son derece dindar görünümlü insanlar. Tüm yöre halkının yapısı da öyle. Ama yabancılara karşı hoş görülüler. Ne kadar eleştirirsen eleştir kimseden sert bir tepki gelmiyor.

Ramazan ayında bir kimsenin umuma açık olan alanlarda bir şeyler yemesi ve içmesi hemen hemen imkansızdır. Bu baskıyı yaşadığım için anılarımda büyük bir yeri var.

Bir yaz mevsimi idi. Duruşmaları takip etmek üzere Mardin in ilçesi Midyat a gitmiştim. O yıllarda Midyat iki mahalleden oluşuyordu. Estel denilen mahallede Arap kökenli Midyatlılar, Mityat denilen mahallede de ise Süryaniler oturuyordu. Süryaniler sanatkar insanlardı, genelinde kuyumculukla uğraşırlardı. Midyat ın yakınında Dünya kiliseler birliğinin bakımını üstlendiği büyük ve güzel bir de kiliseleri vardı. Kilise faal durumda ve halka açıktı.

Duruşma günü duruşmalarımın bitiminden sonra her iki mahalleyi gezip biraz da kaçak bir şeyler satın almıştım. Öğleye yakın bir yemek yiyip oradan Batman a gitmek istiyordum. Bir lokantaya girdim yiyecek bir şeyler istedim. Lokantacılar:

-Ramazan da lokantada yemek yasak. Bu nedenle size yemek veremeyiz. Bakkallardan bisküvi ve ekmek alarak dışarıda kimsenin görmediği bir yerde yiyebilirsiniz ,diyerek bana yemek vermediler

Batman daha büyük bir ilçe olduğu için orada yemek bulurum ümidiyle Batman a hareket ettim. Batman a giderken yolumuz Hasankeyf isimli tarihi bir ilçeden geçiyordu. Bu nedenle zaman

349

zaman basında yer alan Hasankeyf teki tarihi eserleri görme fırsatım da oldu. İlginç bir şehirdi. Bir yandan sosyal amaçla yapılmış beton evler,bir yandan mağara şeklindeki evler. Devlet halka yardım etmek amacı ile çok sayıda beton evler yapmıştı. Bu modern binaların bir kısmı bomboş dururken halkın bir bölümü mağara evlerinde yaşamayı tercih ediyorlardı.

Mağara evleri son derece sarp kayalıkların yamaçlarına oyulmuş olup ilkel evlerdi. Bu tip evlerin doğru dürüst yolları olmadığı için bu evlere gidip gelmek büyük bir mahareti gerektiriyordu. Böyle modern binalar dururken, yöre insanlarının bu şekilde mağara tipi evlerde yaşamalarının nedenini anlamakta zorlandım.

O yörede Hasankeyf tarihi özellikleri ile ilgi çeken bir ilçemizdir. Hala canlılığını koruyan çok sayıda zengin tarihi eserlere sahiptir. Hasankeyf ten geçen Batman Çayı üzerine yapılması düşünülen baraj nedeniyle tüm bu tarihi eserlerin su altında kalacağı söylenmektedir. Tarihi eserlerden yana olanlar bu barajın iptalini istemekteler. Barajı yörenin kalkınmasında önemli görenler ise tarihi eserlerin feda edilmesinden yanalar. Seçimi zor olan bir karar. Yöreye ekonomik bir canlılık getirmesi düşünüldüğü taktirde barajın tercih edilmesi bana daha akılcı geliyor .

O bölgedeki tarihi eserlere sahip çıkan bir kuruluş yok. O tarihi kalıntılar kaderine terk edilmiş olup günden güne yok olmaktalar. Hasankeyf in korunmasından yana olanlar bugüne kadar o eserlerin korunması için herhangi bir

350

çalışma başlatmamışlar. Bundan sonra da başlatacaklarını sanmıyorum. Eserlerin çoğu bitmiş ve bir taş yığınına dönüşmüştür. Canlı kalan tek bir minareden başka bir eser kalmamıştır.

Tarihi eserlere karşı bu ilgisizliğimiz devam ettiği taktirde yakın bir gelecekte o bölgede birkaç taş parçasından başka bir eser kalacağını sanmıyorum.

Hasankeyf belirli büyük merkezlere uzak bir yerde olduğu için turistlerin de pek ilgisini çekmiyor. Turistik yönü ile de yöreye pek faydası dokunmamaktadır.

Midyat tan Batmana giden ve Hasankef ten geçen yol o yöredeki petrol kuyularımızın arasından geçmektedir. Petrol kuyuları o dağlara farklı bir güzellik vermekte ve insanı gururlandırmaktadır. Bir at başı gibi dağların başında tek başına inip kalkan pompaları görünce insanın içini bir sevinç kaplıyor. Gece gündüz demeden o pompalar çok derinlerden çektiği ham petrolleri Batman rafinerisine pompalamakta ve burada rafine edildikten sonra Anadolu nun her tarafına gönderilmektedir.

Batman o yörenin en güzel şehridir. Buradaki rafineri şehre ayrı bir canlılık kazandırmış ve şehrin ekonomik yapısını çok değiştirmiştir. Türkiye nin gurur duyduğu ve yerli petrol işleyen tesislerimizden birisidir. İçerisini gezme imkanım olmasa da uzaktan seyrederek bu rafineriyi görme şansım oldu.

Batman a geldiğim zaman karnım bir hayli acıkmıştı. Lokanta aradım. Açık hiç bir lokanta yoktu. Açık olan tek bir pasta salonu vardı. Orada

351

yiyecek bir şeyler bulurum umudu ile pasta salonuna girdim. Yiyebileceğim bazı şeyler vardı. Ne yazık ki onlarda ramazan nedeniyle bir kase sütlü aş bile vermediler. Bisküvi alıp sokakta yeme

cesaretini gösteremediğim için aç olarak beklemek zorunda kaldım,

Batman dan Diyarbakır a oradan da Elazığ a gitmek üzere Batman dan ayrıldım. Batman dan Diyarbakır a giden yol Silvan dan geçiyordu. Bu münasebetle Silvan ı ve hemen yakınındaki o şiirlere ve şarkılara konu olan Malabadi köprüsünü de yakından görebildim. Köprü canlı olarak ayakta durmaktadır. Hemen yanına yeni bir ikinci köprü yapıldığı için Malabadi köprüsü trafiğe kapatılmış ve koruma altına alınmıştır.

Silvan dan ayrılıp Diyarbakır a geldiğimde iftar vakti yaklaşmıştı. Otobüsümüz de hareket etmek üzereydi. Bir tabak çorba içip öyle yoluma devam etmek istedim. Ne mümkün. Aynı gerekçelerle onlarda benden bir tabak çorbayı esirgediler. Yemek yiyemeden Elazığ a hareket ettim. Gecenin yarısında Elazığ a geldiğimde açlıktan yorgun ve bitap düşmüştüm. Kendimi evime zor attım.

Dini baskıyı en ağır biçimde ilk kez bu yörede yaşadım. Yöre halkının yolcu ve yabancı bir kimseye ramazan ayında yemek vermemesi yanlış bir davranıştır. İnsan yaşamında dinden önce gelmesi gereken başka duygular ve değerler de var. Sağlık, düşünce özgürlüğü, aile ve vatan sevgisi dini duygulardan önce yer almalıdır. İnanmak bir kalp ve gönül işidir. İnsan Tanrı yı vicdanında ve beyninde yaşamalıdır. İnancı uğruna insanın

352

insana zulmetmesi tanrı duygusunu zedeler. Tanrıya karşı verilecek bir hesap varsa birey bu hesabın tek sorumlusu olmalıdır. Müslüman bir toplumda yaşıyorum diye dini yobazlar gibi anlamak zorunda değilim. İnsan aklı ile doğruyu kendisi bulabilir. Tanrı ile kul arasına başkasının girmesini tüm dinler men eder. Dini inancı her şeyin üstünde tutmak bağnazlık ve yobazlık

tır. Cehaletin tek ölçüsü de budur.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkının geri kalmasının en büyük nedenlerinden birisi de dini duyguların insan yaşamına egemen olmasıdır. Din, insan yaşamında bir araç olup yaşamın amacı olamaz. Dinin egemen olduğu toplumlarda insanlar hep geri kalmıştır. Doğu Anadolu halkının dini bağnazlığı yenmeden kaderinin değişeceğine inanmıyorum. Dinin önde olduğu her yöremizde insanımız fakir ve cahil kalmıştır. Bu durumu Anadolu yu gezince daha iyi gördüm ve anladım.

Görevim gereği her gün duruşmadan duruşmaya koşarken Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu yu yakından tanıma fırsatım oldu. Gittiğim her yörede farklı güzellikler yaşıyordum. Bir gün Tunceli yollarında bir gün Bingöl dağlarında Tüm Doğu ve Güney Doğu Anadolu yu adım adım gezdim.

Siirt te doğu Anadolu nun beğendiğim şehirlerden birisidir. Bu yöre halkı da Arapça konuşur ve çoğu Arap kökenlidir. Kürtler de sayı olarak Arap kökenli Siirtlilere yakındır.

Siirt fakir bir yöremizdir. Öyle ziraat yapılacak düze alanları ve ovalar yok. Genelinde

353

dağlık bir arazi yapısına sahiptir. Burada Botan Çayı vadisi görülmeğe değer yerlerden birisidir. Botan Çayı üzerinde kurulu küçük bir santral olduğu için oraya sık sık gider Botan çayının o hırçın akışını seyrederdim.

Botan Elektrik Santralının diğer hidro santrallerden farklı bir yapısı vardı. Santral, nehrin üzerine kurulmuş olup suyun akarken çarklara çarpması ile çalışır. Uzun yıllar o haliyle Siirt in enerji ihtiyacına cevap veren tek santralimizdir.

Siirt yöresinin en ilgi çeken yerlerinden birisi de Veysel Garani Türbesidir. Bu türbede Hazreti Muhammet zamanında yaşadığı ve Hazreti Muhammedi görmüş olduğu söylenen bir din adamı yatmaktadır. Bu türbe o yörenin en çok dinsel turist çeken yeridir. O yöreli olup ta bu türbeyi ziyaret etmeyen insan yoktur. Oradan geçen her yabancı yolcu türbede iki rekat namaz kılmadan gidemez. Bitlis ve Diyarbakır istikametine çalışan yolcu otobüsleri hep türbenin önünden geçmek zorundalar. Otobüs şoförleri Türbenin önünden geçerken mutlaka durur ve tüm yolcular iner,iki rekat namaz kıldıktan sonra yollarına devam ederler. Tipi bir dini baskı örneği de burada yaşanmaktadır. Yolcu olarak bu türbede namaz kılmadan geçmek diğer yolcuların tepkisine neden olur.

Türbe, bulunduğu köy ve Baykan ilçesi için büyük bir gelir kaynağı olmuştur. Türbeyi ziyaret eden her ziyaretçi türbenin demir parmaklıklarla çevreli olan kafesine adak olarak paralar atar ve

354

dualar ederler. Yöre halkından öğrendiğime göre

Baykan Belediyesinin en büyük gelir kaynağı türbeye yapılan bağış ve yardımlardır. Yolculuğum sırasında birkaç kez bende bu türbeyi ziyaret etme fırsatı buldum ve herkes gibi ben de yardım yaptı .

Baykan, Veysel Garani ye beş km kadar uzakta küçük bir ilçedir. Siirt-Bitlis yolu bu ilçenin içinden geçer. Burada da duruşmalarım olduğu için sık sık giderdim. Baykan a ilk gittiğim günlerin birindeydi. Arabamdan indim adliyeye doğru giderken baktım şöyle orta yaşlı bir adam koşarak yanıma geldi ve bana askerce bir selam çakarak elime sarıldı:

-Komutanım hoş geldiniz !... Askeri birlikler şu gördüğünüz tepenin arkasında teftiş için sizi bekliyorlar. Ben o askeri birliklerin komutanıyım. Sizi karşılamak üzere gelmiş bulunuyorum,diyerek bana saygı amacı ile elimdeki çantamı alıp taşımak istedi.

İlk anda bir anlam veremedim bu davranışa. Buradaki askeri birlikler acaba bir komutan mı bekliyor diye düşündüm. Baykan da askeri birlik olmadığını da biliyordum. Bir baktım yandaki kahvede bizim tarafa bakarak gülüşenler var. Durumu anladım . Beni karşılayan bu adam şehrin akıl hastalarından biriydi. Bende artık onu kırmamak için:

-Git birliklere söyle! Bir saat sonra teftiş yapmak üzere oraya geliyorum. Herkes teftişe hazır olsun, emirlerimi ilet,dedim.

-Baş üstüne komutanım, diyerek yine askerce bir selam çakıp yanımdan uzaklaştı.

355

Doğu ve Güney Doğu Anadolu denildiğinde herkes iyi şeyler düşünmez. Genelinde yokluk, geri kalmışlık ve doğanın haşin yapısı akla gelir. Geçit vermeyen o dağlar arasında görülmeğe değer güzelliklerin yanında sıcak kanlı sevecen insanlar da var.

Bu yörelerde en çok Tunceli ni beğenirim. İnsanları son derece sıcak kanlı ve kültürlü kimseler.. Belli bir yaşın üzerindeki Tunceli erkekleri hep fötr şapkası giyer,kadınlar arasında öyle türban takan ve siyah çarşaf giyen kimse görülmez. Kahvehanelerde hep devrimci şarkılar, türküler çalınır ve kitapçılarında hep devrimci yayınlar satılır. Sanırım Tunceliler bu farklı kültürlerini Dersim isyanı sırasında mecburi iskana tabi tutulmalarına borçlular. O isyan sırasında halkın büyük bir bölümü uzun süre Antalya yöresinde ve Batı Anadolu nun bazı yerlerinde mecburi ikamete tabi tutulmuş ve süreleri dolduktan sonra da tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde batı kültürünü de beraberlerinde taşımışlar. Ne zaman Tunceli ne gittiysem özel ve resmi işlerimde hep halkın yakın ve dostça ilgisi ile karşılaştım. Fakir ve geri kalmış olan bu yöremizin insanlarının gönüllerinin çok zengin olduğunu gördüm.

Elazığ benim görev yaptığım o yıllarda sanki bir kabuk değiştiriyordu. Bir yandan sosyal çatışmalar devam ederken diğer taraftan Keban Barajı kamulaştırmalarının getirdiği ekonomik bir rahatlık vardı. Kamulaştırılın seksen köyün kamulaştırma bedelleri olduğu gibi Elazığ a akıyordu. Bu paralarla yeni yeni evler ve yeni yeni

356

hanlar yapılmağa başlamıştı. Başka da ciddi bir yatırım yoktu. Sanayi kuruluşu olarak göze batan bir plastik boru fabrikası bir çimento fabrikası ve bir de şarap fabrikası vardı. Onlar da gereği şekilde çalıştırılamıyordu. Meşhur Buzbağ şaraplarımızın üretim yeri burasıdır. Kaldığım evin pencereleri şarap fabrikasına baktığı için içmediğim şarapların kokusunu yıllarca içime çektim durdum.

Keban Barajından dolayı en büyük paraları avukatlar ve bilirkişiler kazanıyordu. On binlerce dava açan avukatlar vekalet ücretinden dolayı çok büyük paralar aldılar. Mahkemeler her gün üç yüz dosya ile keşfe çıkıyorlardı. Bir keşifte alınan bilirkişi ücreti o yıllarda rahat bir Renault marka araba aldırabiliyordu.

Keban kamulaştırmasından elde edilen paralar akıllı yatırımlara dönüşmediği için kısa süre sonra bitiverdi. Birkaç iş hanı dışında göze görünen bir yatırım yapamadılar.

Kamulaştırma davalarının büyük bir bölümü bitmişti. Elazığ daki kötü ortamı gören avukatların bir kısmı başka şehirlere gitmeğe başlamışlardı. Ben de Elazığ daki avukatlık görevimde yedi yılımı tamamlamıştım. Bölgede Türkiye Elektrik Kurumunun Keban Barajı İşletme Müdürlüğü, Köy Elektrifikasyonu Bölge Müdürlüğü, Şebeke Tesis Bölge Müdürlüğü ve Hazar Hidro Elektrik santralı Bölge Müdürlüğü olmak üzere dört ayrı ünitesi bulunuyordu. Ben bu dört bölge müdürlüğünün tek avukatı olarak görev yapıyordum. Geçen yedi yıl içinde davaların büyük bir bölümünü bitirdiğim için dava sayısı

357

hayli azalmıştı. . O yılda benim açımdan ilginç bir gelişme oldu.

Doğu ve Güney Doğu Anadolu daki davaların yürütülmesinde üstün bir çaba sarf etmiş olmam nedeniyle Türkiye Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğünce bana bir üstün başarı belgesi verildi. Bu amaçla beni Ankara ya çağırdılar.

O tarihlerde Baş Hukuk müşavirimiz İhsan Birsen di. Onunla görüştüm Bana:

-Bölgedeki davaların takibinde üstün bir başarı gösterdin. Bu nedenle Genel Müdürlük seni taktirname ile ödüllendirdi. O yörede fazla bir davamız da kalmadı. Seni ödül olarak Türkiye de nereyi istiyorsan oraya göndermek istiyoruz. dedi. Ben de :

-İzmir bölgesi benim için en uygun yerdir. Yedek Subay okul dönemimi de İzmir de geçirdiğim için şehri iyi tanıyorum. Orada uygun bir kadronuz varsa gitmek isterim ,dedim.

Kısa sürede tayinim İzmir e çıkınca uzun yıllar kaldığım Elazığ dan bu şekilde ayrıldım. Elazığ daki iyi dostlarım terör nedeniyle şehri terk edince bu şehirde kalmamın benim için de bir anlamı kalmamıştı.

Elazığ da uzun yıllar kalmış olmama rağmen buraya yerleşmek gibi bir düşüncem olmadı. Bu düşünce ile olsa gerek Elazığ a bir yatırım da yapmadım.

Elazığ da geçen yıllarımın yaşamımda güzel bir yeri var. Bu süre içinde hiçbir konuda sıkıntım ve problemlerim olmadı.

Görevimin çok yorucu olmasına karşın severek ve istiyerek çalıştım. Doğu Anadolu yu ve

358

halkını görevim nedeniyle yakından tanıdım. Her gittiğim yere davalarım nedeniyle üç-beş kere gidince doğunun her köşesi bana doğup büyüdüğüm memleketim gibi geliyordu.

Elazığ yaşantımızda önemli bir değişiklik yaratmadı. Elazığ ın bize bıraktığı en büyük anımız ikinci oğlumuz Serbülent oldu. Elazığ da doğduğu için o da kendisini Elazığ lı kabul eder. Elazığ da bir Elazığlı gibi yaşadık. Yöre halkından farklı bir sosyal yaşantımız olmadı Duruşmaların dışında günlerimiz genelinde evde oturmakla geçerdi. En sık gittiğimiz mesirelik yerimiz Hazar Santralı idi.

Hazar santralı Benim Elazığ a gitmemden otuz yıl kadar önce kurulmuş bulunan ilk hidro elektrik santralarımızdan birisidir. Elazığ ın yakınında bulunan Hazar Gölünün suları ile çalışıyordu. Hazar gölü ile Elazığ arasındaki o yüksek dağın belirli bir seviyesinde tünel açılarak göle ulaşılmış ve o suyun tünelden çıkış yerine Hazar Santralı kurulmuştu. Santralden çıkan artık su ile de Elazığ ovası sulanıyordu.

Hazar santralının kurulduğu yer Elazaığ ın en güzel yerlerinden birisidir. Santral alanında güzel meyve bahçeleri, gezi alanları, parklar ve güzelde bir gazinosu bulunmaktaydı. Cumartesi ve Pazar günleri ailecek buraya gider dinlenir bahçelerinde dut ve üzüm yerdik.

Keban Barajı da görülmeğe değer yerlerden birisidir. Türkiye nin gurur duyacağı güzel bir eserdir. İlk yapılan en büyük hidro elektrik santralımızdır. Türkiye nin en büyük nehri olan Fırat Nehrinin üzerine kurulmuştur. Santral barajının bir ucu Malatya ya, bir ucu Tunceli ne,

359

bir ucu Erzincan sınırlarına kadar dayanmaktadır. Ülkemizdeki suni göllerin en büyüğüdür. Bu barajın şyapılması ile yöre ikliminde ve bitki örtüsünde de büyük değişmeler olmuş ve öncelikle Elazığ ın çehresini değiştirmiştir.

Elazığ da kaldığımız süre içinde yatırım olarak Ankara Demirlibahçe de bir arsa almıştım. Bu benim ticari amaçlı ilk yatırırımdı. Benim İçin bilinçli bir yatırımım olmadı. Ankara da tanıdığım bir arkadaşım beni bu işe yönlendirdi. Onun teşvikleri ile böyle bir arsa sahibi olduk. Kısa süre içinde arsamıza kat karşılığı inşaat yapmak isteyen bir müteahhit çıktı. Kat karşılığı bir inşaat sözleşmesi yaparak arsayı bu müteahhide devrettim. Müteahhit umduğumuz gibi çıkmadı. Yaptığı inşaat imara uygun olmadığı için iskan konusunda büyük sorunlar yaşadık. Belediye ile uğraşmayı göze alamadığım için dairelerimi ucuz fiyatla satarak müteahhitle ilişkilerimi kestim.

Yedi yıl kaldığım Elazığ ın bana kazandırdığı bu küçük arsa oldu. Bunun yanında Elazığ bana çok iyi dostlar ve güzel anılar da kazandırdı. Zaman zaman Elazığ ın özlemini duyar ve orada geçen güzel günlerimi yeniden yaşarım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

360

İZMİR DE GEÇEN YILLAR

 

Yıl 1979.Benim için İzmir li günler başlamıştı. Bu İzmir e ikinci gelişimdi. Daha önce yedek subaylık döneminde buraya gelmiş ve altı ay kalmıştım. Eskiden beri İzmir i severdim. İdealimde buraya yerleşmek te vardı. Uzun yıllardan sonra bu rüya da gerçek olmuştu artık. Bundan böyle bir süre burada çalışıp emekli olduktan sonra da buraya yerleşmeyi düşünüyordum.

İzmir e geldiğimde tanıştığım arkadaşlar “İzmir de ilk gelişinde nerede ev tutarsan orada kalırsın “ demişlerdi. Ben de ilk kiralık evimi İzmir Karşıyaka da tuttum. Uzun yıllar memurluk ve avukatlık yapmış olmama rağmen sığınabileceğim bir evim olmamıştı. Ama bunu kendime bir sorun yapmıyordum. Benim gibi binlerce kimse evi olmadığı için kirada yaşıyorlardı. Önemli olanı mutlu ve sağlıklı olmaktı. Aylık gelirlerimiz bizlere rahatlıkla yetiyordu.

Buradaki işimde Elazığ bölgesindeki işimden az değildi. Çanakkale den Denizli ve Antalya ya kadar tüm batı Anadolu daki davalara bakmam gerekiyordu. Yalnız burada birlikte çalışacağımız ikinci bir avukatın bulunması işlerimizi biraz daha kolaylaştırıyordu. Davalarımızın ağırlık merkezi Soma,Yatağan, Milas ve Denizli idi. Soma ,Yatağan ve Milas taki davalar o bölgede kurulmuş bulunan termik santralarla ilgili davalardı.

 

361

Benden önce bu bölgedeki davalara bakan avukat arkadaşımla anlaşarak dava dosyalarını aramızda pay ettik.

Dairedeki düzenimiz iyi idi. İki tane takip memurumuz olduğu için zaman zaman gitmemiz gereken yerlere bazen onları da gönderebiliyorduk.

 

Daha geldiğim ilk gününden itibaren personel tarafından sıcak bir ilgi ile karşılandım. Kısa zamanda kurumda çalışan insanlar arasında iyi dostlarım ve arkadaşlarım oldu. İzmir de zaman geçirmek zor olmuyordu. Gezilecek ve görülecek yerler çok olduğu için çoğu hafta tatillerimiz gezmekle geçiyordu. İzmir in merkezi kadar çevresi de bizim için ilgi çekiciydi. Çeşme, Foça, Gümüldür, Kuş adası gibi Türkiye nin turistik bölgelerinin yakınında bulunuyorduk. Hepsi de bir birinden güzel ve görülmeğe değer yerlerdi. Çanakkale den Antalya ya kadar uzanan sahil şeridi görev alınım içinde bulunduğundan bu alan içinde gitmediğim ve görmediğim yer kalmadı.

Evimizin bulunduğu Karşıyaka İzmir in en güzel semtiydi. Gezmek ihtiyacını duyduğumuz zamanlar sahilde bir tur atmak bize yetiyordu. Oturmak için başka bir semt düşünmüyorduk. İzmir e gelişimizin üçüncü yılında evimizi değiştirmek zorunda kaldık ve merkezde yeni bir eve taşındık. Bu arada eşimde Karşıyaka merkezde bulunan Hoca Mithat Halk kütüphanesine nakletti. Evimiz kütüphanenin bitişiğinde olduğu için daha rahat bir ortama kavuşmuş olduk

Bu son taşındığımız evi bulmak kolay olmadı. İki üç ayımız hep ev aramakla geçti. İzmir de ev

362

sahipleri avukatlara evlerini kiraya vermek istemiyorlardı. Ev bulabilmemiz için öncelikle avukat olduğumuzu gizlememiz gerekiyordu. Sonunda çarşı merkezinde aradığımız evi bulduk.

Ev sahibi çok kuşkulu bir insandı. Daha önceki kiracılardan ağzı yanmış olacak ki bizleri çok inceledi. Bana hep ne iş yaptığımı soruyor bende bir türlü mesleğimi söylemek istemiyordum. Sonunda icra dairesine katip olarak çalıştığımı söyledim. Bu yeni mesleğim ona cazip gelmiş olacak ki evini bize kiralamayı kabul etti.

Kira sözleşmesi düzenlenirken ben yeni ev sahibimize yarı şaka yarı ciddi bir şekilde:

-Ev sahipleri ile kiracılar birbirlerini pek sevmezler. En iyisi kiracınız olduğumuz sürece birbirimizi hiç görmeyelim . Siz bankada bir hesap açtırın ben her ay kiralarınızı o hesaba ödeyeyim dediğimde ,ev sahibimiz:

-Mal sahiplerine karşı çok ilginç bir yaklaşımınız var. Ben sizi görmekten kendi açımda bir sakınca görmüyorum. Ama siz istemiyorsanız görüşmeyebiliriz de,dedi.

Sonunda kira sözleşmemizi imzalayarak yeni evimize taşındık. Yeni evimiz eşimin işyeri ile bitişik binalar olduğu için eşim son derece rahatladı. Küçük oğlumuzun okulu da evimizin çok yakınında bulunuyordu. Evi böyle bir yerde kiralamakla sorunlarımız bir hayli azalmış oldu.

Kiracımız sözüne sadık kaldı ve uzun süre birbirimizi görmeden ilişkilerimiz devam etti. Kiraların ödenmesinde bir sorun çıkmadığı için ev sahibimiz halinden memnun görünüyordu.

 

363

Sonunda benim avukat olduğumu öğrenmiş. Bir gün eşini de yanına alarak bizi ziyarete geldiler. Sohbetimiz sırasında bana:

-Neden avukat olduğunuzu benden sakladınız, diye sorunca ben de ona:

-Avukat olduğumu bilseydiniz belki evi bana kiraya vermeyecektiniz. Bu nedenle söylemek istemedim dediğimde:

-Haklısınız… Baştan avukat olduğunuzu bilseydim kesin evimi size kiraya vermezdim. Ama sizi tanıdıktan sonra başlangıçtaki davranışlarımdan dolayı mahcup oluyorum. Ömrümde ilk defa sizin gibi asil ve dürüst bir kiracı ile karşılaştım. İnanın başta söylediğiniz o sözleri hatırlayarak sokaklarda sizi gördüğümde rahatsız olursunuz diyerek hep yolumu değiştirirdim. Size çok saygı duyuyorum. Evimde istediğiniz kadar oturabilirsiniz,dedi.

Ev sahibimizle daha sonra iyi bir dost olduk ve bir yıl kadar evinde oturduk.

Kira ile tuttuğumuz bu ikinci evimize taşındıktan kısa bir süre sonra tanıştığımız bir mühendis arkadaş birlikte bir ev yapmamız için bizlere teklifte bulundu. Hanımı bizim yakından tanıdığımız bir hemşehrimiz olunca teklif bize sıcak geldi. Kısa sürede sekiz kişilik bir ortaklık kurarak ev yapmak üzere arsa aramağa başladık. Ortaklarımız Banka müdürleri, hakimler ve mühendislerle muhasebecilerden oluşuyordu. Çok iyi bir arkadaş gurubu oluşturmuştuk.

Kısa süre içinde Karşıyaka nın iyi bir semtinde güzel bir arsa bulduk. Bu iş için öncülük

364

eden arkadaşımız inşaat mühendisi olduğu için plan ve projeyi de kendisi çizerek inşaata başladık.

Mühendis arkadaşımız ,Ben ve bir de banka müdürü olan arkadaşımız ortaklığın yönetim kurulunda görev aldık.

İnşaatımız hızlı bir şekilde devam etmeğe başladı. Birinci yılın sonuna gelmeden inşaatımızın büyük bir bölümü bitmişti. İç kısımda yapılması gereken ince işler kalmıştı. Bu konuda ortakları serbest bıraktık. Herkes kendi zevkine göre evini tamamladı. İnşaata başladıktan sonraki bir yılımız bir hayli heyecanlı geçmişti. Hemen tüm ortaklar boş zamanlarımızı inşaatımızda geçiriyor ve hep bir birimize yardım ediyorduk.

Bir yılın sonunda ortaklarımız güzel birer daireye sahip oldu ve hemen kiralık evlerimizden çıkarak kendi evimize taşındık.

İlk defa kendimize ait olan bir evde oturuyorduk. İnsanın kendi evinde oturması güzel bir duygu idi. Mal ve mülk insanda bağlayıcı bir duygu yaratıyor. Ev sahibi olduktan sonra İzmir i daha çok sevmeğe ve İzmir e daha çok bağlanmağa başladık.

Hayatta başlattığımız bu ilk teşebbüs iyi bir sonuç vermişti. Herkes mutlu ve memnundu. O tarihe kadar yapmış bulunduğumuz tüm birikimlerimiz bu inşaata harcandı. Taşeronluğunu kendimiz yaptığımız için inşaatımız ucuza mal oldu. O yıllar komşumuz Emlak bankası evleri altı milyona satılırken biz evlerimizi iki buçuk milyona mal etmiştik.

İlk göz ağrımız olan bu evimiz o yılların bir anısı olarak hala durmaktadır.

365

Konut sahibi olduktan sonra artık kendimizi iyice İzmir li olarak görmeğe başladık. Ciddi bir sorunumuz olmadığı için İzmir deki günlerimiz genelinde iyi geçiyordu. Yine en iyi dostlarımız bizden önce Elazığ dan gelmiş olan Yorgancı Kemal ile Nihat Özgül idi. Elazığ daki terörden kaçarak İzmir e gelmiş bulunan yedi sekiz avukat arkadaşımız daha vardı. Zaman zaman onlarla da görüşüyor ve birlikte iyi günler geçiriyorduk.

Benim davalarımın ağırlık merkezi Manisa nın Soma ilçesi idi. Bu ilçede Elektrik Kurumuna ait iki adet termik santral bulunuyordu. Santralardan birisi çok eski olup birisi de yeni tamamlanmıştı.

Yeni tamamlanmış olan Santralın kurulduğu arazi şehrin zenginlerinden birisine aitti. Bu yerle ilgili olarak sahibi tarafından Elektrik Kurumu aleyhine yüksek bedelli bir bedel artırma davası açılmıştı. Davayı ben takip ediyordum. Dava birkaç kez karara bağlandı ve temyiz ettiğim için hep bozularak geri dönüyordu. Hatırladığıma göre davanın üçüncü kez bozulmasından sonra mahkeme yeni bir keşif kararı vermişti. Davanın bu şekilde uzaması haliyle gayri menkul sahibinin hoşuna gitmiyordu.

Keşif sahasında hakim taraf avukatlarının isteklerini de dinlemek üzere bizlere ayrı ayrı söz vermişti. Biz davalı olduğumuz için önce o tarafın avukatına söz verdi. Sonra da bana. Ben davanın özelliğini ve bozulma sebeplerini bildiğim için taleplerimi ve keşifte incelenmesi gereken hususları

 

 

366

açıkladım Bu sırada davacı, hakimin ve bilirkişilerin önünde tabancasını çekerek :

Sen bu davayı kasıtlı olarak uzatıyorsun. Seni hakimin ve bilirkişilerin huzurunda öldüreceğim. Bir daha da konuşamayacaksın, Diyerek beni öldürmekle tehdit edince hakim keşfi yarım bırakarak bilirkişilerle birlikte adliye binasında döndü.

Ben keşif mahallinde yalnız kaldım. Davacı ile uzun uzun münakaşa ettik. Ben davacıya:

-Ben görevimi yapıyorum. Beni öldürürsen sen de ölmüş sayılırsın. Bu davayı sonuna kadar takip edeceğim, Senin baskıların ve silah çekmen beni ne yıldırır ne de korkutur. Beni öldürdüğünde sen yaşayacağını sanıyorsan aldanıyorsun. Seni de yaşatmazlar. diyerek tehditlerine tehditle cevap verdim.

Tabancam olmadığı için ben onun gibi bir tepki gösteremedim. Tabancam olsaydı belki olay kötü bir şekilde sonuçlanabilirdi. Meslek yaşantımda ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyordum. Davanın uzamasında benim bir kusurum yoktu. Ben yasal görevlerimi yerine getiriyordum. Verilen kararlar hatalı olduğu için de temyiz mahkemesi kararları bozuyordu.

Arazi sahibi mahkeme heyetinin gitmesinden sonra keşif mahallinden ayrıldı. Hakimin bu yapılan çirkin saldırı karşısında bir işlem yapmaksızın keşif mahallini terk etmesi suçtu. Aslında olanları zapta geçirip Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunması gerekirdi.

367

Arazi sahibi ilçenin nüfuzlu kişilerinden birisi olduğu için onunla takışmak istemiyordu. Bu olayda hakim hukuku uygulayamadı, benim yanımda yer alması gerekirken sanığın yanında yer aldı. Ben olaydan sonra adliye ye döndüğümde hakim bana :

-Ziya Bey maçın birinci raundu nasıl geçti diye sorunca ben de:

-Hakim bey berabere kaldık. Ancak keşif mahallini terk ederek ayrıldığınız için yenilen siz oldunuz. Gerekli yasal işlemleri başlatmanız gerekirdi. Hakim huzurunda yapılan böyle silahlı bil saldırı cezasız kalmamalıydı. Siz bir hukukçu olarak olayda adil davranamadınız ve hiçbir işlem yapmadınız ,dediğimde :

-O adam delinin teki. Kim onunla uğraşacak. İşi resmiyete dökmeğe değmez, diyerek olayı kapatmak istedi. Ben de ısrar etmeyince olay o şekilde kapatılmış oldu.

Davacı bu olaydan sonra beni Elektrik Kurumu Genel Müdürlüğüne şikayet etti. Şikayet üzerine Genel müdürlük dava dosyasına Ankara ya istedi. Hukuk müşavirliği dava dosyasının yeniden temyizinde bir yarar yoktur diyerek genel müdürlükten bir olur almak suretiyle davayı bu şekilde temyiz etmeksizin bitirdiler.

Yapılan işlem suçtu ve kuşku da yaratmıştı. . Davanın temyizinde yarar olmadığına ilişkin teklifin davayı takip eden avukattan gelmesi usuldendi. Davanın usul ve yasalara aykırı biçimde sonuçlandırılması rüşvet ilişkisini açık olarak ortaya koyuyordu.

 

368

Bu olaydan sonra davamıza bakan hakim başka bir tarafa naklen gitti. Ondan sonra daha enerjik genç bir hakim gelmişti. Olanları ona da anlatmışlar. Bir gün bana duruşmada :

-Avukat bey o davadan dolayı olanları duydum; sizi kutlarım. Elektrik kurumu için siz büyük bir teminatsınız. Yolunuzdan şaşmayın. Adalet her zaman doğrunun yanında yer alır,diyerek beni onurlandırmıştı.

Mahkemelerle genelinde ilişkilerim iyi idi. İş davalarında, ölüm ve iş göremezlik tazminatlarının hesaplanmasında bilirkişilik yaptığım için iş mahkemeleri ve Asliye hukuk mahkemeleri beni iyi tanıyordu. Ceza mahkemeleri ile pek işimiz olmuyordu.

O yıllar iş itilafları çok olduğu için seri davalara açılıyor, komşu il ve ilçelerden gelen bazı dosyalar da bilirkişi raporu hazırlamam için bana veriliyordu. Böyle durumlarda gerekli incelemeleri yapmak ve belge toplamak için İzmir dışındaki ilçelere gittiğim de oluyordu. Bu tür bilirkişilik bana da ekonomik bir katkı sağladığı gibi mahkemeler nezdindeki itibarımın artmasına da neden oluyordu.

Aktüer bilirkişilik oldukça zor bir görevdi. İzmir gibi büyük bir ilimizde bu işi yapan avukatların sayısı üçü geçmiyordu. Bu üç avukattan birisi de bendim.

İzmir deki mutluluğumuz beş yılın sonunda birden bitiverdi.

Bir gün seyahattan daireye yeni dönmüştüm. Baş müdürün beni aradığını söylediler. O yıllarda İzmir Bölge Başmüdürü Cengiz Ündeyoğlu isimli

369

bir elektrik mühendisiydi. İlişkilerimiz de çok iyi düzeydeydi. Odasına gittim. Beni üzgün bir tavırla karşıladı. Olumsuz bazı şeylerin olduğunu tahmin ettim. Elini sıktıktan sonra masasının yanındaki koltuğa oturduğumda :

-Hoş geldiniz Ziya bey!.. Bugün Size biraz kötü haberler vereceğim. Ben Sizi çalışkan ve görevine bağlı bir avukatımız olarak tanıdım. Bölgedeki çalışmalarınızı dikkatle takip ediyorum. Çalışmalarınızdan dolayı en küçük bir memnuniyetsizliğim yok. Genel müdürlük Sizi yanlış tanımış olacak ki bir sebep göstermeksizin Senin Elazığ iline tekrar avukat olarak ataman yapılmış. Atama yazın bugün geldi. Ne için atandığına ilişkin bir bilgi de edinemedim. Böyle bir atama görevle ilgili olamaz. Mutlaka başka nedenler vardır. Zaman içinde belki öğreniriz. Seni bu durumu haber vermek için çağırmıştım. Böyle bir olaya sizin kadar ben de üzüldüm, dedi.

Ben de:

-Atamanın sebebini tahmin edemiyorum. Böyle bir atamayı beklemek değil aklıma bile getiremezdim. Beni tanıyorsunuz ve çalışmalarımı da biliyorsunuz. Görevle ve davalarla ilgili bir atama olduğunu sanmıyorum. Mutlaka hakkımda bir şikayet olmuştur. Diyerek müdürün odasından ayrıldım.

Benim için hoş bir haber değildi. Büyük bir sürpriz oldu. Aslında bu bir atama değil sürgündü. Beni buraya doğudaki çalışmalarımın bir ödülü olarak göndermişlerdi. O tarihlerde Elazığ ın da avukata ihtiyacı yoktu. Benden sonra oraya bir

370

başka avukat atanmıştı. Uzun süre düşündüm ve kendim bir neden bulamadım.

Atama yazısında hiçbir açıklama yoktu. O yıl I2 Eylülde Askeri harekat olmuş ve ordu yine yönetime el koymuştu. Beklenmedik bu atamanın siyasi bir nedene dayandığını tahmin ettim. Bu tür eylemlerde hep solcular hedef alınıyordu. Genel Müdürlük Hukuk müşavirliğine telefon ederek atamanın nedenini öğrenmek istedim. Hukuk müşavirimiz olayın Genel müdürlük tasarrufu olduğunu ve kendilerinin bir bilgisi olmadığını bildirdiler.

Olayın nedenlerini öğrenmek için Ankara ya gitmekten başka bir yol yoktu. Ertesi gün atama nedenlerimi öğrenmek için Ankara ya Elektrik Kurumu Genel müdürlüğüne gittim.

Genel müdürlük özel kalemine giderek Genel müdürle görüşmek istediğimi bildirdim. O tarihlerde Genel Müdür Kamil Toktaş isimli birisiydi. Bana görüşme için bir saat verildi. Belirtilen saatte Özel Kaleme geldiğimde Genel Müdürün odasında beni beklemekte olduğunu söylediler. Kapısını çalarak içeri girdim. Genel Müdürün odasında başka bir kimse yoktu. Genel Müdür beni iyi karşılamadı ama ne için geldiğimi biliyordu. Söze ben başladım:

-Sayın genel müdürüm ben İzmir Bölgesin de avukat olarak çalışan bir personelinizim. İki gün önce Elazığ iline naklen atandığıma ilişkin bir atama yazısı aldım. Benim böyle bir talebim yoktu. Bunun nedenini öğrenmeğe geldim. Genel müdür bana:

371

-Seni yeni yeni tanıyoruz. Geçmişteki özlük dosyanı incelettim. Dosyanda pek iyi şeyler görmedim. Sen her gittiğin yerde işçileri ve memurları idareye karşı yönlendiriyor huzursuzluk çıkarıyorsun. Daha önceki memuriyetlerin sırasında komünizm propagandası

yapmaktan yargılandığını, öğretmenliğin sırasında da solcu bir sendika olan Öğretmenler Sendikası TÖS başkanlığı yaptığını yeni yeni öğreniyoruz. Ağır cezadaki yargılamanla ilgili bazı evrakların özel dosyanızdan alındığı tespit edilmiştir. Fikir olarak Sizinle aynı kurumda çalışmayı düşünmüyoruz. Siz eylemci bir solcusunuz. Kurumumuzda bu düşüncedeki kimselere yer yok. Ben sizi İstifaya zorlamak için Elazığ a geri gönderiyorum. İster gider ,isterse istifanızı verirsiniz. Seçim hakkı Size aittir ,diyerek kesin tavrını ortaya koydu.

Ben tekrar söz alarak :

-Sayın genel müdürüm beni İzmir e ödül olarak atayan Sizdiniz. Elazığ daki başarılı çalışmalarımdan dolayı bana üstün başarı ödülü verdiniz. O zaman bana o ödülü veren de sizdiniz. Bugün verdiğiniz ödülü görmeyerek beni haksız bir şekilde sürgün ediyorsunuz. Görevimden dolayı tespit edilmiş bir hatam varsa istifa etmeğe hazırım. Solcu olmayı bir suç değil onur kabul ediyorum. Sizler vicdanen rahatsanız ben tekrar gider Elazığ da da çalışırım. Orası da benim vatanımın bir parçasıdır. O nedenle istifa etmeyi düşünmüyorum. Siz beni mesleğimden attıracak bir yol bulursanız ancak o zaman kurumdan ayırabilirsiniz. Sürgün hiçbir zaman iyi bir çözüm

372

değildir. Elazığ a giderim ama artık benden eskisi gibi hizmet bekleyemezsiniz. Kararınızda çok hatalısınız. Benim Sizden farklı siyasi görüşlerim olabilir. Sizler gibi düşünmemek bir suç olamaz. Ben sosyal demokratım. Solcu olmaktan da büyük gurur duyuyorum. Beni solcu olduğum için sürgün ediyorsanız seve seve giderim. Ama hakkımı yargı yolu ile aramağa devam edeceğim. Benim atanmamda siz yasalara uymadınız. Bir memur soruşturma geçirmeden görev yeri değiştirilemez.

Sizin yaptığınıza yargısız infaz denir. Diyerek odasını terk ettim.

Tekrar İzmir e döndüğümde baş müdüre :

-Müdür bey kararı bana iki gün sonra tebliğ edin. Yatağan da termik santraliyle ilgili olarak yapılması gereken çok önemli bir keşif var. O keşifte mutlaka bulunmalıyım, dediğimde Baş Müdür hayretler içinde bana :

-Avukat bey Sizi anlayamıyorum!.. Adamlar seni sürgün ediyor. Sen hale keşiflerde bulunarak kurumun haklarını savunmağa çalışıyorsun. Bırak ne yapıyorlarsa yapsınlar. Sana yapılanlardan sonra bu kadar ideal düşünmene de bir anlam veremiyorum. Eğer o keşifte mutlaka bulunmak istiyorsan git o keşfi de yap gel ondan sonra sana emri tebliğ edeyim, dedi.

Yatağan Termik santralı ile ilgili o önemli keşfi yaptıktan sonra atama emrini tebellüğ ederek görev yerimden ayrıldım.

Bu beklenmedik atamanın nedeni belliydi. Sol bir düşünceye sahip olmam bir suç olarak görülüyordu. Odama girip çıkan herkesi idareye karşı yönlendirdiğimi sanıyorlardı. Aslında bu

373

yönlü hiçbir davranışım yoktu. Ancak insanlara bir hukukçu olarak yardım etmeyi ve onlara yol göstermeyi seviyordum Hukuki problemleri olan memurlar ve işçiler sık sık odama gelir bana danışırlardı. Ben de kendilerine hukuki konularda yardımcı olurdum. Bunun dışında memur ve işçileri örgütleme gibi çalışmam hiçbir zaman olmamıştır. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen bu atamayı bir türlü içime sindiremiyorum. Uğradığım bu haksızlık içinde bir yara gibi kanar durur. Bunu solcuların bir kaderi olarak düşünürüm. O yıllarda solcu olmak komünizmle eş değer kabul edilirdi.

Bu tür düşünenlere karşı birey olarak yapacağımız bir şey yoktu. Ya atanan yere gidip çalışmam ya da istifa ederek görevi bırakmam gerekiyordu. İstifa etmeyi yenilgi olarak kabul ettiğim için bunu düşünmedim. Orası da benim yurdumun bir parçasıdır ,orada da çalışır ve bir yandan da mücadeleme devam ederim diyerek eski çalışma yerim olan Elazığ a tekrar döndüm.

Sürgünlere alışık olduğum için bu yeni sürgün beni pek etkilemedi. Bu üçüncü sürgünüm oluyordu. İlk sürgünü 1960 ihtilalinde öğrenci iken yaşamıştım. İkinci sürgünü Gürün Lisesinde öğretmen iken,üçüncü sürgünü de bu şekilde yaşamış oluyordum.

1960 ihtilalinde sağcı olduğum için,ikinci ve üçüncü ihtilalde de solcu olduğum için sürülmüştüm. Askeri ihtilaller bana iyi gelmiyordu. Dördüncü bir ihtilali yaşamadan emekliye ayrılarak sürgünlerden kurtuldum.

 

374

YENİDEN ELAZIĞLI YILLAR

Beş yıl aradan sonra tekrar Elazığ dayım. Geçen bu süre içinde Elazığ da bir değişiklik görmedim. Dairede birlikte çalıştığımız tüm arkadaşlarım görevlerinin başlarındaydı. Yeniden göreve başlarken en küçük bir sıkıntım olmadı. Sadece eski heyecanlarımın ve çalışma isteğimin kaybolduğunu görüyordum. Bu haksız atama sadece çalışma arzumu yok etmişti.

Göreve başladıktan sonra yapılan bu haksız atamanın iptali amacı ile Danıştay a dava açtım. Açtığım davaya Genel müdürlük mantıklı bir cevap veremedi ve atanmamın gerekçesini açıklayamadı. Sadece ihtiyaç nedeniyle böyle bir atamanın yapıldığını bildirmekle yetindiler.

Elazığ da benden başka bir avukat daha olduğu için davalara genellikle o gidiyor ben büroda oturuyor ve yada şehirde geziyordum. Bu ikinci gidişimde Elazığ da sekiz ay kadar kaldım. Bu süre içinde hiçbir davaya katılmadığım gibi görev yerime de uğramıyordum. Yönetime gücenmiş ve tüm çalışma azmim sanki kaybolmuştu. Bu şekilde çalışmayarak yönetimden öç almak istiyordum.

Elazığ da sürgün hayatı yaşarken Ankara da Bağ - Kur Genel müdürlüğünde Baş hukuk müşaviri olarak çalışmakta olan bir okul arkadaşım vardı. O na bir mektup yazarak bana yapılan haksızlıkları anlattım. Mektubumdan sonra Hukuk Müşaviri arkadaşım Elazığ a telefon açarak beni Ankara ya çağırdı. Yanına gittiğimde :

-İzmir Bağ-Kur Hukuk Müşavirliğimiz açık. Senin hayli mesleki deneyimin var. Eğer Elektrik

375

Kurumundan olur alabilirsen Seni Hukuk Müşaviri olarak İzmir tayin ettireyim ,dedi.

Bu teklif bana çok cazip gelmişti. Hukuk müşavirliğinin kadro derecesi benim sahip olduğum kadro derecesinden çok daha iyi idi. Bu nedenle görevi kabul etmekte bir tereddüdüm olmadı.

Elektrik kurumu genel müdürlüğüne müracaatla Bağ-Kur İzmir hukuk müşavirliğine atanmak için muvafakat istedim. Genel müdürlük bir güçlük çıkarmadan istenen oluru verince hemen İzmir e atamam yapıldı. Sekiz aylık bir aradan sonra yine İzmir e başka bir görevle dönmüş oldum.

Bu arada Danıştay daki davam da devam ediyordu. Sonunda Danıştay verdiği kararda “ Başka bir görev le de olsa İzmir e geri dönmekle dava sebebi ortadan kalkmıştır “ diyerek davamı reddetti. Aslında hatalı bir karardı. Ben İzmir e Elektrik kurumunun bir avukatı olarak dönmek istiyordum. Davayı bu amaçla açmıştım. Sonunda İzmir e döndüm ama başka bir kurumda başka bir görevle. Daha iyi bir göreve geldiğim için Danıştay ın kararına da üzülmedim. İzmir e bu ikinci gelişim benim için bir şanstı. Aslında hiçbir sürgünümde bir zarar görmedim. Tam aksine sürgünlerden sonra daha iyi konumlara ve imkanlara kavuşuyordum. 1960 ihtilalindeki sürgüne kızarak hukuk fakültesini bitirdim. Gürün lisesinde iken yapılan sürgünden sonra öğretmenliği bırakarak avukatlığa başladım. Üçüncü sürgünde avukatlıktan hukuk müşavirliğine terfi etmiş oldum.

 

376

BAĞ-KURLU YILLARIM

 

Yıl 1982… Benim için BAĞ-KUR lu yıllar başlamıştı. Bağ-Kur hiç tanımadığım ve bilmediğim bir kurumdu. Bağ-Kur konusunda mesleki bir deneyimim de yoktu.

Göreve başladığım ilk gün Bölge Müdürü ile tanıştım. Müdür , dostluk ve samimiyet kurulacak birisine benzemiyordu. Oturduğu koltuğa da pek yakışmamıştı. Konuşmamız sırasında onun da öğretmen kökenli olduğunu öğrendim. O da benim gibi Hasanoğlan Köy Enstitüsünde okumuş ve aynı okuldan mezun olmuşuz. Benden iki sınıf öndeymiş. İlk anda hatırlayamadım ve ama daha sonra aklıma geldi. Okulun en esmer öğrencisiydi. Koyu esmer rengi ve kısacık boyu ile diğer öğrencilerden farklı bir yapısı vardı. Aradan geçen yıllar onu biraz daha kalınlaştırmış ve rengi biraz daha koyulaşmıştı.

Bir öğretmenin Bağ-Kur bölge müdürü olarak bu göreve nasıl getirildiğini o anda soramadım. Bu görev farklı deneyim ve kültür isteyen bir görevdi. Merak etmediğim için hikayesini dinlemek istemedim. Çayımızı içtikten sonra beni avukatlarla tanıştırmak için onların odasına götürdü.

Avukatların çoğu görevleri gereği duruşmalara gittikleri için büroda tek avukat arkadaşımız bulunuyordu. Onun la tanıştık ve kısa bir sohbetten sonra müdür yanımızdan ayrıldı.

 

 

377

Hukuk Müşavirliğimiz bünyesinde çalışan sekiz avukat vardı , sekizi de bayandı. Son derece sıcak kanlı ve candan görünüyorlardı. Müdürün aksine hepsi de güler yüzlü ve sempatiktiler. Müdürün soğuk görüntüsünden sonra avukatların sıcak ilgisi bana bir moral oldu. Avukatların MHP ile bir bağlantıları ve MHP ye bir yakınlıkları yoktu. Hepsi de son derece aydın ve kültürlü arkadaşlardı. Görevlerinin dışında başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı. Çalışmaları ve tavırları ile de kendilerini BAĞ-Kur Bölge Müdürlüğünün diğer elamanlarından soyutlamışlardı.

Tüm İzmir esnafı Bağ-Kur üyesi olunca işlerin ağırlığı pirim borçlarına bağlı icra takipleriydi. Dava dosyaları büyük bir sayı oluşturmuyordu. İzmir deki icra dairelerden birisi sadece Bağ-Kur un icra takipleri ile görevlendirilmişti.

Avukatların işleri hayli güç görünüyordu. Her avukat yılda en az altı -yedi bin dosya takip etmek

zorunda bırakılmıştı. Bu kadar dosyayı takip etmek avukatların gücünü aşan bir işti. Her yılda eski takiplere ek olarak kırk bine yakın dosya gelince işler daha da ağırlaşıyordu. Sık sık adres değiştiren binlerce esnafın yeni adreslerini bulmak en büyük sorundu. Adresler bulunamayınca takipler yapılamıyor ve işler istenen hızla yürümüyordu.

Daire içinde avukatların rahat bir çalışma ortamları da yoktu. Avukatlar sabah mesaiye gelip giriş defterlerini imzaladıktan sonra duruşmalara gidiyorlardı. Duruşma saati erken olan arkadaşlarımız büyük sıkıntılara girebiliyor ve

 

378

hatta duruşmalara yetişmek bazen mümkün olamıyordu. Bağ-Kur genel müdürlüğü avukatların mesaisi konusunda iyi prensipler koyamamıştı. Avukatların diğer memurlar gibi mesai saatlerine bağlı olmaları yanlış bir uygulamaydı. Avukat klasik bir memur gibi çalışamaz. Avukatın mesai saatinin başlaması ve bitimi duruşma saatlerine bağlıdır.

Bağ-Kur a ilk gelişimde uzun süre bunun mücadelesini verdim. Sonunda genel müdürlük benim önerimi haklı bularak avukatların mesai saatlerine bağlı olmayacağına karar verdi. Bu karardan sonra avukatlar bir hayli rahatlamışlardı.

Bölge müdürü çok ilginç bir insandı. Öğretmenlikten geldiği için tüm çalışanları öğrenci gibi görüyordu. Bağ-Kur mevzuatına yabancı olması nedeniyle personel üzerinde bir bilgi otoritesi yaratamamıştı. Kendi kurumunu ve mevzuatını bilmeyen bir yöneticinin çalıştığı birime

yön vermesi mümkün solamaz. Müdür daire içinde etkinliği olmayan bir model gibiydi. Personel karşısında böyle bir duruma düşmek onun için de iyi bir pozisyon değildi. Bu zayıf yönünü personele baskı yaparak silmeğe çalışıyor ve dairede terör estirmek istiyordu.

 

Bölge müdürünün en büyük özelliği personeli korkutarak saygı yaratmaktı. Ayda en az iki kez tüm memurları salona toplar ve onlara disiplin yönetmeliğinin ceza ile ilgili bölümlerini okurdu. Her iki haftada bir müdürün bu orijinal

 

379

konferanslarını dinleye dinleye tüm personel disiplin yönetmeliğini adeta ezberlemişti.

Müdür bir gün bu olağan toplantılarının birinin sonunda çay içmek bahanesiyle beni odasına götürdü. Çaylarımızı içerken bana:

-Müşavir Bey bugün personele karşı yaptığım konuşmamı nasıl buldunuz ? diye sorduğunda :

-Müdür bey personel ile konuşmak ve onları çalışmalara teşvik etmek iyi bir davranıştır. Siz her defasında disiplin yönetmeliğini okumak yerine onlara görevlerini sevdirecek açıklamalarda bulunsanız daha iyi olur. Çalışanlar hep yetişkin ve tahsilli kimseler. Siz artık öğretmen değil bir dairenin müdürüsünüz. Çalışanlar da öğrenci olmadığı için disiplin yönetmeliğini böyle sık sık okumanızdan rahatsız oluyorlar. Personel müdür olarak hangi yetkilere sahip olduğunuzu ve hangi cezaları verebileceğiniz konusunda hayli bilgi sahibi olmuşlar. Çağımızın yönetim anlayışı artık değişiyor. Korkutan yönetici yerine sahip çıkan üreten yönetici daha başarılı oluyor. Sizin öğretmenlikten gelen disiplin anlayışınız bu dairenin yapısına uygun değil. Verimli ve üretken olmak istiyorsanız önce personelin sizi sevmesini sağlamalısınız. Kendinizi sevdirmek istiyorsanız personeli korkutmayın, onlara sevgi ile yaklaşırsanız hem dairenin çalışma verimi artar hem sevgiye dayanan bir otorite yaratmış olursunuz. Sürekli korku tedirginlik yaratır ve

çalışanların morallerini bozar. Ara sıra bu insanlara güzel şeyler de söyleyin, dediğimde eleştirilerimden pek memnun olmadı.

380

-Müşavir bey siz daireye yeni geldiniz personelin özelliklerini pek bilmiyorsunuz. Bunları korkutmazsam iş yapmazlar. Zamanla siz de tanıyacaksınız ,diyerek görüşlerime karşı olduğunu açıkladı.

Bu olaydan sonra müdür ile aramızda hep soğuk rüzgarlar esti. Benden böyle bir eleştiri beklemiyordu. Bu eleştirimden sonra toplantıları sayısı azaldıysa da yine tutumunda önemli bir değişiklik olmadı. Personel de bu mutat toplantılardan hayli bezmişti. Ama müdürlerine karşı böyle bir tepki göstermeleri onlar için olanaksızdı. İstemeseler de bu toplantılara katılıp müdürün tehdit ifade eden konuşmalarını dinlemek zorundaydılar.

 

Geldiğim ilk günden beri müdürle hiçbir zaman yıldızlarımız barışmadı. En basit meselelerde aramızda sorunlar doğuyordu. Çalışma odamı kapalı tutmam bile büyük bir sorun yaratmıştı. Odamın kapalı tutulmasından büyük rahatsızlık duyuyordu. Ben de bu rahatsızlığını anladığım için zıtlık olsun diyerek her zaman çalışma odamın kapısını kapalı tutuyordum. Kapıların mesai saati içinde açık tutulması için iç genelge yayınlamasına rağmen ben genelgeyi dikkate almayarak yine odamın kapısını kapalı tutmağa devam ediyordum. Yazıları ve uyarıları bana dediğini yaptıramadığı için bir gün müdür yardımcısını bana göndermişti.

Gelen müdür yardımcısı bana:

 

 

381

-Müdürümüz çalışma saatleri içinde odanızda olsanız da olmasanız da her zaman kapınızın açık tutulmasını istiyor,dedi.

Ben elçi olarak gönderilen müdür yardımcısına:

-Benim çalışma sistemim böyle. Kapım açık olursa dikkatim dağılıyor ve incelendiğim hissine kapılıyorum. Böyle kapalı çalışmak benim için daha verimli oluyor. Bu nedenle kapımı açık tutmayı düşünmüyorum,dedim.

Tavrımda bir değişiklik göremeyen müdür ara sıra kapımı hafif aralar ve ben daha kendisini görmeden kapatıp giderdi.

Bir gün bana neden bu kadar farklı davrandığını sordum.

-Sizin Bağ-Kur hukuk müşavirliği görevine neden getirildiğinizi biliyoruz. Siz memurları ve çalışanları yönetime karşı örgütlemek için geldiniz. Çalıştığınız daha önceki kurumlarda da bu tür çalışmalarınız olmuş. Hatta komünizm ve sol propaganda yapmaktan dolayı yargılanmışsınız. Öğretmenken de öğretmenlerin sendikalaşması için çalışmış ve TÖS başkanlığı yapmışsınız. Sizin öğretmenliğiniz sırasında size öğrencilerce takılan isme kadar her şeyi biliyoruz.,dedi.

Ben ona:

-Hakkımda bu kadar araştırma yapmak gereğini neden duydunuz ? Bunları araştırmak Size ne kazandırdı ? Bu benim özel hayatım. Bu tespitlerinizi bana da sorsaydınız ben de anlatırdım. Hayatımdaki bu tür olayların gizli kalması mümkün olamaz. Bunlar toplumun

 

382

huzurunda yaşanmış ve bitmiş olaylardır. Sizin de

geçmişinizde buna benzer özel yaşamınız olmuş olabilir. Ama ben sizin özel yaşamınızı öğrenmek gereğini duymam. Sonra geçmişimle ilgili olaylardan dolayı benim bir rahatsızlığım söz konusu olamaz. Ben solculuğumdan ve devrimciliğimden dolayı son derece gurur duyuyorum. Asıl kötü olan Sizin geçmişiniz. Ülkücülerin iyi yolda olmadıklarını her gün basın haberlerinden izliyoruz. Siz de onlardan birisi değil misiniz? Bir solcunun, bir ülkücünün görüşleri belli. Bunun için geçmişimi inlememenize gerek yoktu. Ben sizin geçmişinizi ve düşüncelerinizi merak etmiyorum. Yolunuz her özelliğinizi anlatmaya yetiyor.

Benim geçmişimi öğrenmek sizlere neler kazandırdı onu merak ediyorum. İstiyorsan ve sizin tespit edemediğiniz daha birçok özelliklerim var onları da anlatabilirim.

Özel yaşamınızla ilgili merak ettiğim bir durum olsa Size sorarım. Sanırım siz de düşüncelerinizi ve yaptıklarınızı gururla anlatırsınız. Bunları öğrenmek ne size ne de bana yarar sağlar. Ben geçmişimi ve düşüncelerimi inkar etmiyorum. Sosyal demokratım ama komünist değilim. Bu şekildeki incelemelerinizden dolayı ne değişirim ne de korkarım. Beni olduğum gibi kabul edin ve boşuna huzursuz olmayın, diyerek müdüre görüşlerimi ve tepkilerimi bildirdim.

Müdür bütün işini gücünü bırakarak beni takip etmeğe başladı. Her gün çalışma odamın önünden üç beş kez geçer odamda olup olmadığımı

 

383

kontrol ederdi. Sonra bu tür takipleri daire dışına da taşmağa başladı.

Bir gün icra takipleri için Bergama icra dairesine gitmiştim. Orada müzisyenlere karşı açılmış çok sayıda icra takibi vardı. Açılan bu icra takiplerinin sonuçlarını öğrenmek istiyordum. Bergama icra takipleri açısından sorunlu bir bölgemizdi.

O yıllarda esnaf ve sanatkarlar derneklerine kayıtlı olan herkes Bağ-Kur sigortalısı yapılıyordu. Bunun için ilgilinin müracaatına gerek yoktu. Kişinin dernek kaydı varsa resen Bağ-Kur sigortalısı olarak kaydı yapılıp pirim tahakkuk ettirilebiliyordu. Bergama da çingenelerin topluca yaşadıkları bir mahalle vardı. Burada yaşayan çingeneler mesleki dayanışma amacı ile müzisyenler derneği adına bir dernek kurmuş ve hepside bu derneğe üye olmuşlar. Bu insanlar geçimlerini düğünlerde ve özel eğlence günlerinde çalgı çalarak sağlıyorlardı, başkaca bir gelirleri ve meslekleri yoktu.

Bağ-Kur “Bergama Müzisyenler Derneğinde” kayıtlı ne kadar çingene varsa hepsini kendilerine sormadan Bağ-Kur sigortalısı olarak kayıtlarını yapmış ve geriye dönük olarak onlara pirim tahakkuk ettirmişti. Çingeneler tahakkuk ettirilen pirim borçlarını ödemeyince icra takibine maruz kaldılar. Çingenelerin oturduğu Atmaca Mahallesi halkının tamamı pirim borçlusu olarak görünüyorlardı.

Bağ-Kur un Pirim alacaklarını tahsil için icra memurunu hacze götürdüm. Pirim borcu olan tüm çingenelerin evlerinin büyük bir bölümünü

354

gezerek evlerinde bulduğumuz davullarını, zurnalarını ve diğer enstrümanlarının hepsini haczederek icra deposuna kaldırdık. Belirtilen vatandaşların evlerinde haczi kabil bir mal bulmak mümkün görünmüyordu.

Çingeneleri ilk kez bu olay nedeniyle yakından tanıma imkanım oldu. Hepsi de son derece fakir insanlardı. Evleri genellikle bir mutfak bir odadan ibaretti .Tüm aile halkı bu tek odadan ibaret evlerinde yokluk içinde yaşıyorlardı. Birkaç basit mutfak eşyalarının dışında başka eşyaları da yoktu. Yatak yerine şilte dedikleri döşekleri serip onun üzerinde yatıyorlar, şilteler, gündüzleri oturmak için minder olarak ,geceleri ise yatmak için yatak olarak kullanılıyordu. Her birinin

acınacak halleri vardı. Günü birlik yaşayan bu insanlar umutsuzluktan olsa gerek yarınlarını hiç düşünmüyorlardı. Ama neşeli insanlardı. Mahallede gezerken hemen her evde müzik seslerinin geldiğini duyuyordum. Aile halkından bir kısmı bir çalgı çalarken diğerleri oynuyorlardı. Hemen her evde her gün bir düğün yada bir bayram yaşanıyor gibiydi. İcradan korkan ve telaşlanan bir aileye de rastlamadık. Kimse bir direnme göstermeden ellerinde bulunan her şeylerini icra memuruna teslim ediyorlardı.

Çok rahat bir haciz işlemi gerçekleştirdik. Mahallede ne kadar davul, dümbelek, keman ve saz varsa hepsi toplanıp icra deposuna dolduruldu. Her halde Türkiye de en ilginç haczi ilk kez biz yapmış olduk.

 

385

O gün haciz işlemleri tamamlandıktan sonra akşamüzeri İzmir e dönmek üzere otogara gittim.

Otobüs beklerken birden bir ara bizim müdürü görür gibi oldum. Binaların ve ağaçların arasına saklanarak beni takip ediyordu. Peşinden koşarak ona ulaşmak istedim. O benden atik davrandığı için kendisini yakalamam mümkün olamadı. Binaların ve ağaçların arasında kayboldu. Yakındaki kahvehanelere ve otogarın bölmelerine baktım; yok olmuştu. Sonra da acaba yanlış mı gördüm diyerek kendimden kuşkulanmağa başladım.

Otobüsteki yerime oturmuştum, otobüs de hareket etmek üzereydi. Bir de baktım otogarın karşısında bulunan parkta kendisi gibi kalın olan ağaçlardan birisinin arkasına gizlenmiş beni dikizliyor. Otobüs hareket etmek üzere olduğu için inip yanına gidemedim. Vücudu ağacın gövdesinden daha kalın olduğu için uzaktan onu tanıdım. Otobüsten inemedim, yalnız elimi kaldırarak “ Sen delirdin mi demek istercesine” elimi şöyle havada bir çevirdim. Otobüsümüz hareket etti. Yakalamış olsaydım aramızda iyi şeyler olmayacaktı.

Böyle bir davranışa son derece kızmıştım. Bu derece takip edilmemi gerektiren bir durum yoktu. Bir müdür şehir şehir dolanıp bir avukatın neler yaptığını uzaktan nasıl denetleyebilir? Çalışmam gereken yeri biliyordu. Ben icradaki işleri takip etmek için gelmiştim. İcra dairesine gelip hal hatır sorması ve çalışmalarımızdan dolayı teşekkür etmesi gerekirken böyle çirkin bir davranış içine girmesi kabul edilir bir davranış değildi.

386

Maceramızı dönüşte diğer avukat arkadaşlarıma anlattığımda uzun süre aramızda espri konusu oldu.

İşte Bağ-Kur bölge müdürlüğü görevinin emanet edildiği tipik bir müdür örneği. Bağ-Kur o yıllarda bu tip insanlara emanet edildiği için hak etmeden binlerce insan emekli edildi ve Bağ;Kur büyük zararlara uğratıldı.

Dairedeki çalışma sistemimize göre dava ve icra takipleri ile ilgili dosyaların avukatlara dağılımını ben yapıyordum. Ara sıra benim de duruşmalara ve icra takiplerine gittiğim oluyordu. İzmir in her ilçesinde dava ve icra takiplerimiz vardı. İlçelerdeki dava ve icra takipleri için gidecek olan avukat arkadaşlarımızın seyahat emirlerini hazırlar ve imzaladıktan sonra müdüre gönderirdim. Müdürün de imzalaması gerekiyordu. Bu şekilde evrakların imzaya götürülüp getirilmesi işi genellikle daire içinde hizmetliler aracılığı ile olurdu.

Bir gün yine tüm avukat arkadaşların seyahat emirlerini hazırlayıp imzaladıktan sonra imzalaması için odacı ile Müdüre gönderdim. Biraz sonra evrakları götüren odacı yanıma geldi:

-Müşavir bey seyahat emirlerini müdürümüz bizzat sizin götürmenizi istiyor , diyerek seyahat emirlerini benim masama bıraktı.

Ben odacıya :

-Tamam !.. Sen git ben götürür imzalatırım, diyerek odacıyı gönderdim.

Öğle yemek paydosu idi. Tüm personel yemek salonunda bulunduğu için katlarda kimse

387

yoktu. Müdür yemeğe geç geldiği için odasında olduğunu tahmin ederek yanına gittim.

Beni karşısında görünce oturduğu koltukta geriye doğru yaslanarak .

-Buyurun Müşavir Bey!.. Hoş geldiniz!..diyerek elimi sıktı ve oturmamı istedi.

Ben :

-Sayın müdürüm!.. Avukatların Seyahat emirlerini imza için Size getirmemi emretmişsiniz !

Getirdim işte!.. Al bunları imzala !.. diyerek tomar halindeki evrakları yüzüne bir çarptım. Çarpmanın etkisiyle gözlüğü gözünden fırlayarak yere düştü. Müdür benden böyle bir davranış beklemediği için birden şok oldu. Bir taraftan yere düşen gözlüğünü arıyor bir yandan da:

-Odacı!.. Odacı!.. diye bağırıp odacıdan yardım bekliyordu. Eni ile boyu birbirine eşit varil gibi bir adamdı. Kısacık boyu oturduğu koltuğa bile yakışmıyordu. Zencileri andıran simsiyah ta bir rengi vardı. Bana karşı hiçbir tepki veremedi. Yakasına yapışarak hızlı bir şekilde itince sendeleyerek koltuğunun üzerine düştü. Hala bağırıp duruyordu. O saatlerde tüm personel bir üst katta yemek salonunda olduğu için sesini duyurması olanaksızdı. Bağırmaları ve yardım istemeleri bir sonuç vermedi.

Ben yine:

-Evrakları benim getirmemi istersen her defasında ben bu şekilde getiririm. Bu tür evrak imzalatmak hoşuna gittiyse her gün yüksek huzurlarınıza çıkıp evrakları imzalatacağım ,Sen böyle davranışa laik basit bir adamsın, diyerek, odasından ayrıldım.

388

Yarım saat sonra avukatların seyahat emirleri imzalanmış olarak bana gönderildi.

Daha sonraki günlerde yine evraklar odacılar aracılığı ile gidip gelmeğe başladı. Yaşanan bu olaydan sonra bir daha evrakları benim imzaya götürmemi isteyemedi. Artık müdürle olan tüm özel ilişkilerimiz bitmişti. Daire içinde benimle karşılaşmamak için gerekli özeni gösteriyordu. Her gün üç beş kez odalarımızın önünden geçen müdür artık bizim kata uğramaz olmuştu.

Bu olaydan sonra beni Bağ-Kur genel müdürüne şikayet ettiğini öğrendim. Genel müdürlükten gelecek tavrı bekliyordum. O tarihte Genel Müdürümüz Fikret Yağmur isimli zattı. Daha önce Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü de yapmış olduğu için ismini duyuyordum.

Aradan üç dört ay gibi bir zaman geçmişti ki bir gün baktım müdür odacı ile bana haber gönderdi. .

BAĞ-Kur genel müdürü İzmir e geliyorlarmış. İdareciler Genel müdürü karşılamaya gidecekleri için benim de Genel Müdürü karşılamak üzere İzmir Hava Alanına gitmem isteniyordu.

O gün İzmir adliyesinde bir duruşmam olduğu için Bağ Kur Genel müdürünü karşılamaya gidemedim.

Müdürün bu davranışımda bir kasıt arayacağını ve karşılamaya kasıtlı olarak gitmediğimi genel müdüre ispiyonlayacağını da tahmin ediyordum. Yine de görevi daha üstün

389

görerek bir art niyet olmaksızın Genel Müdürümüzü karşılamak için hava alanına gidemedim.

Duruşmalarımı yapıp daireye döndüğüm zaman Genel müdür de daireye gelmişti. Müdürün odasında oturuyordu. O beni tanımıyor ben de onu. İlk kez burada tanışacaktık.

Odasına girdim :

-Ben hukuk müşaviri Ziya Kayapınar, diyerek kendimi takdim edip elini sıktım. O da ayağa kalkarak nezaketle:

-Hoş geldiniz müşavir bey,dedi. Hal-hatır sordu. Sonra da çalışmalar hakkında benden detaylı bilgiler istedi. Kendisine müşavirliğimizin çalışmalarını dava dosya sayımızı ve icra takiplerini anlattım. İcra kanalı ile tahsil edilen pirim miktarlarından söz ettim. Bana:

-Çalışmalarınızı yakından takip ediyorum.

Bir hayli başarılı çalışmalarınız olmuş teşekkür eder ve sizleri ve tüm Avukat arkadaşlarımı kutlarım ,dedi.

Bu arada bölge müdürüne dönerek:

-Müdür bey izniniz olursa Hukuk Müşavirimizle özel görüşmek istiyorum, deyince müdür odadan ayrıldı.

Genel müdür Bana:

-Duyduğuma göre bölge müdürümüzle anlaşamıyormuşsunuz Olayı bir de sizden dinlemek istiyorum, dedi.

Ben :

-Sayın Genel müdürüm !.. Biz avukatlar tüm iyi niyetimizle çalışıyoruz. Bu kadar icra dosyası

 

390

ile çalışmak son derece yorucu. Bölge müdürümüz

bizlere yardımcı olacağı yerde işini gücünü bırakarak jandarma gibi şehir şehir bizi takip ediyor. Bu güvensizlik nedeniyle moralimiz bozuk. Sonra öğretmenlikten geldiği için Bağ-Kur u ve mevzuatı bilmiyor. Personele Disiplin yönetmeliği okumaktan başka yaptığı bir iş yok. Müdür burada müdürlük değil militanlık yapıyor. İşi gücü bırakıp muavinleri ile birlikte benim geçmişimi arama peşindeler.

Benim özlük dosyam genel müdürlüğünüzde bulunmaktadır. Geçmişim dosyamda bellidir. Müdürün bunun için eleman görevlendirip araştırma yapmasına gerek görmüyorum. Bu tür olumsuz tavırları nedeniyle aramızdaki ilişkiler iyi sayılmaz, Avukatlar olarak bizim çalışma sistemimiz diğer personelin çalışma sistemine uymaz. Duruşmaların, icra takiplerinin ne zaman başlayıp ne zaman biteceği belli olmadığı için mesai saatlerine uyamıyoruz. Bölge müdürü avukatları diğer personel gibi düşündüğü için zaman zaman aramızda sorunlar oluyor ve işlerimiz gereği gibi yürütülemiyor. Müdür bunları anlayacak kapasitede bir yönetici değil. diyerek gerekli açıklamaları yaptım.

Açıklamalarımı dinleyen Genel Müdür:

-Bunlar çok önemli şeyler değil. Senin ve avukatların çalışmalarından son derece memnunuz. Aranızda böyle bir huzursuzluk varsa seni İstanbul Bölgemize hukuk müşaviri olarak göndereyim. Orada otuz kadar avukat çalışıyor. Orada da hizmetinize ihtiyacımız var. Bu tamamen senin isteğine bağlı. İstanbul a gitmek

391

istemiyorsanız buradaki çalışmalarınıza devam edebilirsiniz. Müdürle de özel olarak görüşüp ona da gereğini bildireceğim. Çalışmalarınızdan dolayı teşekkür ediyor ve tüm avukat arkadaşları da kutluyorum dedi.

Ben odasından ayrılarak kendi odama gittim.

Bölge müdürü Genel Müdürle neler konuştuğumuzu merak edip duruyordu. Bu konuda kendisine herhangi bir açıklama yapmadım. O benim görevden alınacağımı yada başka bir tarafa atanacağımı tahmin ediyordu. Aradan uzunca bir aman geçmiş olmasına rağmen Genel Müdürlük bu konuda olumlu yada olumsuz bir görüş bildirmedi. O tarihlerde emekliliğim de gelmişti. İstediğim her an emekli olabilecek durumdaydım.

Bölge müdürü emekliliğimin geldiğini bildiği için arada bir adamları vasıtası ile bana haber gönderiyor ve ne zaman emekli olacağımı soruyordu.

Ben de gelen elçilere :

-Müdürümüze söyleyin ne emekliği,ne istifa etmeyi ne de başka bir ile nakli düşünmüyorum. Halimden memnunum ve mesleğimi de seviyorum. Müdür benimle çalışmak istemiyorsa o başka bir bölgeye naklini istesin. Emekli olacaktım ama vazgeçtim. Daha en az on yıl buradayım, diyerek haber yolluyordum.

Müdür genel müdüre yaptığı şikayetten olumlu bir sonuç alamamıştı. Varlığımdan aşırı derecede rahatsız olduğunu da seziyordum. Emekliliğim de geldiği için hiçbir korkum yoktu.

 

392

Müdür biraz daha rahatsız olsun diyerek emekliliğimi de uzatmak istiyordum.

Bağ-Kur bölge müdürlüğündeki diğer yöneticilerle de ile ilişkilerim son derece bozuktu. Hepsi ülkücü olduğu için bana karşı müdürle birlikte hareket ediyorlardı. Hukuk müşavirliği bölge müdürlüğü bünyesi içinde yer almış olsa da tamamen bağımsız bir bölümdü. Benim servisimin yöneticilerle ve müdürle hiçbir işi olmuyordu. Onlar sadece takip yapılacak dosyaları bana göndermekle yetiniyor ondan sonra yapılması gereken işleri biz kendimizi yapıyorduk. Aramızdaki mücadele ideolojik bir mücadeleydi. Ülkücü kadro yanlarında solcu bir avukat görmek istemiyorlardı. Diğer personelle benim ilişkilerim onlardan daha iyi idi. Ben hukuki konularda herkese yardımcı oluyor, dilekçelerini yazıyor ve gerekli yolu gösteriyordum. Personelin bana bu derece yakın olmalarından bile rahatsızlardı. Benim odama girip çıkan herkesi idareye karşı kışkırttığımı sanıyor ve kuşku ile bakıyorlardı.

İşyerindeki bu olumsuzluklara rağmen huzursuz değildim. Diğer yöneticiler her vesile ile bana dargın olduklarını gösteriyorlardı. Üç tane de müdür yardımcısı vardı. İkisi benimle konuşmaz, diğeri ile ara sıra konuşmalarımız olurdu. Avukat arkadaşlarım son derece mükemmel hanımlardı. Her olayda benim yanımda yer aldıklarını görüyordum. Bağ-Kur da başka bir beklentim yoktu. Gelebileceğim en son makama gelmiştim. Avukatlar için hukuk müşavirliği en üst görevdi. Bir yandan ayrılmayacakmışım gibi görevlerimi

 

393

sürdürürken bir yandan da emeklilik sonrası yapacağım işler konusunda araştırma yapıyordum.

Emekli olduktan sonra neler yapacağım konusunda belirli bir kararım yoktu. Emekli olduktan sonra İzmir de kalarak serbest avukatlık yapmakta bana pek cazip gelmiyordu. Meslekten biraz bıkmış usanmıştım.

1972 yılında Noterlik Yasası çıkınca almış bulunduğum noterlik belgem vardı. Bu belge nedeniyle noter olmayı düşünüyordum. . Belge sıra numara yüz yirmi üç olduğu için istediğim üçüncü sınıf noterliklerin çoğuna gidebilecek durumdaydım. O yıllarda noterliğe fazla ilgi olmadığı için istek halinde hemen noterlik görevi veriliyordu.

Dairemizin çok yakınında İzmir dokuzuncu noteri vardı. Vakur Bey isimli bir arkadaştı. Hanımı da avukat olduğu için her ikisini de tanıyordum. Bir gün bu arkadaşımı ziyaret ederek noterlik hakkındaki görüşlerini öğrenmek istedim. Bana:

-Avukat bey !.. Avukatlıktan sonra yapacağın en iyi iş noterliktir. Belge sıra numaran da çok uygun. Hatta geç bile kalmışsın. Başka hiçbir mesleği ve işi düşünme. Zaman zaman açık noterlikler bize bildiriliyor. Sen ara sıra buraya gel, ben ilan edilen boş noterlikleri size bildireyim, sizde açık yerlere müracaat edin. Hatta zamanınız varsa gelin benim burada bir süre staj yapın. Gittiğiniz yerde pek sıkıntı çekmezsiniz. diyerek beni noterliğe özendirdi.

Arkadaşla görüştükten sonra noterlik yapma fikri bana daha cazip gelmeğe başladı. Yalnız tek

394

endişem İzmir den nasıl ayrılacaktım? Burada bir ev sahibi olmuş ve kendimize göre bir düzen de kurmuştuk. Eşim erken emeklilik imkanlarından yararlanarak yirmi yılda emekli olunca sorunlarımız daha da azalmış bulunuyordu. Bizleri geçindirecek kadar da bir gelirimiz vardı. Bir süre tereddüt içinde kaldım. Ama ara sıra noter arkadaşın yanına gidiyor, notlar alıyor ve gerekli olan evraklardan örnekler topluyordum. Orada noterin personeli ile de tanışınca gelir durumlarını da öğrenme imkanım oldu.

Noterler avukat ve hakimlerle kıyaslanamayacak kadar iyi kazanıyorlardı. Üç dört aylık bir stajdan sonra noterliği sevmeğe başladım.

Bir gün noter arkadaşım bana Uşak üçüncü sınıf noterliğinin açık olduğunu bildirdi. Dilekçemi de kendisi yazarak Ankara ya Adalet Bakanlığına postaladım. İki ay sonra oraya başka bir noterlikten nakil olduğu için benim isteğimin kabul edilmediğini yine noter arkadaşım vasıtası ile öğrendim. Bakanlık atanmayanlara bir bilgi vermiyor sadece ataması yapılan noter adayına bilgi veriyordu. Bu ilk müracaatımız olumsuz sonuçlanmıştı.

 

Yeni boş noterliklerin ilan edilmesini bekliyordum. Daha sonra Ali Aliağa noterliğinin açık olduğu ilan edilmişti. Bir müracaat dilekçesi de orası için verdim. Buraya da başka bir ilçeden naklen atama isteği olduğu için benim isteğim yine gerçekleşemedi. Açık olan bir noterliğe çalışan bir

 

395

noterin müracaat etmesi durumunda dışardan atama yapılamıyordu.

 

Açık noterliklerle ilgili sık sık ilanlar çıkıyordu. Bazı ilanları günlük gazetelerden takip ediyor bazı ilanları da Noter arkadaşımdan öğreniyordum.

Bir süre sonra Tekirdağ Şarköy noterliği ile Tekirdağ Muratlı noterliklerinin ilanlarını gördüm. Her ikisine da müracaatımı yaparak sonucunu beklemeğe başladım.

 

Müracaatımdan bir iki ay kadar zaman geçmişti ki bir gün İzmir Karşıyaka Savcılığı beni aradı ve acele savcılığa gelmemi söylediler. Bu çağrının noterlikle ilgili olduğunu tahmin ettim. Gittim savcı beyle görüştüm. Savcı bey bana :

-Şarköy e noter olarak ataman geldi. Atama kararını sana tebliğ edip durumu Adalet Bakanlığına bildirmem gerekiyor. Gidip gitmemek sizin kararınız dedi. Ben Savcı Beye:

-Sayın savcım !.. Ben şu anda Bak-Kur da hukuk müşaviri olarak görev yapıyorum. Bana izin verirseniz evrakı tebellüğ etmeden önce gidip bir Şarköy ü göreyim. Gidip gitmeme hususundaki Kararımı ondan sonra vermek istiyorum. Sizden istirhamım atama kararını on -on beş gün kadar bekletmenizdir. Savcımız:

 

-Sana bir aylık süre veriyorum. Git Şarköy ü gör ve ondan sonra kararını ver. Ben evrakı bir ay bekleteceğim ,dedi.

 

396

Şarköy ün ismini duyuyordum,ama bilmediğim ve görmediğim bir yerdi. Bir hafta sonu İzmir den kalkarak Şarköy e gittim. Şehri ve noterliği gördüm. Noter katibi olarak genç bir arkadaş çalışıyordu. Bana noterliğin iş durumu ve geliri hakkında bir hayli bilgiler verdi. Şarköy de ilçe olarak güzel bir şehirdi. Ben gittiğimde turizm mevsimi bitmek üzereydi. Şehir bir yazlık sayfiye yeriydi. Plajları ve yazlık evleri ile güzel bir görünüme sahipti. Emeklilikten sonra dinlenebileceğim bir yer gibi geldi. Kaldığım bir gün içinde şehrin her tarafını gezdim ve gerekli bilgileri edindim. Şehir her yönü ile bana cazip geldi. Yerleşilebilmemi engelleyen olumsuz bir şey görmedim.

İzmir e dönüşümden sonra yine bir süre gidip gitmeme konusunda tereddüt geçirdim. Sonunda gitmeğe karar vererek savcılığa gidip emri tebellüğ ettim. Tebellüğden itibaren bir ay içinde gidip göreve başlamam gerekiyordu. Bir ay içinde göreve başlamadığım taktirde birinci hakkımı kaybetmiş oluyordum. İkinci bir hakkım daha kalıyordu. Ona da gitmemem durumun yeniden müracaat etme hakkım kalmıyordu. Sevdiğim dostlarımdan bir kısmı İzmir den ayrılmamı istemiyorlardı.

1984 yılı Eylül ayının on beşinci günüydü. On yedi eylülde Emekli olmak istediğimi bir dilekçe ile bölge müdürüne bildirdim. Bölge müdürümüz vazgeçerim korkusu ile dilekçemi acele Genel müdürlüğe postaladı. Çok mutlu ve neşeli görünüyordu. Yüzünde sevmediği insandan kurtulmanın sevinci vardı.

 

 

397

On yedi eylülde emekliliğimi istedim ve aynı gün sabahı Şarköy de noter olarak göreve başladım. Bir gün olsun emeklilik hayatını yaşama fırsatım olmadı.

Emekliliği sevmediğim için emeklilik günlerini yaşayamadığıma üzülmedim. Emeklilik kelimesini oldum olası soğuk karşılarım. Bu kelime bana bitmişliği ve bir sonu anlatır. Emekli olmakla insanların idealleri bitiyor ve amaçsız bir yaşam başlamış oluyordu. Ben amacının bitmesini istemiyordum. Amacı biten insanın son amacı ölüm oluyor o da çabuk geliyor. Bu nedenle emekliliğe hiçbir zaman sıcak bakmadım. Çalışmanın insana daha çok yaşama azmi ve sevinci vereceğini düşünürdüm. Bu duygular içinde Şarköy Noterliğine giderken mutlu ve neşeliydim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

398

ŞARKÖYLÜ YILLARIM

 

Yıl 1984 Eylül ayının on yedinci günü idi. Şarköy noterliğine e gitmekle benim için yeni bir serüven başlamış oluyordu.

 

Noterlik serbest bir meslekti. Devletin denetimine tabi olsa da bu denetim devlet alacaklarının kontrolü ile ilgili olduğu için noter özgürdü. Politik atamalar, şikayetle yer değiştirmeler noterlikte olmuyordu. Noter sadece ceza hukuku açısından memur sayılıyor diğer hususlardan dolayı serbest meslek sahibi gibi düşünülüyordu. Atamaları Adalet Bakanlığınca yapılsa da ilk atamadan sonra yapılacak atamalarda noterin isteğinin olması gerekiyordu. Bu bakımdan noterler üzerinde Adalet Bakanlığının bir baskısı söz konusu olmuyordu.

 

1956 yılında başladığım memuriyet hayatımda ömrümün büyük bir kısmı sürgünlerle geçmişti. 1956 yılından sonra olan üç askeri hareketin üçünde de ben sürgün hayatı yaşadım. Noterlikte bunları yaşamayacağım için seviniyordum. Artık özgürdüm beni sürgün edecek bir güç kalmamıştı.

 

Hukuk meslekleri içinde noterlik en rahat ve en kazançlı olanıdır. Toplumdaki itibarı da iyidir. Herkes notere güven duyar ve yaptığı işlerin doğru olduğuna inanır. Barıştırıcı bir meslek. Biri biriyle itilafa düşen taraflar notere gelir ve itilafı

 

399

çözerek noterden ayrılır. Noter yaptığı işlemle her

iki tarafında sevgi ve taktirini kazandığı için kimse notere kızmaz. Avukatlıkta bir tarafı kazanırken bir tarafı kaybetme durumu söz konusudur. Hakim ve savcılık ta avukatlığa benzer. Davasını kaybeden taraf savcı ve hakimi suçlar. Noterliğin bu mesleklerden ayrılan tek tarafı hep uzlaştırıcı olmasıdır. Bu yönü ile de karakterime ve ruh yapıma uygun bir meslekti.

 

Şarköy e geldiğim akşamı noter katibi Tufan ın düğün merasimi olduğunu öğrendim. Düğün Cennet Motelin bahçesinde yapılıyordu. Beni de davetlilerin oturduğu boş masalardan birine götürdüler. O anda şehrin elektriği kesik olduğu için etraf lüks lambaları ile aydınlatılıyordu. . Ortalık karanlık olduğu için masada oturanları tam göremiyordum. Herkes bana hoş geldin etti. Bende masada oturanlara Şarköy noteri olarak atandığımı anlatıyordum. Masada oturanlardan bir tanesi karanlıkta:

 

-Noter bey siz nerelisiniz ? dedi. Sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti.

-Askerliği nerede yaptınız?

-Erzurum Aşkalede yaptım.

- 4.Zırhlı Tugay ulaştırma bölüğünde mi yaptınız?

-Evet o birlikte yedek subaydım,dedim Tanımadığım bu kişi hemen masadan kalkarak bana yaklaştı:

-Siz Ziya Teğmenim siniz. Değil mi ?

-Evet! Siz kimsiniz?

400

-Ben sizin bölüğünüzde askerlik yapan Dursun çavuşum , dedi.

Birbirimize sarıldık ve o anda duygusal bir an yaşadık. Ben de mutlu oldum o da. Yirmi iki yıl sonra kader bizi yine Şarköy de birleştirmişti.

 

Dursun çavuşumuzun Şarköylü olduğunu Şarköy e gelince öğrendim. Aradan çok yıllar geçtiği için ben tanıyamadım. O karanlıkta beni sesimden tanımış. Şarköy de kaldığım sürece bu asker arkadaşımla çok iyi ilişkilerimiz oldu. Kendisinin Şarköy de hazır ayakkabı mağazası vardı. Çavuşumu sık sık ziyaret eder askerlik anılarımızı yeniden yaşardık. Halen bu arkadaşımla bu dostane ilişkilerimiz devam etmekte onu sık sık görmekteyim. Şarköy ü sevmemden ve tanımamda bu arkadaşımın büyük rolü oldu.

 

Arkadaşımın Şarköy merkezinde mağazası Çınarlı köyünde de üzüm bağları vardı. Şarköy yöresinin en güzel üzümlerini yetiştiren örnek çiftçilerden birisiydi. Ona ait tüm üzüm bağları benim için serbesti. Hiç ona haber vermeden gider bağlarında dilediğim kadar üzüm ve kiraz toplar dönerdim. O da bu davranışımdan dolayı son derece mutlu olurdu.

 

Şarköy, Tekirdağ ilimizin bir ilçesidir. Marmara Denizinin Çanakkale ye doğru daralmağa başladığı kuzey sahilinde yer alır. İstanbul a 220 Km, Çanakkale ye 70 Km

401

mesafededir. Genelinde İstanbulluların yaz tatillerini geçirdikleri bir sayfiye şehridir.

Şehrin en büyük geliri turizm,bağcılık.,zeytin ve balıkçılıktır. Şarköy köylerinin büyük bir bölümünde kırk çeşide yakın üzüm yetişir. Üzümlerin bir kısmı şaraplık bir kısmı ise sofralıktır. Sofralık üzümler yaz boyu kamyonlarla İstanbul a pazarlara taşınır. Şaraplık üzümler ise şarap fabrikalarında işlenir. Birisi şehir merkezinde ,birisi Mürefte denilen kasabasında birisi de Uçmakdere isimli köyünde olmak üzere üç adet şarap fabrikası vardı. Ayrıca Mürefte de çok sayıda özel sektöre ait şarap imalathaneleri bulunuyordu. Şarapçılıkta önemli bir marka olan “Doluca Şaraplarının” merkezi de buradadır.

 

Şarköy de üzümün yanında zeytin ve kiraz da bol miktarda yetişir. Kirazları ve zeytinleri kusursuz denecek kadar güzel ve kalitelidir. Ama Şarköy ü daha çok üzümleri ile tanırız. Şarköy den Tekirdağ istikametine doğru uzanan köylerin hepsi bağcılıkla uğraşır. Her çiftçi iyi bir bağ uzmanıdır. Üzüm bağlarında bir tane yabani ot görülmez. Üzüm bağlarına son derece iyi bakarlar. En büyük gelir kaynakları üzüm olunca bağcılık yörede önem kazanmıştır.

O üzüm bağlarını uzaktan seyretmeğe doyum olmaz. Yemyeşil adacıklar şeklinde kilometrelerce uzar gider. Sofralık en güzel üzümü kardinal ve kınalı yapıncaktır.

Şarköy ün diğer bir gelir kaynağı ise turizmdir. Burası İstanbul, Edirne ve Ankaralıların bir sayfiye şehri konumundadır. On

402

bin olan nüfusu yazları yüz binleri bulur. Avrupa nın fakir ülkeleri olan Romanya ve Bulgaristan dan da turist geldiği olur.

Turizm mevsimi okulların kapanması ile açılır,okulların açılması ile son bulur. Turist kapasitesi iyi olmasına karşın yeterli bir alt yapı olmadığı için zengin turistler gelmez.

Küçük otel ve pansiyonların dışında güzel turistik tesisleri yoktur. Eğlencesinin bol olması nedeniyle Şarköy ü daha çok gençler tercih ederler. Mevsim boyunca çay bahçeleri disko gibi çalışır ve bir çay içerek saatlerce eğlenmek mümkün olabilir.

 

Şarköy ün deniz mevsimi ne kadar güzel geçerse kış mevsimi de o kadar sıkıcı geçer. Kışın uzun gecelerini geçirecek bir kulübümüz ve lokalimiz olmadığı için sıkıntı çekerdik. Halkın gittiği kahve hanelerin dışında başka bir eğlence yeri yoktu. Kış geldiğinde Şarköy ün Şar ı gider köyü kalırdı Komşu il ve ilçelere yakın değildi. İstanbul a gitmek için dört saatlik bir otobüs yolculuğu gerekiyordu. İstanbul dan çok, gurup arkadaşlarımızla Edirne ve ilçelerine geziler düzenlerdik.

 

Şehir merkezinde ve sahil köylerinde çok sayıda yazlık evler yapılmıştır. Ev sayısının nüfus sayısından fazla olduğu söylenir.

Benim gittiğim yıllarda şehirde hızlı bir konutlaşma başlamıştı. Karadeniz bölgesinden Kars tan ve Mardin den gelen çok sayıda inşaatçı fırmalar şehrin tüm boş arsalarını güzel yazlık

403

evlerle doldurmuşlardı. Planlı bir şehirleşme görülmüyordu. Çarpık bir yapılaşma şehrin turistik yapısını bozmuştu. Önüne gelen inşaat yaptığı ve belediye de denetim görevini iyi yapamadığı için o güzelim şehir adeta bir beton yığını görünümündeydi.

 

Noterlik mesleğinde yeni olduğum için fazla bir deneyiyim yoktu. Buradaki noter katibi Tufan iyi yetişmiş bir elaman olduğu için hiç zorluk çekmedim. Ara sıra ben de ona yardım ediyor, işleri rahat bir şekilde yürütüyorduk.

Şehirde inşaat çok olduğu için genellikle işlerimiz hep müteahhitlerle oluyordu. Üçüncü sınıf noter olarak gelirimiz de iyi sayılırdı. Mesleğe ilk başlayan birisi olarak Şarköy e gelmek benim için bir şanstı. Kısa sürede şehre ve halka alışarak onlarla kaynaştım. Küçük bir şehirde esnafı tanımak fazla bir zaman almadı. İşi düşüp de notere gelen herkesi o anda tanıyor ve bir daha unutmuyordum. Bir yılın içinde tüm şehir esnafını tanımam mümkün olabildi.

 

Şarköy de çok iyi dostlar edindim. Ev sahibim Cemal Bey, Avukat Arkadaşım Zeki Sadunoğlu asker arkadaşım Dursun Bey unutamadığım insanlardır. Özellikle şehri sevmemde ve yöreyi tanımamda arkadaşım Av. Zeki Beyin büyük yardımları oldu. Hafta sonu tatillerimizi Zeki Beyle birlikte geçiriyor ve tüm Trakya yı geziyorduk. Trakya da gitmediğimiz görmediğimiz bir bölge kalmamıştı.

 

404

Trakya halkı sorunu olmayan kendi kendisi ile barışık olan bir halktır. Bir birleri ile kavgaları olmaz, sorunsuz yaşamayı severler. Büyük kavgalarını büyük davalarını hiç görmedim. Çok dost canlısı değiller ama kimseye de bir zararları dokunmaz. Eğlenmeyi çok severler. Düğünlerine doyum olmaz. Hayatımda en neşeli düğünleri Şarköy de gördüm. Düğüne gelen herkes eğlenir ve herkes oynar. Anadolu da gördüğümüz halaylı, davullu , zurnalı düğünleri bu yörede görmedim. Düğünler disko salonlarını andırır nitelikte olup son derece coşkulu geçer. Nereye gittiysem hep Şarköy düğünlerinin özlemini duydum.

 

Şarköy de noterlik yaptığım yılarda en büyük sorun müteahhitlerle gayrı menkul sahipleri arasındaki ilişkiyi düzenlemekti. O yıllarda Şarköy de hızlı bir yapılaşma çalışmaları başlamıştı. Anadolu nun değişik yörelerinden gelen müteahhitler burada yazlık ev yapıp satarak para kazanıyorlardı.

İnşaatçılara arsa satın almak yerine kat karşılığı inşaat yapmak daha cazip geliyordu. Kat karşılığı arsa bulan bir müteahhit arsa sahibi ile sözleşme yaparken şartları kendi lehlerine olacak şekilde düzenliyor ve vatandaşların bilgisizliğinden yararlanarak gizli çıkarlar sağlamak istiyorlardı. Müteahhitler bu konuda deneyimli oldukları için işin yasal yollarını da iyi biliyorlardı.

 

Kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapmak üzere noterliğimize gelen arsa sahiplerine müteahhidin tekliflerini ve sözleşmeye koydurmak istediği

405

şartları sakıncaları ile birlikte tek tek açıklardım. Bu açıklamalarım arsa sahipleri tarafından iyi karşılanır müteahhitler ise arsa sahiplerine yol göstermiş olmam nedeniyle bana kızarlardı. Benim taraflara söylediğim şuydu:

 

-Taraflar olarak siz işinizin sağlam olması için notere geliyorsunuz. Noter tarafsız olup sözleşmeleri yasalara uygun biçimde yapmak zorundadır. Tarafların noteri kullanarak biri birlerini aldatmalarına gönlüm razı olmaz. Doğruları ve yanlışları iki tarafa da açıklarım. Açıklamalarımdan sonra şartlarınızı yeniden belirleyin ya da eski şartları aynen kabul ediyorsanız ben sözleşmenizi hazırlarım,diyordum.

 

Müteahhitler:

-Sizin sözleşme aşamasında arsa sahiplerinin zihinlerini karıştırmanız uygun olmuyor. Biz notere gelemeden anlaşıyor ve şartlarımızı belirleyerek sözleşme yapmak üzere size geliyoruz. Siz sözleşmemizi aynen yazıp tasdik etmeniz gerekir. Diyerek beni eleştiriyor ve bu yüzden bazı müteahhitler noterliğimize kızarak başka ilçelere gidiyorlardı.

 

Zaman içinde noterliğimizin çalışma sistemini öğrenen ve doğru çalıştığını gören arsa sahipleri benim noterliğimden bir başka noterliklere gitmemeğe başladılar. Sonunda prensiplerimizi ve ilkelerimizi öğrenen müteahhitler de bize uymak zorunda kaldılar. Şarköy de bulunduğum süre içinde yüzlerce Kat

406

karşılığı inşaat sözleşmesi yaptım. Hiçbir arsa sahibi mağdur olmadı ve bir şikayette duymadım. Bugün Şarköy de yapılmış bulunan tüm site ve binalarda benim emeğim var.

 

Şarköy de inşaat yapan her müteahhitle ilişkilerim oldu. Bunlar arasında çok iyi niyetli olanlar olduğu gibi çok kötü niyetli olanlar da vardı.

 

Oflu Mustafa müteahhitlerin en kıdemlisiydi. Uzun yıllarını bu işe vermesine karşın bir mal varlığı edinememişti. Oflu Mustafa nın arsa sahipleri ile bir sorunu olduğunda doğru bana gelir:

-Noterim !. Şu yaptığın sözleşmeleri yeniden bir inceleyebilir misin ? Bu inşaatta para kazanamadım. Acaba arsa sahibine karşı çıkarabileceğim bir niza tarafı bulabilir miyiz? Sizin yaptığın sözleşmeleri bu yönü ile beğenmiyorum. Bizleri arsa sahiplerine karşı koruyucu maddeler koymuyorsunuz. Ara sıra niza çıkaracak taraflar olsa bizlere karşı bu kadar acımasız olmazlar. Kazandığımızı hep arsa sahiplerine veriyoruz. Bir daha kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapmağa gelirsem biraz daha çürük sözleşmeler yap da sıkıştığımız zaman tutunacak dallarımız olsun, derdi.

 

Oflu Mustafa mız yıllarını hep Şarköy e harcadı. Emeğinin karşılığını alamadan hayata veda edip aramızdan ayrıldı.

 

407

Noter olarak çalıştığım yıllarda Şarköy de hızlı bir konutlaşma başlamıştı. Çok sayıda müteahhit yazlık konut üretip satıyordu. O yılların en karlı işi konut yapmaktı. Yalnız bu işte Şarköy yerli halkının bir etkinliği yoktu. Ne kadar konut yapan müteahhit varsa hemen hepsi başka yörelerden gelmiş yabancı kimselerdi. İçlerinde iki bini aşkın konut üreten firmalar da vardı. Bu kadar müteahhit kısa sürede şehir merkezinde bulunan arsaları bitirdiler; sahil köylerinde bile bina yapılacak güzel alanlar kalmadı.

İnşaattan anlayan anlamayan herkes bu işi yapınca benimde ilgimi çekti Bu işi yapanların büyük bir bölümü okuma yazma bilmeyen ve inşaattan anlamayan insanlardı. Ben de yavaş yavaş bu işin içine germek ve inşaat yapmak üzere araştırmalara girdim

İlk işim inşaatını tamamlayamayan bir müteahhitten iki yarım daire alarak inşaatı tamamlamak oldu. Bu ilk işimde pek zorlanmadım. Üstelik te bir miktar para kazandım. Daha sonra emlak alım satımlarına ve başka küçük inşaatlara girerek bazı işler yaptım.

İnşaat işi zor fakat zevkli bir işti. Uzun bir uğraşın sonucunda bir eser meydana getirmek gurur verici bir duygu yaratıyor insanda.

Şarköy de kazandığım paralarla o tarihlerde İstanbul Ataköy den iki daire satın almıştım. Bu dairelere İstanbul a yaptığım ilk yatırımlardı. O yıllarda Ataköy den daire almak çok zor bir işti. İnsanlar Ataköy den daire alabilmek için günlerce, gece- gündüz kuyruklarda bekliyor, sonunda bir daireyi zor alıyorlardı. .Bizim daire alışımızda

408

Türkiye Noterler Birliğinin çok büyük yardımları ve öncülüğü oldu. Emlak bankası ile anlaşarak noterlere her birisi 60 daireden oluşan dört blok ayırttırdı. Sonra da daireler isteyen noterlere satıldı. Çok meslektaşımız bu yolla daire sahibi olmuştu. Bizlere bu imkanları sağlayan Türkiye Noterler Birliği başkanımız olan Rasim Eyüboğlu na hepimiz şükran borçluyuz

 

Şarköy de yıllar o kadar çabuk geçmişti ki bir baktım sekizinci yılın içindeyim. Bu süre içinde Şarköy inşaat açısından bir patlama yaşamıştı. Sekizinci yıla doğru inşaat hız kaybetmeğe ve bazı müteahhitler işlerini yarım bırakarak kaçmağa başladılar.

İnşaatın hız kaybetmesi haliyle noterliğimizin işlerinin de yavaşlamasına neden oldu. Aslında böyle bir küçük şehirde sekiz yıl kalmak noter için fazla süreydi. Bu uzun süre içinde halkı ile karışıp kaynaşmış ve Şarköylü gibi olmuştum. İyi dostlar ve iyi komşular edindim. Hep burada kalamazdım.

Noterliklerde üst sınıflara geçmek daha avantajlı oluyordu. Şarköy noterliği üçüncü sınıf bir noterlikti. Burada dört yıl kaldıktan sonra sınıf değiştirmem mümkün olabiliyordu. Noterlikteki atama sistemi memurlarınki gibi olmadığı için hemen istediğin an istediğin noterliğe gidemiyordun.

Önce açık bir noterlik bulman ve o yer için müracaat edenler arasında en kıdemli durumda olman gerekiyordu. Aslında beşinci yılımı doldurduktan sonra açık olan birçok noterliğe müracaat etmiş olmama rağmen sekizinci yıla

409 kadar yerimi değiştiremedim. Bir ara Keşan noterliği içinde müracaatım olmuştu. Oraya atamam yapıldı, ancak Keşan daki noterliğin çalışma sistemini ve durumunu beğenmediğim için atama isteğimden vazgeçtim.

Bu yıllarda ailemiz için ilginç bir gelişme oldu. Büyük oğlumuz büyümüş ve evlenecek bir çağa gelmişti. Ailemize uygun bir gelin adayı arıyorduk. Tam o sıralarda bir arsa bakmak üzere Silivri ye gittim. Bana birkaç arsa gösterdiler. Gösterilen arsaların hiç birini de beğenmemiştim.

O yıllarda Silivri devlet hastanesinde Ali Keskin isimli bir öğrencimin röntgen teknisyeni olarak çalıştığını duyuyordum. Silivri ye gelmişken onu da ziyaret etmek üzere hastaneye gittim.

Yıllardır görmediğim öğrencimle hastanede karşılaştık. Biz geçmişe ilişkin anıları konuşurken Ali nin yanında sevimli ve güzel bir kız vardı. Ali kendi kızı olduğunu söyledi. Ali bir ara işi gereği yanımızdan ayrıldığında biz kızla kısa bir süre baş başa kaldık. O sıra karşılıklı bir sohbetimiz oldu. O anda içimde bize göre güzel bir gelin adayı diye düşündüm. Güler yüzlü ,sempatik,cana yakın hoş bir kızdı. İlk görüşte içimde ona karşı tarif edilmez bir sevgi doğdu. Ailesini tanımış olmam da bu konuda beni biraz cesaretlendirdi.

Silivri dönüşü tanıdığım bu cici kızı eşime ve oğluma anlatım. Onlara:

-Ben aradığım gelin adayımı buldum. Artık başka gelin adaylarına bakmağa hiç gerek yok. Siz de görseniz çok beğenecek ve seveceksiniz. En kısa sürede girişimimizi başlatalım ,dedim.

410

Eşim de oğlum da teklifimi doğal karşıladılar. Hızlı bir trafikle hemen olayın içine giriverdik. Önce aileler arasında durum konuşuldu. Sonra oğlumuz la gelin adayımız birbirlerini tanımak için bir araya geldiler. Kısa süre sonra nişan yüzüğümüzü takarak gelinimiz için ilk olumlu adımı atmış olduk.

Daha sonra düğün dernek derken gelin adayımız artık gelinimiz olmuştu.

Ailemiz için mutlu bir olaydı. Gelinimiz de anlayışlı ve akıllı birisi olduğu için kısa sürede biz ona o bize alıştı ve ailemizin tek neşe kaynağı oldu. Bugün de bu mutluluğumuz devam etmekte ve gelinimizi çok sevmekteyiz.

Noterliğimin sekizinci yılında Bandırma ve Havsa noterlikleri boşalmıştı. Her ikisi içinde nakil isteğinde bulundum. İkisine birden tayinim çıktı. Aslında aynı anda iki yere birden atama mümkün olmuyordu. Bakanlık ta farkına varamamış bu şekilde karışık bir durum ortaya çıkmıştı. Atama yazım gelince Noterler birliği ile görüştüm. Onlar bana:

-İki yerden hangisini istiyorsan oraya git. Gitmek istemediğin yer için vazgeçme dilekçesi ver,dediler.

Gidip her iki şehri ve atandığım noterlikleri gördüm. İş durumu bakımından biri birlerine yakındılar. Havsa Edirne ye bağlı bir ilçe Bandırma ise Balıkesir bağlı bir ilçeydi. Bandırma da bir büyük şehir havası gördüm. İmkanları Havsa ya göre çok daha iyi idi. Denizi vardı ve çevresi güzeldi. Yakınında bulunan Gönen kaplıcaları ve turistik bir merkez olan Erdek

411

tercihimi etkiledi. Bu nedenle tercihimi Bandırma dan yana kullanarak Havsa ya gitmekten vazgeçtim.

Beni Şarköy ye bağlayan ciddi bir sebep te yoktu. Sadece kendim için özel yazlık bir ev yaptırmıştım. Bunun dışında başka bir mal varlığım yoktu. Şehri sevdiğim için başka bir noterliğe gitsem de yazlık evimi elden çıkarmak istemiyordum. Bu nedenle ona dokunmadım. Hala bu yazlık evim durur ve yaz tatillerimi bu şehirde geçiririm.

Böyle bir sebep olmayınca insan bir yere bağlanamıyor. Oradaki yazlığımız bizi Şarköy e bağlı kılan bir bağ oldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

412

BANDIRMALI YILLAR

 

Yıl 1972. Artık yeni görev yerim olan Bandırma dayız. Noterlik mevzuatına göre burada iki yılımızı doldurmadan başka bir yere gitmemiz mümkün olamıyor. Bandırma noterliklerin sınıflandırılmasında ikinci sınıf bir noterlikti. İkinci sınıf noterlikte iki yıl çalışan bir noter birinci sınıf bir noterliğe gitme hakkını elde edebiliyordu. . Bu nedenle en iyimser tahminlerle üç yıl Bandırma dayız.

Bandırma da ikici sınıf üç tane noterlik bulunuyordu. Ben ikinci noterliğe atanmıştım. İkinci noterlik şehir merkezinde iyi konumda olan bir noterlikti. Diğer birinci ve üçüncü noterlerde bana hayli yakındılar. Her üç noterlikte şehrin merkezi bölümünde yer alıyordu.

Bandırma Şarköy e göre daha gelişmiş ve daha büyük bir şehirdir. Şarköy ün nüfusu on iki binken Bandırma nın nüfusu yüz binleri buluyordu. Bandırma çeşitli imkanları ile bir ilçeden çok bir il merkezi gibiydi.

Eti Bank ın büyük sanayi kuruluşları yanında özel sektörün de buraya büyük yatırımları olmuştu. Türkiye nin en büyük gübre fabrikası olan BAĞ FAŞ buradadır. Yine Türkiye nin en büyük tavukçuluk işletmeleri olan Banvit, Şeker Piliç ve Özsoy piliç tesisleri Bandırma nın sahip olduğu büyük kuruluşlardı.

Ayrıca yörede kurulmuş bulunan salça ve süt fabrikaları yöreye büyük bir ticari hareketlilik kazandırıyordu. Dokuzuncu Ana Jet Üssü nün merkezi Bandırma daydı.

413

Bandırma büyük ve modern bir de limana sahiptir. Bu imkanları ile Bandırma İl olmayı çoktan hak etmiş olmasına rağmen yetiştirdiği politikacıları yeterli derecede etkin olamadıkları için bu şansı yakalayamamıştı.

Bandırma ya bu ikinci gelişimdi. Yıllar önce bir duruşma nedeniyle gelmiş ve bir gün kaldıktan sonra dönmüştüm. Aradan geçen on-on iki yıllık bir sürede Bandırma fazla bir değişime uğramamış o ilk gördüğüm haliyle durur gibiydi. Ta o yıllardan beri Bandırma yı severdim. Kısmet bu kez de bizi buralara attı.

Bandırma yı tercih etmiş olmamdan dolayı isabetli bir seçim yaptığımı buraya geldikten sonra daha iyi anladım. Bandırma imkanları çok olan bir şehirdi. İstanbul a,Balıkesir e,Bursa ya hatta İzmir e yakın olması buranın önemini artırıyordu.

Şehre ilk gelişimde önce noter personelini tanıdım. Noterler hazır kuruluşlara geldiği için personel ve iş konusunda pek sorunlar yaşanmıyor.

O tarihlerde çok noterler bilgisayar sistemine geçmiş olmalarına karşın gittiğim noterlik hala daktilo ile çalışıyordu. Kısa sürede noterliği bilgisayarlarla donattım ve personele de kısa bir bilgisayar eğitimi verdikten sonra bilgisayarlı çalışmalarımız başladı.

Bilgisayara başlamakla diğer iki noterden daha farklı bir konuma geldik. Şehir halkı bizi bilgisayarlı noter olarak tanıdı. Bilgisayara geçmiş olmamız aynı zamanda müşteri kapasitemizin de artmasına neden oldu.

Bandırma da kısa sürede kendimi büyük bir dost ve arkadaş ortamı içinde buldum.

414

Hemşehrilerimin sayısı bir hayli fazla idi. Gürün ün yalnız Mahken isimli bir köyünden göç edip Bandırma ya yerleşmiş bulunan atmıştan fazla aile vardı. Ayrıca memur olarak gelmiş bu buraya yerleşmiş hemşehrilerimin sayısı da az değildi.

Yapı Kredi Bankasından Mesut Canbay, Ortaokul öğretmeni Mehmet Karataş, yine öğretmenlerden Vahit Ak,öğretmen lisesinden sınıf arkadaşım olan İsmail Köksal çok sıkı ilişkilerimizin olduğu en yakın dostlarım ve hemşehrilerimdi.

Noterliğimiz bir pasajın üçüncü katında küçük bir han odasındaydı. Çalışan dört personelim vardı. Personel uzun yıllardan beri aynı noterlikte çalıştıkları için işlerini bilen, iyi ve çalışkan kimselerdi.

Geldiğimde herhangi birini çıkarmayı ve yerine yenilerini almayı düşünmedim. Yalnız başkatibimin biraz sinirli bir yapısı vardı. Bu huyu benim prensiplerime uymuyordu. Ben kavgadan yana olmayan sakin insanlarla çalışmayı seviyordum. Müdahale ve telkinlerimle kısmen olsun zaman içinde biraz değiştiyse de istediğim duruma gelmedi. Çalışkan ve becerikli olması nedeniyle bazı kötü davranışlarını hoş karşılıyordum.

Kulüp hayatım ve eğlenceye düşkünlüğüm olmadığı için daire huzur bulduğum bir yerdi. Memurlarla beraber işyerine gelir ve onlarla birlikte işyerinden ayrılırdım. Sorunsuz bir noterlikti.

Baştan adliye çevresi olmak üzere hemen herkesten yakın ilgi gördüm. Öğretmen kökenli

415

olduğumu öğrenen eğitim çevresi de hep yanımda yer aldı. Özellikle hemşehrim olan öğretmen arkadaşlarımın eğitim camiası ile tanışmamda büyük rolleri oldu. Çevrem genişledikçe işlerim de çoğalıyor ve daha iyiye gidiyordu.

Bandırma daki büyük şirketler noterliğimizin müşterileriydi. Özellikle Banvit piliç noterliğimize çok iş sağlıyordu. Zaman içinde Banvit in sahipleri ve personeli ile aramızda iyi ilişkiler oluştu. Benim şiire karşı yakın bir ilgim olduğu için Banvit e şiir cümleleri şeklinde reklam sözleri yazıyordum. Yazdığım sözlerin bir bölümü Banvit tarafından reklam olarak kullanılmıştı.

Bandırma nın Etibank tesislerinde ise çok yakın tanıdığım bir dostumun damadı çalışıyordu. Onun vasıtası ile Etibankı tanıma imkanlarımız oldu. Hasan Karaalioğlu eski yıllarda Sivas tan Türkiye İşçi Partisi millet vekili adayı olan Halis Kılıçkaya nın damadıydı. Halis Kılıçkaya yı TİP millet vekili adayı olduğu yıllarda tanıyordum. Aday olarak Gürün e geldiği yıllarda ben de Gürün lisesinde öğretmendim. Halis Bey fikir olarak bizlerin paralelinde olduğu için ona siyasi çalışmaları sırasında Gürün de büyük yardımlarım olmuştu.

O yıllarda TİP lileri halk komünist olarak kabul ediliyor ve tehlikeli görüyorlardı. Halis Bey Gürün e geldiğinde kimse ona yaklaşamıyor ve konuşmaktan korkuyorlardı. Halis Beye yaklaşmak ve onunla dost olmak şehirde komünistliği kabul etmek gibi yorumlanıyordu.

Halis Bey Seçim çalışmaları için Gürün e geldiğinde benden başka ona yardımcı olan yoktu.

416

Kirayla bile bir seçim bürosu için yer bulamamıştı. Şehirdeki adı kominist Halis ti. Sevimli,cana yakın bir halk adamı olmasına rağmen sırf fikirlerinden dolayı kimse ona yaklaşmağa cesaret edemiyordu. Benim yardımlarımla, bacanağım olan Tahsin Özdeğer in dükkanlarından birisini seçim bürosu olarak kiralamıştık.

Halis Beyin in seçim çalışmaları süresince en yakın arkadaşı ve yardımcısı ben oldum. Halis ağabeyimiz bu iyiliklerimizi unutmamış olacak ki Bandırma da bulunan kızı Türkan Hanıma ve damadı Hasan Beye :

-Ziya Bey e aşırı derecede ilgi gösterin. Ben sizden bir ilgi beklemiyorum. Bana göstermeniz gereken ilgiyi Ziya Beye gösterirseniz beni mutlu edersini, demiş.

Halis Ağabey nin bu yakın ve dostça ilgisi bize iki dost kazandırdı. Kızı Türkan hanım ve Damadı Hasan bey Bandırma da en yakın dostlarımızdı. Hiçbir zaman unutamadığımız bu dostlarımız bugün de anılarımızda bütün canlılığı ile yaşar dururlar. İlişkilerimiz halen devam ediyor ve sık sık görüşüyoruz.

Bandırma öyle sosyal etkinlikleri, zengin eğlenceleri ve renkli gece hayatı olan bir şehir değildi. Gece yaşamı saat yirmilerde son bulur. Memurların mesaiden sonra tek uğrak yerleri Bandırma şehir kulübüydü. Memurların bu kulüpten başka zaman geçirecekleri eğlence yerleri yoktu.

Diğer bir eğlencemiz de sık sık Gönen yada Erdek e gitmek olurdu. Gönen kaplıcaları ile tanınan bir ilçemiz olduğu için kaplıca ihtiyacımızı

417

buradan karşılıyorduk. Deniz e girmek içinde en güzel yer Erdek idi. Güzel plajları ve güzel çay bahçeleri turistlerin çok ilgisini çekiyordu. Turizm mevsiminde küçük Erdek bir il oluverirdi. Yüz binleri bulan nüfusu ile neşeli ve hareketli bir tatil beldesi haline dönerdi. Deniz mevsiminin bitmesi ile Erdek in o neşeli ve canlı havası birden bire yok olur Erdek bir köye dönüverirdi.

Bize Erdek i sevdiren Muzaffer Özen isimli eski bir dostumuz oldu. Bu dostumuzu ta Gürün de çalıştığımız yıllarda tanıyorduk. O yıllarda Gürün de mal müdürlüğü yapıyordu. Gürün den buraya naklettikten sonra bir süre de bu ilçede çalışmış ve sonra emekli olarak ilçeye yerleşip kalmıştı. Her gidişimizde mutlaka ziyaret eder eski anıları yeniden yaşardık. Oğlu da Gürün lisesinde benim öğrencimdi. Bu nedenle de aramızda özel bir dostluk oluşmuştu.

Gündüzleri genelinde işyerimde olur personele yardım ederdim. Noterlik daireleri iş bakımından hareketli yerler olduğu için günler iyi geçerdi. Gelen müşterilerle tanışmak yeni dostlar edinmeme neden oluyordu. Noterliğimize gelen müşterilerimden bir tanesini hiç unutamıyorum.

Bir gün işyerimde çalışırken özel işleri nedeniyle daireye yaşlı iki bayan gelmişti. Onlara hürmet göstererek oturup dinlenmelerini ve çay içmelerini söyledim. Bir yandan da başka bir müşterinin işini yapmağa çalışıyordum. Personel arkadaşlarımız bu iki bayanın işini yapmağa çalışırken ben de o ikisi arasında geçen bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Bayanlardan bir tanesi diğerine:

418

-Ben bu noterde bir öğretmen kişiliği görüyorum. Sanki bu öğretmenlik yapmış birisine benziyor. Dikkat ediyor musun davranışlarına? Müşterilerine öğrencilerini çok seven bir öğretmen edası ile yaklaşıyor ve gelen her müşteriyi güler yüzle karşılıyor. Hareketleri yumuşak ve çok sakin bir insan, diyerek hakkımdaki görüşlerini yanındaki arkadaşına anlatıyordu. Aramız çok yakın olduğu için konuşmaları duyuyordum. Hemen sözlerinin arasına girdim:

-Hanım efendi sizleri kutlarım !.. Evet ben öğretmenlik yapmış bir kimseyim. Nasıl anladınız bu özelliğimi ? diye sorunca :

Güzel bir kahkaha attı. Sonra da :

-Bende emekli bir öğretmenim. Mesleğimizin kazandırdığı bir ön sezi, bana bu intibayi verdi. Öğretmen, bir insan mimarıdır. İnsanları öğretmenlerden daha iyi tanıyan olmaz. Sizin her davranışınızda mesleğimizin o asil özelliklerini gördüm. Öğretmen bir kişi olduğunuzu yüzünüzde ve bakışlarınızda okudum. Bu da benim özelliğim, diyerek işlerini bitirdikten sonra bizlerle vedalaşıp ayrıldılar.

Bandırma da ki en iyi arkadaşlarımdan biri de Mehmet Tüm idi. Aramızdaki yakınlık önce dostluğa sonra da ortaklığa dönüştü. Kendisi bir süre öğretmenlik yapmış, bir süre yurt dışında işçi olarak çalıştıktan sonra Bandırma ya yerleşip kalmış bir arkadaşımdı.

Arkadaşın inşaatla ilgilendiğini bildiğim için bir gün kendisine birlikte inşaat yapmak üzere bir öneri götürdüm. O sırada da Bandırma nın en iyi mahallesi olan Hacı Yusuf Mahallesinde bir

419

doktor arsasını satılığa çıkarmıştı. İnşaat yapılabilecek güzel bir arsaydı. Mehmet Tüm e bu arsayı birlikte almamızı söyledim. O da arsayı beğenince birlikte satın aldık ve ortak bir inşaat başlattık. Eskiden beri inşaata ve taşınmaz mala karşı bir ilgim vardı. Böyle bir tesadüf beni yeni bir maceraya sürükledi.

On altı daireden ibaret olan bu inşaatımız bir yıl içinde bitti. Oldukça modern ve güzel bir inşaat yapmıştık. Dairelerimiz kısa sürede satıldı ve para da kazandık. Bu arada ticari amaçlı birkaç daire daha alıp satarak emlak piyasasına da girmiş oldum. Emlakin her devirde iyi bir yatırım aracı olduğuna inanıyordum. Bu nedenle yatırımlarım hep emlake oldu ve aldığım her emlak bana noterden kazandığım paradan daha çok para kazandırdı.

Bandırma dayken ailemize yeni bir bebek geldi. İlk torunuz olan sevgili Jülide İstanbul da hayata merhaba dedi. O küçücük bebek yıllar sonra tatlı ve hanım bir kız olarak en tatlı varlığımızı oluşturdu. Şu an Kültür Kolej inde okuyor. Çalışkan ve başarılı olduğu için gelecek açısından en büyük umudumuzdur.

İki yıl kalmak üzere geldiğimiz Bandırma da beş yılımız dolmuştu. Bandırma aslında yerleşmek istediğim şehirlerin başında geliyordu. Hem büyük şehir havası vardı hem de küçük şehir. Aradığımız her imkana sahip bir şehirdi. Bursa ya ve İstanbul a da çok yakındı. Ancak ikliminin çok nemli olması sağlığımı olumsuz yönde etkiliyordu. Bu nedenle ayrılmayı düşünüyordum. Artık bizlerin gidebileceğimiz tek şehir İstanbul du. Oraya da

420

gerekli yatırımlarımızı yapmış ve kendimiz için bazı imkanlar hazırlamıştık. Büyük oğlumuz da İstanbul da evlenip orada çalıştığı için İstanbul a yerleşmek bize daha uygun geliyordu.

Bandırma daki beşinci yılımızın bitiminde İstanbul da boşalan noterlikleri takip etmeğe başladım. Bir ara çok sayıda noterlik boşalmıştı. Boş olan noterliklerin hemen hepsine de müracaat ettim. Sonunda şans bu kez de beni İstanbul 22.noterliğine taşıdı.

Artık Bandırma dan ayrılma zamanımız gelmişti.

Son günlerimizde Bandırmalı dostlarımız ve hemşehrilerimiz bizi yalnız bırakmadı. Bir akşam bizler için düzenlemiş oldukları veda yemeğinde son kez dostlarla bir araya geldik. Bundan kısa bir süre sonra da İstanbul daki yeni görevimize başlamak üzere çok sevdiğimiz Bandırma dan ayrıldık.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

421

İSTANBULLU YILLAR.

 

Tarih 26.haziran.1996 . Artık İstanbul dayız. İstanbul, yerleşmek için çok istekli olduğumuz bir şehir değildi. İstanbul dan çok yerleşmek için İzmir i tercih ediyordum. Beş yıl İzmir de kalınca orasını da sevmiş ve benimsemiştik. İzmir de bir de evimizin olması orasını daha cazip hale getiriyordu.

Noterlik açısından İstanbul daha cazip olmasına rağmen nakillerde İzmir tercih edilen bir ildi. Bu nedenle İzmir merkezinde boşalan noterlik bulmak güç görünüyordu. Boşalan bir yer olsa da daha kıdemli noterler burayı tercih ettikleri için bana sıra geleceğini sanmıyordum.

Ben noterliğe avukatlıktan emekli olduktan sonra başladığım için kıdem olarak çoğu meslektaşımın gerisindeydim. Noterlikten emekli olmam için de altı yıllık bir sürem kalmıştı. Bu son altı yılımı büyük bir şehirde geçirmeyi düşünüyordum. İzmir olmayınca bizim için cazip ikinci il İstanbul du.

İstanbul u gelmeden önce de yeteri kadar tanıyordum. Ailemizin büyük bir bölümü yıllar önce İstanbul a gelip yerleşmişlerdi. Onların ve çok sevdiğim bazı arkadaşlarımın burada olması İstanbul seçmemizde önemli bir etken oldu. Yıllar önce buraya gelebileceğimiz ihtimalini düşünerek evler de satın almıştık. İstanbul da evlerimizin olması diğer bir tercih nedenimiz oldu.

Yeni görev yerim İstanbul 22.Noterliği idi. Bu noterlik Unkapanı nda plakçılar ve kasetçiler çarşısı olarak adlandırılan İMÇ bloklarında faaliyet gösteriyordu. İstanbul un çok eski

422

noterliklerinden birisiydi. Geldiğimde noterlikte altı personel çalışıyordu. Hepside yetişmiş işini iyi bilen elemanlardı.

İstanbul a gelir gelmez kendimi müzik piyasası içinde buldum. Çalıştığım noterlik ses sanatçılarının ve kaset yapımcı firmaların toplandığı bir iş merkezinde yer alıyordu. Bazı ses sanatçılarının da han içinde büroları ve dükkanları vardı. Kaliteli ve güzel bir semtti.

Noterliğimizde yapılan işlerin ağırlığını sanatçılar ve kasetçilerle yapılan işlemler oluşturuyordu. Noterliğimiz, sanatçıların bir alışveriş merkezi durumundaydı. Eserini satmak isteyen her sanatçının ilk uğrak yeri noterliğimiz oluyordu.

Müzik piyasasında dört ayrı esnaf gurubu faaliyet göstermekteydi. Kaset yapımcı firmalar,ses sanatçısı olan icracılar, bestekarlar ve söz yazarları. Bu işte esas parayı kazanan kaset yapımcı firmalarıydı. Tüm profesyonel ve amatör sanatçılar kaset firmaları arasında pay edilmişti. Her sanatçı bir kaset firmasına bağımlı olarak çalışıyordu. Kasetçi firmalarına bağımlı olarak çalışmayan sanatçılar da vardı. Ancak onların sayısı yok denecek kadar azdı.

Kaset yapımcı firmalardan sonra para kazanmada ikinci sırayı ses sanatçıları alıyordu. Özellikle profesyonel ses sanatçıları müzik dünyasının vazgeçilmezleriydi. Müzik piyasasını yönlendiren ve renklendiren bu sanatçılardı. Her devirde de böyle olmuştur. Bunlar uzun yıllar bu piyasanın içinde bulundukları için kolay kolay kaset yapımcı firmalara yem olmuyorlardı.

423

Amatör ses sanatçılarının konumu farklıydı. Bunlar kendilerini kanıtlayıncaya kadar kaset firmalarına bedava çalışmak zorunda kalıyorlardı. Amatör sanatçının arkasında bir kaset firması yoksa o sanatçının piyasada tutunması olanaksızdı. En gariban durumunda olan sanatçılar bunlardı. Bu sanatçılar çoğu kez kasetinin yapılması için kaset firmalarından para almak bir yana kasetin yapım masraflarını da kendileri yüklenmek zorunda kalıyorlardı. Sponsor bulamayan bir amatör sanatçının bu piyasada yer alması ve tutunması olanaksızdı. Bu konumdaki yeni ses sanatçıları işin hukuki ve teknik yönlerini bilmedikleri için çoğu kez kaset yapımcı firmalara yem oluyorlardı. Bu nedenle Unkapanı na sanatçılar “Kurt Kapanı” adını takmışlardı. Kurtlara kapılıp yok olan çok sayıda sanatçı hatırlıyorum.

Yeni bir sanatçının kaset yapması oldukça güç bir iştir. Bu iş önce sermaye sonra da organize bir emek ister. Bu işin içinde farklı guruplar yer aldığı için her gurubu iyi tanımak gerekir. İyi bir teknik organizatör olmadan kasete başlamak hata olur. Ne kadar çok saz kullanılırsa kaset o derece kaliteli çıkar.

Kaset yapımı konusunda noterliğimize düşen görev taraflar arasında sözleşme düzenlemek ve bu sözleşmeleri onaylamaktı. Noter olarak piyasanın her gurup esnafı ile ilişkilerimiz oluyordu.

Bu kadar geniş sanatçı kitlesini tanımak aslında hoş bir duygu idi. Sanatçılara ve sanata hiçbir zaman bu kadar yakın olmamıştım.

424

Sanatçıların kasetlerini dinlerken,şairlerin sözlerini okurken müziği ve şiiri daha çok sevmeğe başladım.

Sanatçılar duygu yüklü insanlar oluyor. Sahnelerde yada televizyon ve radyolarda izlediğimiz gibi değiller. Uzakta iken insan sanatçıları farklı görüyor ve kavuşulması zor insanlar olarak düşünüyor. Genelinde son derece mütevazı ve sevecen kimseler oluyorlar. Dış dünya ile ilişkileri kopuk olduğu için çokları onları kolayca sömürüp aldatabiliyor.

Sanatçıların piyasa koşullarını öğrenmeleri uzunca bir zaman alır, sanatlarının değerini anlayıncaya kadar hep kasetçiler için çalışırlar. Bir sanatçının kendisini kanıtlayabilmesi için uzun yıllar çalışması gerekir. Genellikle yoksul çevrelerden gelen amatör sanatçılar uzun süre varlık gösteremiyor ve bir kasetçinin desteği olmadan da varlıklarını kanıtlayamıyorlar.

Korsen kasetçilik bugün hem yapımcı firmaları hem de ses sanatçılarını çok mağdur etmektedir. Büyük emek ve masraflarla hazırlanan kaset ve CD ler daha piyasaya çıkmadan ya da piyasaya çıkar çıkmaz kopyalanmakta ve çok ucuz bir fiyatlarla satılmaktadır. Korsan dediğimiz bu kasetler nedeniyle sanatçılar mağdur duruma düşmekte ve kendi kasetlerini satamamaktadırlar.

Telif hakları yasasının bu haksız rekabete gücü yetmediği için müzik piyasası büyük sıkıntı içindedir.

İşim gereği sürekli sanatçılarla iç içe olunca sanata karşı daha çok ilgi duymağa başladım. Söz yazarları eserlerinin çalınmaması için yazdıkları

425

şiirleri onaylatmak üzere noterliğimize getiriyorlardı. Eskiden beri şiiri sevdiğim için onaylatılmak üzere noterliğimize getirilen tüm şiirleri okuma fırsatım oluyordu. Bize onaylatılmak üzere getirilen sözler daha çok şarkı ve türkü sözleriydi. Gelen şiirleri okudukça ben de şiir yazabileceğimi anladım. Yazdığım ilk birkaç denememi bestekar dostlar bestelemeye kalkınca söz yazarlığına ilgim daha da arttı.

Şiirle müziğin birleşmesindeki güzelliği ilk defa kendi şiirlerimde yaşadım. Bir iki yıl içinde yüzlerce şiirim oldu. Zaman içinde şiirlerim bir kitap haline gelecek kadar çoğalınca bastırdım. Şiirlerimin tamamı “Yare Doğru” isimli kitabımla yayın hayatına girdi .

Sanatçıların noterliğini yapmak onların bu özelliğini bana da bulaştırdı. Eskiden de istediğim zaman şiirler yazabiliyordum. Bu gün ki şiirlerimin kalitesinde olmasa da bazı deneyimlerim olmuştu. Şiir yazma konusundaki yeteneğimi sanatçıların noteri olunca anladım.

İstanbul un bana kazandırdığı en büyük değer, hazırlamış olduğum bu eser oldu. Şiirlerimde genelinde aşkı ve sevdayı işledim. Lirik ve akıcı olan şiirlerimin bir bölümü değişik bestekarlar tarafından bestelenmiş olup kaset çalışmaları devam etmektedir. Kasetlere giren şiirlerim de oldu.

Noterliğe başlamamdan kısa bir süre sonra büyük gelinim olan Filiz i de yanıma aldım. Filiz in noterlikte çalışmaya başlaması işlerimi biraz daha kolaylaştırmıştı. Kısa sürede işi kavradı ve kendisini diğer personele kabul ettirmeyi başardı.

426

Benim olmadığım zamanlarda noterliğe sahip oluyor ve işlerin düzenli bir şekilde yürümesini sağlıyordu. Daha sonraki yıllarda benden önce aynı noterlikte çalışmakta olan Hacire isimli kızı da ikinci oğlumuza gelin olarak alınca noterlikte iki gelinim ve iki iyi personelim olmuş oldu.

Meslekteki son yıllarım gelinlerimle çalışarak geçti. Diğer çalışan elemanlarımda son derece çalışkan ve saygın insanlardı. Herhangi bir eleştiriye muhatap olmamak için canla başla çalışıyor ve görevlerini titizlikle yapıyorlardı.

Personelimizin uyumlu ,müşterilerimizin seçkin insanlardan oluşması nedeniyle sıkıntılı günler görmedim. Her gün bir önceki günden daha neşeli ve daha iyi geçiyordu. Tüm personelin sanatçılarla ve diğer müşterilerle ilişkisi iyi olduğu için bir sorun yaşanmıyordu. Yıllarca aynı işyerinde çalıştıkları için personelin tanımadığı sanatçı yoktu. Personelin müşteriyi tanıması çalışmalarımız açısından kolay oluyordu.

Çok neşeli ve esprili müşterilerimiz vardı. bizlere neşeli ve iyi anlar yaşatıyorlardı. . Dairede bizlere şiir okuyan, şarkı söyleyen, saz çalan müşterilerimiz eksik olmazdı. En neşeli müşterimiz Azer Bülbül dü. Bir iş için noterliğimize geldiğinde şarkı okutmadan kendisini bırakmazdık. O da bizleri hiç kırmaz hemen o anda şarkıları ile bizlere neşe verirdi.

Halk şairlerimizden Şahballı dostumuzdan da güzel şiirler dinlerdik Zaman zaman kendi yazdığı ve bestelediği şiirlerini bizlere okur ve söylerdi. Diğer birçok sanatçımızın da sazını, sesini dinleyemedik ama bol bol sohbetlerimiz olurdu.

427

Genelinde isim yapmış profesyonel sanatçılar noterliğimize nadiren gelirlerdi. Biz onların işlemlerini noterlikte tamamlar imzalarını almak üzere ya bürolarına ya da çalıştıkları plak şirketlerine giderdik. Amatör sanatçıların işleri genellikle noterlikte imzalanır ve bitirilirdi.

Profesyonel sanatçılarla tanışmak için bazen personelin işlerinin yoğun olduğu zamanlarda imza almak üzere gittiğim günler olurdu. Bir defasında Müslüm Baba ya Ben gitmiştim.

O zaman Bakırköy de bir yerde oturuyordu. Bir şarkısını plak şirketine sattığı için düzenlemiş bulunduğumuz satış sözleşmesine imzasını almak üzere plak şirketi temsilcisi ile birlikte evine gittik. Kapıda bizleri Müslüm Baba karşıladı. Üzerinde bir şort ve siyah bir kazak vardı.

Bizleri salona aldı, tek tek elimizi sıktıktan sonra ziyaretimizin nedenini açıkladım ve önceden hazırlamış bulunduğum sözleşmeyi kendisine uzatarak okumasını ve imzalamasını istedim.

Sözleşmeyi birkaç kez okudu. Sonra da hanımı Muhterem Nur u çağırarak sözleşmeyi okuması için O na verdi.

Muhterem Nur da birkaç kez sözleşmeyi okudu. Her ikisi de yapılan sözleşmeyi anlamamışlar gibi davranınca ben tekrar bir açıklamada bulundum. Muhterem Nur:

-Her halde sakıncalı bir durum yok. Müslüm sözleşmeyi imzalayabilirsin ,dedi.

Müslüm Baba o soğukanlı ve durgun haliyle biraz da tereddüt göstererek sonunda sözleşmeyi imzalayarak bize verdi. Bu kadar korkmalarına ve çekinmelerine bir anlam veremedim. Daha önceki

428

yıllarda sanırım şarkılarını satarken problemler yaşadığı için bu şekilde davranıyordu .

Müslüm Baba ve eşi Muhterem Nur un son derece mütevazi bir yaşantıları olduğunu gördüm. Yaşadıkları ev her yönü ile sade bir vatandaşın yaşadığı evden farksızdı.

Başka bir günde yine bir iş bahanesi ile Sezen Aksu nun evine gitmiştim. Ulustaki villasında oturuyordu. Yanında da Yonca Evcimik vardı. Bizleri gayet iyi karşıladı ve evinin alt katında bulunan küçük bir salonunda kabul etti. Gittiğimiz yer iş yeri miydi evi miydi bilemiyorum. Salona oturmak için konulmuş üç adet çekyatın dışında başkaca bir mobilya yoktu.

Sezen Aksu gibi çok para kazanan bir sanatçının kaldığı yeri çok daha farklı düşünüyordum. O mütevazı yaşantısı bende hayal kırıklığı yarattı. İlk karşılaştığımda o sahnelerde gördüğüm Sezen Aksu ya da pek benzetemedim. Sanatçılar özel yaşamlarında başka bir kimlik sergiliyor sahnelerde ise daha başka görünüyorlardı. Bizim evinde gördüğümüz Sezen Aksu gerçek Sezen Aksu idi. Ufak tefek,güler yüzlü ,esprili ve sevimli haliyle karşımızda oturuyordu.

Ben kendisine bir şarkısının plak şirketine satımı ile ilgili sözleşmeyi imzalatmak için geldiğimi söyleyerek ,hazırlanmış bulunan sözleşmeyi okuması için kendisine uzattım.

Sözleşmeyi okumak gereğini bile duymadan :

-Olayı biliyorum,diyerek sözleşmeyi imzaladı.

Ben kendisine:

 

429

-Sezen Hanım kimlik bilgileriniz lazım olacak,yanınızda bir kimliğiniz varsa alabilir miyim ? dediğimde:

-Ben de o kadar çok kimlik var kı hangisini vereceğimi bilemiyorum. Evlenip ayrıldığım adamlar zamanında almış bulunduğum kimliklerin hepsi de duruyor. Siz yine son eşimin soyadı olan “Utku” soyadımı yazın ,diyerek espri yaptı.

İmzasını aldıktan sonra vedalaşıp ayrıldık Yonca Evcimik te yanında olduğu için bu şekilde onu da tanımış oldum.

Bayanların makyajlı halleri ile makyajsız halleri birbirine hiç benzemiyor. Yonca Evcimik i sahnedeki o göz alıcı giysileri ile tanıdığım için sade hali gözlerime hoş görünmedi. Sezen Aksu da sahnede göründüğünden daha farklıydı. Şarkı söylerken hep ciddi görünen Sezen Aksu özel yaşamında çok neşeli görünüyordu. Karşımda konuşurken hep gülümseyen ve durmadan espri yaban bir Sezan Aksu vardı. Televizyonlarda sanatçıların boyları konusunda da insan yanılgıya düşüyor. Normal, hatta normalin üstünde bir boya sahip olduğunu sandığım Sezen Aksu ufacık tefecik hanım.”Minik Serçe” benzetmesi O nun için çok uygun seçilmiş bir benzetme. Her haliyle kibar ve sevecen bir görünüm vardı. Televizyonlarda gördüğüm o kalın dudakları Sezen Aksu nun yüzlerinde göremedim. Ufacık ve incecik dudaklar kendisine sanki daha güzel yakışmış gibi geldi bana. Evdeki Sezen Aksu sahnedeki Sezen Aksu dan çok daha farklıydı. Ben Evdeki Sezen Aksu yu daha çok sevdim ve daha çok beğendim.

 

430

İşimiz gereği sanatçıların büyük bir bölümü ile şahsen tanışma imkanlarım oldu. Noterliğimize gelen her sanatçıya gerekli ilgiyi gösterir ve onlarla ilgilenirdim. Genelinde sanatçılarla bir sorunum olmadı. Selda Bağcan ile küçük bir sorun yaşadık. Noterlikten ayrıldıktan sonra da Erkin Koray benim dönemimde yapılmış bulunan bir işlem nedeniyle beni şikayet etti. Yargılama sonunda Erkin Koray haksız çıkınca olay kapandı.

Noterlikte en güzel yıllarım İstanbul da geçti ve noter olmanın avantajlarını en çok burada yaşadım. İstanbul noterlerin en yoğun olduğu ilimizdir. İki yüz yirmiyi aşkın noter arkadaşımız burada çalışmaktadır. İstanbul da noterler arasındaki dayanışmayı sağlayan ve mesleki sorunlarda noterler yardımcı olan bir de noter odası bulunmaktadır.

Noter odası noterlere en yakın olan meslek örgütüdür. Bu örgütün üstünde bir de Türkiye Noterler birliği bulunmaktadır. Gerek noter odası gerekse Türkiye Noterler Birliği noterlerin bir evi ve ikinci bir mekanı gibidir. Bakanlıkla ilişkilerimiz ,noterlerin sorunları bu örgütlerimiz vasıtası ile yürütülürdü.

Türkiye noterler Birliği güçlü bir kuruluştur. Politik bir yönü yoktur. Yasamız da noterler birliğinin ve noterlerin politika ile uğraşmalarını yasaklamıştır. Bu nedenle hiçbir devirde politikacılar noterlerin işlerine karışmamış, siyasi iktidarlarla noterler arasında hep barış havası yaşanmıştır.

Türkiye noterler Birliği örgüt olarak güçlü olduğu gibi ekonomik bakımından da güçlüdür.

431

Teftişimizi yapan Bakanlık müfettişleri Noterlik müessesesini örnek alınması gereken bir kuruluş olarak görürler. Torpilin, rüşvetin, haksızlığın yer almadığı tek kuruluş noterliktir. Bu nedenle noterlik toplum içindeki saygın yerini hep korumaktadır.

Türkiye genelinde noterler geniş bir aile gibidir. Herkes bir birini sever ve sayar. Aralarında önemli sorunlar yaşanmaz. Örnek bir dayanışma içindedirler.

Noterlerin sık sık bir araya gelmeleri bu tür yakınlaşma ve kaynaşmalarda önemli rol oynamaktadır. Gelenek haline gelmiş eğlencelerimiz ve toplu yemeklerimiz eksik olmaz yılda en az bir kez bu tür etkinlikler tekrarlanır. Bu vesile ile İstanbul un en lüks otellerini ve yemek salonlarını tanıma fırsatımız oldu. Ailecek katıldığımız yemekli toplantılarda hep lüks otellerin yemek salonları seçildiği için İstanbul u daha çok noterliğim sırasında tanıdım. İsmini duyup ta gitmediğim güzel bir mekan hemen hemen kalmadı.

Noter Odasının öncülüğü altında yurt içi ve yurt dışı gezilerimiz de olurdu. İlk yurt dışı gezilerine noterliğim döneminde çıktım. İlk gittiğim yabancı ülke Belçika ve Fransa oldu.

Belçika da Lüksemburk u , Fransa da ise Paris i ve Dizleylant ı gördüm.

Lüksemburk Belçika nın başkentidir.Bir milyon kadar nüfusu olan bir şehir. Şehri düşündüğüm kadar güzel bulmadım. Öyle büyük ve gösterişli binaları yok. Sıradan binalar ve

 

432

caddeler… Şehir trafiği son derece rahat. En

dikkatimi çeken husus sürücülerin yayalara karşı çok saygılı davranmalarıydı. Caddenin bir tarafından diğer tarafına geçmek için bekleyen bir yaya gördükleri zaman sürücüler hemen araçlarını durduruyor ve yayaya yol veriyorlar.

Caddeleri en çok renklendiren kimseler genelinde zenciler oluyor. Bu ülkede çok sayıda zenci var. Sokaklarda zenciler gurup halinde müzik yaparak halktan para topluyorlar. Bu şehirde gördüğüm tüm zenciler son derece çirkin bir yüz yapısına sahiptiler. Diğer yerlerde ve televizyonlarda bile böyle zenciler görmemiştim. Bunlar Belçika nın sömürgesi olan bir Afrika ülkesinden gelmiş olabilirler.

Lüksemburk çok turist çeken şehirlerden birisidir. Nato teşkilatının ve bazı uluslar arası kuruluşların burada yer alması turist gelmesine neden olmaktadır.

Şehrin gece hayatı çok rahat değil. Zencilerin yoğunlukta olduğu caddelere geceleri girmek tehlikelidir. Bu tür caddelere giren turistlerin soyulduklarını ve bıçaklandıklarını anlattılar. O nedenle şehrin gece hayatını pek göremedik.

Yabancı dil bilmemenin sıkıntısını ilk kez bu şehirde yaşadım. Yanımda eşimde vardı. Yemek yiyecek bir lokanta arıyorduk. Batı ülkelerinde öyle bizim ülkemizde olduğu gibi lokanta bulmak pek mümkün olmuyor. Onlar genelinde Fes Fut tipi yerlerde pizza yada hamburger gibi yiyeceklerle besleniyorlar.

Şehirde lokanta aramak için gezerken kızarmış tavuk satan küçük bir yer gördük. Lisan

433

bilmediğimiz için isteklerimizi işaretlerle anlatmak gerekiyor. Büfedeki görevliye kızarmış tavuğu işaret ederek yarım tavuk istediğimi anlatmak istedim. İşaretlerimden yarım tavuk istediğimi anladı. Görevli tavuğu kesip tezgahın üzerine koyduktan sonra kendi lisanı ile bana bir şeyler anlatmak istiyor ben de anlatılanları anlamadığım için adamın yüzüne bakıp duruyorum. Görevli bir hayli konuştu ve anlatmak istediği hususu bana anlatamayınca o da sustu ben de. Lisan bilmemenin sıkıntısını ilk kez burada yaşadım. Bu arada yanıma yaklaşan bir garson Türkçe olarak:

-Ağabey buyurun ben yardımcı olayım ! dediğinde dünyalar benim olmuştu. Nerede ise adamı sarılıp öpecektim. Gayet güzel Türkçe konuşuyordu. Ama Türk olmadığını söyledi. Anadolu aksanı ile konuştuğu için Türk olduğundan emindim. Nedense Türk olduğunu kabul etmediği gibi bizimle de fazla ilgilenmedi.

Türkçe bilen garsondan öğrendiğime göre büfe görevlisi bana tavuğu büfe içinde mi yoksa dışarıda mı yiyeceğimi soruyormuş. Büfe içinde yendiği taktirde ayrıca yemek ücretine servis ücreti de eklendiği için fiyat değişik oluyormuş. Sonunda güçte olsa karnımızı doyurmayı başardık.

Şuna inandım ki her medeni insan mutlaka bir yabancı dil bilmelidir.

Bürüksel de öyle gezilip görülmeğe değer yerler görmedim. Belki vardı da tur rehberimiz bizleri götürmedi. İki gün şehri gezdikten sonra oradan karayolu ile Paris e geçtik.

Bürüksel den sonra Paris bize çok farklı göründü. Her yönü ile harika bir şehirdi. Şehirden

434

çok bir açık hava müzesine benziyordu. Her tarafı sanat eserleri ile süslenmişti. Yüzlerce-binlerce heykel, ve kabartmalar şehre değişik bir hava veriyordu. Bütün tarihi binaların ön cepheleri heykel ve rölyeflerle bezenmişti. Hayran bakışlarımı birinden diğerine gezdiriyor doyulmaz bir sanat müzesini geziyormuşum gibi hisse kapılıyordum.

Heykellerin süslemediği bir meydan ve cadde hemen hemen yok gibiydi. Caddelerin kesiştiği noktalara yerleştirilen büyük abideler şehre ayrı bir güzellik kazandırıyor ve insanda hayranlık duygusu uyandırıyordu

Birbirinden güzel tarihi eserleri seyretmekten çevremde olup bitenleri göremiyordum. Otelimiz Luvr müzesinin ve Noturdam kilisesinin hemen yanında olduğu için boş zamanlarımızda gezmemiz kolay oluyordu. Şansımızda o tarihlerde hem Luvr müzesi hem de Noturdam kilisesi kapalı olduğu için içlerini göremedik.

Noturdam kilisesi görülmeğe değer eşsiz tarihi eserlerden birisidir. Batı sanatının ve Hıristiyan kültürünün bütün inceliklerini bu eserde görmek mümkün.

Paris e giden her turist gibi bizde Paris in meşhur Eyiffel kulesini ,Fransız krallarının yaşadığı Versay Sarayını,dillere destan Dizleylant eğlence merkezini, Sen Nehrini, Sakrakör Tepesini Şanzalize Caddesini gezip görebildik.

Dizleylant Eğlence merkezi çocuklar için yaratılmış bir cennet sanki. Oraya adım atar atmaz insan kendisini bir masal dünyasının içinde

 

435

buluyor. Tüm binalar masallarda anlatılan

şekillerde dizayn edilmiş olduğu için harika bir görünüme sahip. Çocukların ilgisini çekecek tüm eğlenceleri burada yaşamak mümkün. Yetişkinlerden çok çocukların dünyasına hitabeden bir yer.

Sen Nehri Paris i boydan boya ikiye ayıran bir nehir. Nehrin üzerine yapılmış şehrin iki yakasını birbirine bağlayan çok sayıda köprüsü var. Her köprü farklı bir tarzda yapılmış olup hepsi de tarihi özellikler taşımaktadır. Sen nehri gezisinde bu köprüleri ve nehrin iki kıyısına dağılmış durumdaki çok sayıda tarihi binaları görmek mümkün oluyor. İstanbul Boğazının o harika güzelliklerini doyarak yaşamış olan bizler için Sen Nehri gezisi pek ilginç gelmedi. İki tarafı beton duvarlarla çevrili kanalın içinde köhne nehir motorları ile yapılan gezintinin güzel bir yanını göremedim.

Paris in gece manzarasını görebilmek için Sakrakör Tepesinde bir bira içmek gezinin en ilginç yönlerinden birisiydi. Burası küçük meyhaneleri ve çay salonları ile İstanbul un ara sokaklarını andırıyor. Tek kişilik küçük masalarda biranı yudumlarken sokak ressamları üç beş dakikanın içinde karikatürünüzü çizerek size verebiliyor.

Sakrakör de bakıldığında Paris bir ışık denizini andırmatadır. Eyfel kulesinin ve o tarihi yapıların gece görüntüleri Parisi daha görkemli hale getiriyor. Göze batan hiçbir çirkinlik yok gibi. Tüm binalar aynı yükseklikte ve aynı renk

 

336

boyalarla boyanmış durumda… Paris e “Avrupa nın Başkenti” demeleri bence haklı bir unvan.

Paris in bu güzelliklerine karşı yadırgadığımız yönleri de oldu. Geceleri sokak kaldırımlarına yatak serip yatan insanları görünce Paris te olmadığımı sandım. Caddelerde yatan bu insanlar gecenin karanlığında birden insanın önüne fırlayıp para istediklerinde korkmamak mümkün değil.

Paris in caddelerinde de sık sık işportacılar ve dilenciler de görülebiliyor.

Paris son derece pahalı bir şehir. Tur rehberimiz alış verip yapmamız için bizleri Prenses Diana nın sevgilisine ait Ellafayet mağazalarına götürmüştü. Fiyatları görünce ciddi bir alış veriş yapamadık. Bu mağazalar bize Prenses Diana nın acı sonunu hatırlattı.

Paris caddelerini gezerken Prenses Diana nın ölümüne neden olan trafik kazasının meydana geldiği alt geçidi de görme fırsatımız oldu.

Paris te çok sayıda Türk vatandaşlarımız la da karşılaştık. Döner büfelerinin tamamı Türkler tarafından işletilmektedir. Ana caddelerde işportacılık yapan Türkler de gördük.

Aç kaldığımız zamanlarda tek uğrak yerimiz Türk dönercileri oluyordu. Paris teki Türk büfeciler sayesinde döner, kuru fasulye ve pirinç pilavsız kalmadık.

Paris ve Bürüksel gezimiz beş gün kadar sürdü. Bu süre içinde ülkemi özlediğimi hissettim. Aslında benim ülkem gezip gördüğüm yerlerden çok daha güzel. Yabancı ülkeler ilk anda güzel gibi görünse de bir süre sonra ülkemiz kadar güzel olmadığını insan anlıyor.

 

437

Avrupa ülkelerinin bizim ülkemizden elbette farklı yanları var. Fakat bu farklılık üstün bir güzellik yaratmamış. Avrupa ülkelerini güzel gösteren düzenleri ve sistemleridir.

Bu ilk yurtdışı gezimiz beş günün sonunda Paris te son buldu. Gezimizin altıncı günü yine güzel ülkemin güzel insanları ile birlikteydik.

Daha sonraki yıllarda yurt dışı gezilerimiz bir birlerini izledi.

Noter olarak görev yapmam ,daireden ayrı kalmamı engellemiyordu. Dairede olmasam da işler aynı düzende ve aynı titizlikle yürütülebiliyordu. Bu nedenle bir yerlere giderken bir tedirginlik ve kuşku duymuyordum. Yurt dışı gezileri bana yurt içi gezilerinden daha cazip geliyordu. Noterliğe başlamadan önce Türkiye de gezip görmediğim yer kalmamıştı. İlk yurtdışı gezimden sonra yabancı ülkelere ilgim daha da arttı. Artık bundan böyle dünyayı gezip görmek istiyordum.

İstanbul a gelişimin ikinci yılında Selanik noterleri İstanbul noterlerini ülkelerine davet etmişlerdi. İstanbul Noter Odası bu amaçla Selanik e bir gezi düzenledi. İsteyen noterler eşleri ile birlikte bu geziye katılabiliyordu. Geziye ben de eşimle birlikte katıldım. Doksan kişilik bir gurup oluşturduk ve iki otobüsle Selanik e gittik.

Selanik yakın olduğu için yol boyu başka şehirleri de görmek amacı ile otobüs yolculuğunu tercih etmiştik. İpsala sınır kapısından girerek Trakya yolu ile Selanik e doğru gidiyorduk. Yol boyu Kavala, Gümülcine ve daha birçok yerleşim merkezlerini görme imkanımız oldu. Bir

438

zamanlar Osmanlı toprakları olan bu ülkede şimdi bir yabancı olarak bulunuyorduk. En acı yanı da Türklere ait hiçbir iz ve eser bırakmamış olmalarıydı. Köylerin ve şehirlerin Türk isimleri değiştirilmiş hep Yunan isimleri verilmişti. Gümülcine,Kavala ve Selanik dışında başka bir Türkçe isim göremedik.

Yunanlı noter meslektaşlarımız bizlere umduğumuzdan daha büyük bir ilgi gösterdiler. İki gün boyunca Türkiye ve Yunanlı noterlerin birlikte olduğu bir seminer düzenlendi. Bu seminerde her ülke kendi noterlik sistemlerini anlattılar.

Bir akşam Yunan Adalet Bakanı tüm noterlere kral sarayında bir akşam yemeği verdi. Harika bir akşam ve harika bir yemekti. O kadar çeşit yemeği hiçbir yerde görmemiştim. Açık büfe ikramda yüzlerce çeşit yemek vardı. Yemeklerden çoğu Türk yemeklerine benziyordu. Yunanlıların yemek kültüründe kültürümüzün etkisini gördüm. Yunan mutfağı diğer Avrupa ülkelerinin mutfaklarından çok farklıydı. Gezdiğim diğer Avrupa ülkelerinde yemek konusunda büyük sıkıntılarımız oldu ama Yunanistan da böyle bir sıkıntı yaşamadık

Yunan halkı eğlenmesini ve yemesini seven bir millet. Gündüzleri Siesta dedikleri bir uykuları var. Saat on üçle- on beş arasında esnaf öğle uykusunda oluyor. Akşamlarını gazinolarda gecelerini ise müzikhollerde geçiriyorlar. Selanikli noter dostlarımız bize Yunan eğlencelerinin her türlüsünü yaşattılar. Gecenin saat üçlerine kadar müzikhollerde sirtaki eşliğinde Uzzo denilen Yunan rakısı içerek unutulmaz anılar yaşadık.

439

Yunanlılar çalışmaya yatkın insanlar değiller. Ülkenin büyük bir bölümünü gezdim ama ciddi bir sanayi kuruluşu göremedim. Sanayilerinin temelini tarım oluşturuyor. Köylerini bizim köylerimize göre çok daha bakımlı ve düzenli gördüm. Her tarafta makineli modern tarım yapılmaktadır.

Yunan halkının Türklere karşı bir art niyetlerinin olduğunu ne gördüm ne de sezinledim. Türk olduğumuzu anlayan Yunanlılar bizlerle daha çok ilgileniyorlardı. Yunanlı noter meslektaşlarımız gezi boyunca bizleri yalnız bırakmadılar ve gecenin geç saatlerinde arabaları ile bizleri otellerimize kadar götürdüler. Selanikli noterlerin bu unutulmaz dostlukları karşısında ister istemez Yunan halkına karşı büyük bir yakınlık ve sevgi duydum.

Selanik oldukça güzel ve temiz bir şehir. Büyük Atatürk bu şehirde hayata gözlerini açmış. Bu yönü ile de Selanik in anılarımızda ve tarihimizde ayrı bir yeri var.

Geziye katılan tüm noterler gurup halinde giderek Ata mızın doğduğu evi ziyaret ettik. Resimlerinde gördüğümüz gibi iki katlı ahşap bir ev. Bakımlı küçük bir de bahçesi var. Şu an müze olarak kullanılıyor. İçerisinde o yıllara ait bazı ev eşyaları var. Caddeye bakan dış duvarına da "Türkiye Devletinin kurusu Mustafa Kemal Atatürk bu evde doğmuştur " şeklinde bir de levha asılmıştır. Yunan halkının öyle severek baktığı ve ilgi gösterdiği bir ev değil. Atamızın evinin bu şekilde yabancı bir ülke de kalması ister istemez insanı hüzünlendiriyor. İçim burkularak gezdim ve hüzünlenerek ayrıldım.

440

Selanik ten bir günlüğüne oradan Makedonya nın baş şehri olan Üsküp e gittik. Makedonya bakımsız ve fakir bir ülke. Burada yaşayan Türkler in durumu hiç te iç acı değil. Hepsi işsiz,fakir ve bakımsız durumdalar. Her Makedonyalı Türk ün idealinde Türkiye ye gitmek var. Er geç bu ideallerinin gerçek olacağına inanıyorlar. Onları da ayakta tutan ve biri birlerine bağlayan tek duygu da bu

Yunanistan ve Makedonya gezimiz dört günün sonunda bitti. Bu iki şehri tanımak için dört gün yeterli bir zamandı. Her iki devleti tam olmasa da kısmen tanımış olduk.

Yunanistan gezisinden sonra noterliğim sırasında başka yurt dışı gezilerine çıkmadım. Artık meslek yaşamımın sonuna yaklaşmıştım. Yaş haddi nedeniyle yakın bir tarihte görevimi bırakmam gerekiyordu.

12.Ocak.2001 tarihi idi. Uzun yıllar hizmet verdiğim noterlik görevi bugün sona erecekti. Her zamanki gibi yine görevimin başındaydım

Mesainin başlamasından bir süre sonra devir teslim için İstanbul Cumhuriyet Savcısı dairemize gelmişti. Yasa gereği bir devir teslim işleminin yapılması gerekiyordu. Devri gereken dosyaların ve demirbaşların bir listesi çıkarıldıktan sonra yeni bir noter gelmediği için yeni noter gelinceye kadar geçici olarak evrak ve demirbaşlar Noter Baş Katibine teslim edildi.

Artık noterlikle bir ilişkim kalmamıştı. Bu benim ikinci emekliliğim oluyordu. Birincisinde avukat olarak emekli olmuştum.

 

441

Uzun yıllar süren bir hizmetten sonra mesleğe veda etmek biraz hüzünlü oldu. Noterlik sevdiğim bir meslekti. Ömrümün en güzel ve en rahat yılları bu meslekte geçmişti. Çok meslek değiştirdim ama noterliğin yaşamımda ayrı bir yeri oldu. Huzuru, özgürlüğü, çalışma zevkini ve parayı bu meslekte gördüm. Ekonomik durumum bu dönemde iyileşti ve özlemini duyduğum birçok şeye bu dönemde kavuştum. Emekliliğe merhaba derken huzurlu ve gönül rahatlığı içindeyim. Bundan böyle günler ve yıllar nasıl geçecek, onu da yaşadıkça göreceğiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

442

EMEKLİLİK YILLARIM

Emeklilik aslında sevmediğim bir yaşam tarzıdır. Kelime olarak ta bana hep soğuk gelir. Bir bitişi ve bir sonu anlattığı için sevimli bulmam. Emeklilerin toplumdaki itibarları da iyi olmuyor. Toplum üreten ve çalışan insana daha çok saygı duyar.

Emekliliği yaşamamak ve kendime emekli dedirtmemek için noterlikten ayrılmadan önce çalışmak üzere bir avukatlık bürosu hazırladım. Noterlik görevimi bıraktığım aynı gün büroma gelerek avukatlığa başladım. Açılıştan kısa bir süre sonra beş-altı dava aldım. Bunlar beni yeteri kadar meşgul etmeğe başladı.

Bu kez para kazanmaktan çok hoşça bir zaman geçirmek amacı vardı. Avukatlığa devam ederken bir yandan da yine yurt dışı gezilerini sürdürüyordum.

Emeklilikten sonra ilk çıktığım yurt dışı gezisi İtalya oldu. Gezileri turlar öncülüğünde yaptığımız için yorucu olmuyordu. İtalya gezimiz yedi günlük bir gezi idi. Bir ülkeyi gezmek için yedi gün yeterli olabiliyor.

İtalya nın kuzeyinde bulunan Milano dan başlayarak ,Siena, Pizza, Floransa, Roma ve Güney İtalya da Napoli ye kadar uzandık.

İtalya bir yabancı için her yönü ile görülmeğe değer harika bir ülke. Kuzeyinden güneyine kadar her tarafını görme imkanımız oldu. Tarihi güzellikleri ile doğa güzellikleri sanki bir biriyle yarışıyor gibiydi.

Floransa, Siena, Napoli, Roma,Venedik birbirlerinden güzel şehirler. Her şehrin farklı bir özelliği ve farklı bir güzelliği var.

 

 

443

Roma ve Floransa şehirleri eski roma İmparatorluğunun ihtişamını en güzel biçimde yansıtmaktadır. Küçük tepeler üzerine yerleştirilmiş dev heykeller, kiliseler,katedraller şehirlere efsanevi bir güzellik vermiş.

Floransa daki Davut heykeli, eğikliği ile meşhur Pizza kulesi görülmeğe değer eşsiz eserlerden bazılarıdır

Venedik şehri sanki küçük bir cennet. Bir şehir bu kadar sevimli ve güzel olamaz. Sanki oraya yapışıp kalmak istedim. San Marko Meydanı Venedik in en güzel yeri. Günün her saatinde dünyanın dört bucağından gelen insanların dolup taştığı bir meydan.

Venedik kanallarının ve bu kanallarda yüzen gondolların farklı bir güzelliği var. Venedik i ve güzelliklerini doya doya yaşamak için gondollarla bir kanal turu yapmak şart.

İtalya da en çok ilgimi çeken yerlerden birisi de Pompei harabeleri oldu. Milattan önceki yıllarda patlayan Vezüv Yanardağı bir şehri olduğu gibi yok etmiş ve şehir on iki metre kalanlığında bir kül tabakasının altında kayboluvermiş. Bugün o şehrin bir bölümünün üzerindeki yanardağ külleri temizlenerek şehir kısmen olsun meydana çıkarılabilmiştir.

. Yanardağın patlaması sırasında çıkan zehirli gazlar insanları o kadar ani yakalamış ki insanlar o anda hangi durumda ise öyle ölüp kalmışlar.

Oynarken ölen bebeklerin, otururken ölen insanların mumyalaşmış bedenleri canlı bir şekilde durmaktadır.

kültüre sahip oldukları bu kalıntılardan belli oluyor. Şehir içi O çağlarda bile Romalıların çok üstün bir ndeki caddeler, toplantı meydanları, hamamlar ,Pazar

444

yerleri ve arenaları o devrin kültürünün bugün kinden farksız olduğunu açık olarak gösterebilmektedir.

İtalya hem bir tarım ülkesi hem de bir sanayi ülkesidir. Tarımdan çok sanayi öne geçmiş durumda. Her üç beş km de bir ,bir fabrika görmek mümkün oluyor. Yolları ve otobanları son derece kusursuz. Ülke genelinde otuz sekiz otobanlarının olduğunu söylediler. Yollar tırlarla dolu. Durmadan İtalya dan Avrupa ülkelerine sanayi ürünleri taşımaktalar. Son yıllarda sanayi de büyük atılım yapan İtalya Avrupa nın Almanya, Fransa,İngiltere den sonra dördüncü sanayi ülkesi durumuna gelmiştir.

İtalya ya giden her turistin görmek istediği yerlerden birisi de Vatikan dır. Avrupa nın en küçük devleti ve Katoliklerin dini merkezi. Görülmeğe değer orijinal bir yer. Katoliklerin dini lideri papa burada oturmakta ve dünyanın en büyük kiliselerinden birisi olan Sen Piyer kilisesi burada bulunmaktadır.

Senpiyer Kilisesini gezerken Milli kahramanımız (!) Mehmet Ali Ağca yı hatırladım. Papa ya saldırdığı ve kurşunladığı alanı gösterdiler. Ağca nın papayı kurşunladığı yeri gezerken büyük bir utanç duydum ve üzüldüm.

Vatikan ın görülmeğe değer en güzel yeri Sen Piyer kilisesidir. Sen Piyer kilisesi bir kilise değil sanki bir sanat harikası. İçeri girince büyülendiğimi hissettim. Kilisenin değişik bölümlerine yerleştirilmiş heykeller, kabartmalar, yağlı boya tablolar buraya bir müze havası vermişti. İnsan o kadar sanat eserini bir arada görünce bu yerin bir kilise olduğunu unutuyor sanki..

Hun hükümdarı Atilla ya bile kilisenin belirli bir bölümde yer verilmiş. Kilisenin iç duvarına işlenmiş

445 bir kabartma da Atilla ile Papa nın karşı karşıya konuşmalarını görünce gururlandım. Bir Türk Hükümdarı nın ta oralara kadar gitmesi ve Roma şehrini işgale kalkması büyük bir tarihi olay. Kilise duvarında yer alan kabartma da Atilla nın arkasında askerleri, papanın arkası da ise din adamları yer almış görünüyordu. Bu kabartmanın anlamını rehberimiz bizlere şu şekilde açıkladı:

Atilla askerleri ile Roma yı işgal etmek üzere geldiğinde papa yanına din adamlarını alarak Atılla nın huzuruna çıkmış. Atilla ya:

-Senin arkanda askerlerin varsa benim arkamda da tanrının melekleri var. Sen Romayı işgal etmeğe kalkarsan bu melekleri karşında bulursun. Senin askerlerin benim meleklerimle başa çıkamaz. Bu nedenle şehri kuşatıp ta şehre zarar verme. Askerlerini al ve Roma dan uzaklaş, demiş.

Atilla da papanın bu konuşmasından etkilenerek Roma yı kuşatmaktan vazgeçerek askerleri ile birlikte tekrar kendi ülkesine dönmüş. anlatılan hikayenin gerçek olup olmadığını bilemiyoruz. Kilisenin duvarındaki kabartmada Atilla Papa ya göre daha yakışıklı ve onurlu birisi olarak tasvir edilmişti

Kabartmalarda Atilla nın gösterişli bir şekilde tasvir edilmiş olmasına bir anlam veremedim. Ülkelerini işgale gelen bir komutanın daha aşağılayıcı bir şekilde tasvir edilmesini beklerdim. Kabartma bu şekli ile bizleri gururlandırdı ve sevindirdi.

Her ülkede olduğu gibi İtalya da da yemek konusunda büyük sıkıntılarımız oldu. Makarna memleketi olan İtalya da gönlümüze göre bir makarna bile yiyemedik. Bir Akdeniz ülkesi ama yemek

 

446

kültürleri bize hiç benzemiyor. Ülkemizin hiçbir yemeğini İtalya da göremedik.

Bir akşam otelimizde gezi arkadaşımız olan Besim Beyler le birlikte memleket usulü peynir domates yemek istedik. Valizlerimizde Türkiye den getirdiğimiz peynirlerden yeteri kadar stokumuz vardı. İş domates bulmağa kalmıştı. Gecenin karanlığında sokaklara çıkarak domates aradık Sonunda bulduğumuz küçük bir manavda bizlere yetecek kadar domates bulabildik.

Onların manavları bile bizimkilerinden çok farklı. Dükkandaki toplam sebze ve meyveler on kiloyu geçmeyecek kadar azdı. Orada sebze ve meyveler kilo ile değil tane olarak satılmaktadır.

Türkiye den ayrılalı altı gün kadar olmuştu. Bu süre içinde hiçbir yerde yoğurdu yemediğimiz için yoğurdu da özlemiştik. Yoğurt bu ülkede de aynı isimle söyleniyordu. Hangi ülkeye gittiysek yoğurdun adı hiçbir yerde değişmedi. Tüm dünya yoğurdu bu adı ile tanıyor.

Markette yoğurt istemek için İtalyanca bilmeğe gerek yok. Sadece adını söylemek yetiyordu. Rastladığım ilk markette yoğurt istedim. Market görevlisi plastik kutu içinde bir kutu yoğurt verdi.

Yoğurt buldum diye sevinerek otele döndüm. Plastik kutuyu açtığımızda ne görelim bana yoğurt verilen kutunun içinde sütlaç çıktı. O da aşırı derecede şekerli olduğu için yiyemedik.

O gün akşam yemeğimiz domates ve peynirdi. Altı gündür ilk defa karnımız doyuyordu. İtalya da yediğimiz en leziz yemek buydu.

Bu akşam yemeğinin eresi günü İtalya ya

veda ederek ülkemize döndük.

447

Birkaç ülkeden sonra yurt dışı gezileri daha çok ilgimi çekmeğe başladı. Farklı kültürleri ve farklı insanları görmek hoş bir duygu idi. İtalya, Fransa, Belçika ve Yunanistan gezilerinden sonra Avrupa yı az da olsa tanımıştım. Diğer ülkelerde herhalde gördüğüm bu ülkelere benziyordur..

Gençlik yıllarımdan beri uzak doğuyu ve özellikle de Singapur u çok merak ederdim. Sadece haritalardan yerlerini gördüğüm bu uzak iklimler bana çok gizemli gelirdi. O yıllarda Singapur u anlatan bir şiir hatırlıyorum. O şiirden olsa gerek Singapur a özel bir ilgi duyuyordum. Yıllar sonra da olsu bu hayalim gerçek oluverdi.

2003 yılının Mart ayı idi bir gurup arkadaşımla birlikte Uzak Doğu gezisine çıktık. Gezi programımızda Honkonk, Bankok ve Singapur vardı. Seyahatimiz İstanbul da başladı.

Singapur hava yollarına ait bir uçakla gidiyorduk. İstanbul dan havalandıktan sonra ilk uğrak yerimiz Dubai oldu. İstanbul Dubai arası dört saat sürmüştü. Bu dört saatlik süre içinde hep Akdeniz ve Sudi Arabistan toprakları üzerinden uçtuk.

Dubai den sonra ikinci durak yerimiz Singapur du. Singapur a kadar sekiz saat süre ile hep Hint Okyanusu semaları üzerindeydik. Sekiz saat süreyle hep denizi seyretmekte insana sıkıntı veriyordu. Uçağımızın penceresinden bakarken bu sekiz saatlik süre içinde denizden başka bir şey göremedik.

Singapur hava alanında kısa bir moladan ve uçağımızın değiştirilmesinden sonra bu kez de Honkonk a gitmek üzere yine göklerdeyiz. Bu yolculuğumuzda dört saat kadar sürdü. Türkiye den Honkonk a kadar olan yolculuğumuzu on altı saatte

448

tamamlamıştık. Hayatta yaptığım en uzun yolculuktu. On altı saat hep göklerde uçmak çok kolay olmamıştı. Gittiğimiz yer dünyanın diğer bir ucuydu.

Uçağımız çok güzel ve büyük bir uçak olduğu için on altı saatlik yolculuktan dolayı bir yorgunluk duymadık. Singapur un çekik gözlü hostes kızları yolculuğumuz boyunca bizlere durmadan bir şeyler ikram ediyorlardı. Sempatik tavırları ve içten yaklaşımları karşısında yolculuğumuzun sıkıcı yönlerini unutuverdik.

Uzak doğu gezimiz Honkonk ta başladı. Honkonk uzun yıllar İngiliz sömürgesi olarak kalmış ve sonra Çine devredilmiş bulunan Uzak Doğunun büyük şehirlerinden birisi. Şimdiye kadar gördüğüm şehirlerden ve ülkelerden çok farklı özelliklere sahip harika bir şehir. Yakın bir zamana kadar burası İngilizler tarafından ayrı bir devlet gibi yönetilmekteyken üç yıl kadar önce Çin e devretmişler. Bizlere koşullu bir devirden söz edildi. Güya, Çinliler bu şehrin elli yıl süre ile kurulmuş olan düzenine dokunmayacak burası yine müstakil bir devlet gibi yönetilecekmiş. Honkonk un dünyada en çok gökdelene sahip bir şehir olduğunu söylediler. Yetmiş seksen katlı bu binaların tepelerine bakarken insanın gözleri yoruluyor. Birkaç kez denemiş olmama rağmen binaların kaç kattan ibaret olduğunu bir türlü sayamadım. Her bina bir sanat harikası gibiydi.

Honkonk ekonomisinin temelini Turizm ve ticaret oluşturuyor. Dünyanın en büyük ticaret limanlarından birisi burada. Rehberimiz,bu limandan yılda yüz elli milyon konteyner dolusu mal ihraç edildiğini söyledi. Hava alanları da limanları kadar

449

büyük ve gösterişli. Yine bizlere anlatılanlara göre bu hava alanının yapımı için yüz elli milyar dolar para harcanmış. Honkkonk ta nüfusun çoğunluğunu Çinliler ve Japonlar oluşturuyor. Çinliler ve Japonlar çekik gözlü oldukları için kimin Japon kimin Çinli olduğunu anlamak mümkün olmuyor. Çinlilerin hep kısa boylu insanlar olduklarını düşünürdüm. Hiç te öyle değil. Son derece bakımlı yakışıklı ve uzun boylu insanlar. Şehrin gezip görülmeğe değer ilginç yerleri bir hayli çok. Bu şehri gezmek için iki günlük bir süremiz vardı. Gezimizin bir gününde şehrin doğal parklarını ve dünyanın ilginç hayvanlarından olan pandaları ve yaşadığı yerleri gördük. Bir akşam Honkonk körfezinde gemide yediğimiz akşam yemeği oldukça ilginçti. Gecenin karanlığında hem yemeğimizi yiyor hem de Honkonk un gece manzarasını izliyorduk. Yemek süresince gemi haraket halinde olduğu için her an değişik manzaralar karşımıza çıkıyordu Honkonk gezimizin bir renkli yönü de katılmış olduğumuz bir gece safarisiydi. Gecenin karanlığında elektrikle çalışan sessiz bir tren vasıtasıyla vahşi hayvanları doğal ortamlarında görmemiz mümkün oldu. Çin in o meşhur pandalarını da yine bu gezimiz sırasında görmüştük. Boş zamanlarımızda şehrin ana caddelerini ve alış veriş merkezlerine de gezme imkanımız oldu. Çin malları Türkiye deki Çin mallarından daha pahalı geldiği için pek alış veriş yapmadık. Ana caddelerin birinde gezerken bir cami dikkatimizi çekti. Honkonk Müslümanlarının yaşantılarını ve ibadetlerini görmek için Besim Cebeci arkadaşımla caminin içini gezmek istedik. Cami üç kattan ibaret

450

modern bir binaydı. Suudi Arabistanlı bir şeyhin yaptırdığını söylediler. Dıştan bakıldığında pek te camiye benzemiyordu. İki tane minyatür minareden başka bir özelliği yoktu. Birinci kat ibadet için ayrılmıştı. Diğer katlarda küçük yaştaki çocuklara Kuran öğretiliyordu. Çocukların hepsinin başlarında takkeleri vardı. Bizdeki kuran kursu öğrencilerin bir benzeri gibiydiler. Hepsi de son derece bakımsız ,kirli ve cılız çocuklardı. Elleri

ve yüzleri kir pasak içindeydi. Hocaları da çocuklara benziyordu. Başlarında kocaman sarıkları olan kaba sakallı kısa boylu çirkin insanlardı. Cami de öyle temiz ve bakımlı görünmüyordu.

Camide namaz kılan bir cemaat göremedik. Oradaki Müslümanların yerine Besim arkadaşımız iki rekat namaz kıldı ve ben de bu güzel manzarayı çektiğim fotoğraflarla ölümsüzleştirdim.

Honkonk genelinde işyeri sahiplerini Çinliler ve Japonlar oluşturmaktadır. Müslümanlara ait işyerleri göremedik. Bizim ülkemizde çingeneler ne durumdaysa orada da Müslümanlar aynı durumda. Toplumdan dışlanmış bir halleri var. Şehrin varoşlarında sefil bir şekilde yaşadıklarını ve o modern topluma uyum sağlayamadıklarını bize anlattılar.

İki günlük Honkonk gezimizde şehre doyamadan gezimizin üçüncü günü gezi programımız gereği uçakla Taylant ın başkenti olan Bankok a hareket ettik.

Havaalanından bizi şehre turun özel otobüsleri götürdü.

Bankok ta otobüsümüzden iner inmez bizleri güzel giyimli,ince, uzun boylu ,çekik gözlü Taylant lı kızlar karşıladılar. Böyle bir sürpriz beklemiyorduk.

451

Kızlar, Taylant ın o meşhur çiçeği “Orkide” den kolyeler yapmışlardı. Her yolcunun boynuna bu kolyelerden birer tane taktılar İlk kez bir yabancı ülkede böyle özel bir karşılama töreni ile karşılanıyorduk. Bu beklenmedik sürpriz daha ilk adımda Taylant ı sevmemiz için yetti.

Karşılama töreninden sonra şehrin merkezinde yer alan beş yıldızlı otelimize yerleştik. Otel personeli misafir turistlere çok saygılı davranıyorlardı. Otele her giriş ve çıkışımızda otel kapısında bekleyen görevliler bizleri Budistlere özgü bir selamı ile karşılıyor ve uğurluyorlardı. Hiçbir ülkede görmediğimiz değişik bir selamlama biçimiydi. İki el bir birine yapıştırılıp çenenin alt ucuna dokundurulurken tatlı bir gülümseme ile hafif eğiliyorlardı.

Farklı bir kültürün,farklı bir ırkın ve farklı bir doğanın içendeydik. Her şey değişik gelmişti bizlere. Yadırgamadığımız ve bizleri rahatlatan hoş bir ortamdı.

Taylant ,hep yardım etmek isteyen güler yüzlü sempatik insanların yaşadığı bir ülke. Kendimizi ülkemizdekinden daha güven içinde hissediyorduk.

Bankonk Taylant ın başkenti olup dört milyon nüfuslu bir şehir. Çok temiz ve düzenli bir yapısı yok. Sokaklarının her tarafı açık lokanta gibi. Yemekler açıkta yapılıp satılıyor. Son derece tiksindirici bir görüntü hakim. Tabiatta ne kadar canlı varsa bunların hepsini yiyebiliyorlar. Bizlerin tiksinti ile baktığı böcekler Taylantlı ların nefis yemeklerini oluşturuyor. Çok değişik böcekler, kızartılmış yada kavrulmuş olarak kavanozlarda kuru yemiş niyetine caddelerde satılmaktadır.

 

452

Yemeklerinde çok ağır kokan ve yabancıları rahatsız eden bir yağ kullanıyorlar. Kötü kokan bu yağ nedeniyle Bankok ta yemek yiyemedik. Yağın kokusu sokaklara bile sinmiş durumda. Şehrin neresine gidilirse gidilsin bu ağır kokudan kurtulmak mümkün olmuyor. Yemeklerini yerken çoğu kez burnumuzu tutmak zorunda kalıyorduk . Ama meyveleri son derece güzeldi. Ülkemizde yetişen meyvelerin hemen hepsi o topraklarda da yetişebiliyor. Birkaç çeşit farklı meyveleri var. Ananas ve Hindistan cevizi daha ağırlıklı olarak yetiştiriliyor. En bol meyveleri ananas. Açık büfe olan otel lokantalarında sınırsız ananas ikramı var. Bankok ta kaldığımız sürece yemeklerini yiyemediğimiz için hep ananasla beslendik. Bu gezide tanıdığımız ananas artık evimizin de baş meyvesi oldu.

Bankokonk ta bir kez otelimizin dışında küçük bir lokantada yemek yeme imkanı bulabildik. Burası küçük bir kebapçı dükkanıydı. Gelen müşteriler ızgaralarını kendileri yapıyorlardı. Bizdeki kendin pişir kendin ye şeklindeki kır lokantalarına benziyordu. İşin ilginç yanı ızgaralarıydı. Bu ızgaralar bildiğimiz kömürlü ızgaralara benzemiyordu.

Izgaralar dikdörtgen şeklinde kızdırılmış metal bir parçalardan ibaretti. Bu ızgaralar müşterinin önüne ısıtılmış olarak getiriliyor, müşteri kebabını kendisi yapıyordu. Izgaraların özelliği ısılarını uzun süre kaybetmemeleriydi. Yemek sonuna kadar ısılarını muhafaza edebiliyorlar. Özel bir alaşımdan yapılmış bir metal olduğunu söylediler. İlgimizi çeken orijinal bir yemek oldu. Taylant gizemli bir ülke. Doğal yapısı pek bozulmamış. Her tarafında göz alabildiğince uzanan

 

453

Hindistan cevizi ormanları var. Taylant ta ülkenin nüfusunu Taylant lılar,Japon ve Çinliler oluşturuyor. Genelinde fakir insanlar. Öyle büyük bir sanayi göremedik. Din olarak da Budizmi kabullenmişler. Dine aşırı bir bağlılıkları var. Budizm in kurallarını çok sıkı bir şekilde uygulamaktalar. Şehrin her tarafında dini semboller görmek mümkün. Otellerin ve çoğu evlerin önünde basit bir Budist tapınağı modeli bulunduruluyor. Bu küçük model tapınağın içinde bir küçük Buda heykeli yer almakta ve heykelin önüne sık sık değiştirilmek üzere taze meyveler koymaktalar. Heykelin önüne konulan taze meyveler Buda ya karşı bir sevgi ve saygı ifadesi olarak düşünülüyor.

Bankok Buda nın doğduğu ve ilkelerini yaydığı şehirdir. Buda aslında bir peygamber değil ama insanlar ona bir peygamber gibi son derece bağlı ve saygılılar. Bir kralın oğlu olarak dünyaya gelen Buda sözleri ve yaşam biçimi ile yöre halkına örnek olmuş ve yaşamlarına yön vermiştir. Haz Muhammet ten bin yıl kadar önce yaşamış olan Buda nın getirdiği ilkeler diğer dinlerin getirdiği ilkelere benzemektedir. On temel ilkesi bulunan bu dinde dinin özünü insan sevgisi,insana saygı, çalışma, dürüstlük, vatan sevgisi, az yemek yeme hırsızlık yapmama ve güç kullanmama gibi ilkeler oluşturmaktadır. Dinden kaynaklanan bir inanç nedeniyle Budistler Buda nın tavsiyesine uyarak az yamak yemekteler. Budistlerde akşam yemeği yok. Sabah kahvaltısı ve öğle yemeği ile bu işi bitiriyorlar. Bu nedenle de Taylantlılar cüssesiz, zarif ve kısa boylu insanlar. Buda nın doğdu ve türbesinin olduğu yer Bankonk un görülmeğe değer en güzel yeridir.

 

454

Tapınakları Harikulade mimari bir üslüpla yapılmış olup insan baktığı zaman büyüleniyor. Bu mabet alanı içinde Buda nın değişik pozisyondu çok sayıda heykeli var. Beş buçuk ton saf altından yapılmış buda heykelini de burada gördük. Yine dünyaca meşhur safir taşından yapılmış bir başka Buda heykeli de bu alan içinde yer alıyor. Bu heykel için kullanılan safir taşı dünyadaki kıymetli taşların en büyüğü olarak kabul edilmektedir. Bizler de onların geleneklerine uygun biçimde Buda ya saygımızı sunarak Budist hacısı olarak ülkemize döndük.

Bankok kıymetli taşları ile dünyada isim yapmış olan ülkelerden birisidir. Mücevher sanayinde kullanılan taşların bir bölümü bu ülkeden temin edilmektedir. Gitmiş olduğumuz bir mücevher mağazasında Türk kuyumcuların da bu ülkede kıymetli taşlardan satan alarak ülkemize götürdüklerini söylediler.

Gördüğümüz mağaza çeşitli kıymetli taşlar ve işlenmiş altınların satıldığı ilginç çok katlı bir mağazaydı. Mağazanın satış müdürü de bir Türk tü. Türk olduğumuzu öğrenince bizlerle bir hayli ilgilendi. Bizler de Müdürün türk olmasından cesaretle bir hayli alışveriş yaptık. Gurup arkadaşlarımızın büyük bir bölümü Taylant ın mücevher yapımında kullanılan renkli taşlarından aldılar. Ucuz gördüğümüz için altın alanlarımız da oldu. Ama Türkiye ye döndüğümüz zaman almış olduğumuz altınların değerlerinin çok düşük olduğunu ve bizlere çok yüksek fiatlarla satıldığını öğrendik. Aldanmamız mağaza satış müdürünün Türk olmasından kaynaklandı. Uzak bir ülkede bir Türk ün Türk hemşehrilerini aldatmasını düşünemezdik. Güvenimizin sonucu böyle oldu.

455

Gezilerde bu tür aldanmalar çok olduğu için bizleri üzmedi.

Yörede bir devlet disiplini olmadığı için satıcılar dilediği fiyatlarla mallarını satabiliyorlar. Pazarlık yapmasını bilenler pek aldanmıyor. Avrupa ülkeleri hariç geri kalmış ülkelerin hemen hepsinde turiste yaklaşım aynı. Her satıcı turisti aldatma peşinde. Avrupa ülkelerinde bu tür olaylarla hiç karşılaşmadık. O ülkelerde pazarlık yapmak iyi karşılanmıyor ve teklif edildiği zamanda tepkileri iyi olmuyor.

Taylant taki üç günlük gezimizden sonra uçakla, gezimizin son durağı olan Singapur a uçtuk. Taylant ile Singapur arası iki buçuk saatlik bir yol. Singapur gezdiğimiz diğer iki ülkeye göre daha güneyde ekvatora yakın bir alanda yer almaktadır.

Singapur dört milyonluk küçük bir şehir devletidir. Tüm ülke tek bir şehirden oluşmakta, ülkenin bir ucundan bir ucu 50 Km yi geçmemektedir. Son derece bakımlı,zengin ve temiz bir ülke. Uzak doğunun sanırım en gelişmiş ve en zengin ülkesi. İnsanı rahatsız eden en küçük bir olumsuzluk görmedik. İnsanları da sıcak kanlı ve yardım severler.

Ülke ekvator çizgisine yakın olduğu için tropikal iklim bölgesinde yer almaktadır. Burada kış mevsimi yok. Ülke sürekli baharı ve yazı yaşıyor. Bu nedenle de her taraf yemyeşil ve renk renk çiçekle kaplı. Bölgenin en güzel çiçeği “orkide” ismi verilen bir çiçektir. Ağaçların gövdelerine varıncaya kadar tüm bahçeler renkli orkidelerle süslüdür.

Çok ağaçların gövdelerine orkide aşısı yapılmış, ağaç gövdelerinden salkım salkım orkideler sarkmaktadır. Asalak bir bitki olduğu için ağaç gövdesinden aldığı besinlerle yaşayabilmektedir.

456

Bir ülkede kış mevsiminin hiç yaşanmaması o ülkeye büyük avantajlar sağlıyor. Isınma diye bir sorunları yok. Bizim gittiğimiz tarihlerde İstanbul da ısı bir iki dereceyi gösterirken Singapur da ısı otuz dört-otuz beş derecelerde seyrediyordu. Tropikal bir iklimin özelliği olsa gerek,her taraf yemyeşil. Her ülkenin iyi tarafları da oluyor kötü tarafları da. Ama Singapur da kötü olan hiçbir şey göremedik.

Singapur çok turist çeken bir ülke. Ülke turizme göre imar edilmiş olup gezilecek ve görülecek yerleri çok. Dünyanın en güzel deniz altı akvaryumlarını ve dünyanın en uzun yürüyen merdivenlerini burada gördük.

Şehir sokaklarında bir çöp yada izmarit görmek olanaksız. Şehir sokaklarının kirlenmemesi için sokakta sigara içmek ve çiklet çiğnemek yasaklanmıştır.

Halkın kullandığı özel arabalar da çok dikkatimizi çekti Bir tana boyasız ve hasarlı araba göremedik. Araç konusunda ilginç bir uygulamaları var. Araba sahibi olmak isteyen bir kimse öncelikle özel bir park yeri edinmek zorundadır. Park yeri olmayan bir kimse araç sahibi olamıyor.

Ülkedeki tüm araçların mülkiyeti devlete aittir. Vatandaşlar araçları on yıllığına devletten kiralamakta ve sürenin bitiminde aracı devlete teslim etmekte, devlet te on yaşını dolduran tüm araçları trafikten çekerek hurdaya ayırmaktadır. Bu nedenle ülkede on yaşın üzerinde araç kullanılması yasaklanmıştır. Böyle olunca da trafikte gördüğümüz tüm araçlar son derece temiz ve bakımlıdırlar.

 

 

457

Üç günlük gezimizde Singapur u doya doya gezebildik. Burada elektronik eşyalar bol ve ucuz olduğu için alış veriş yapma imkanımız da oldu.

Bu güzel ülkeye doyabilmek için iki gün bizlere çok az geldi. Buradaki üçüncü günümüzü akşamı gezimiz son bulduğunda ülkemize dönmek için Singapur hava alanına geldik. Singapur hava alanında ilginç bir olay oldu.

Singapur da torunuma götürmek üzere bir org satın almıştım. Hava alanına geldiğim zaman görevliler org u uçak bagajına almak istemediler. Lisan bilmediğim için durumu onlar bana anlatamıyor bende onlara bu konuda bir soru soramıyordum. Böyle çaresiz bir durumdayken yanıma genç ve yakışıklı bir polis yaklaştı. Türkçe olarak bana,

-Bir sorun mu var ?. Ben yardımcı olayım. dedi.

Böyle bir yabancı ülkede ,çaresiz olduğum bir ortamda bir Türk polisini orada görmek bana aşırı derecede mutluluk verdi. Sevincimde polise sarılıp öptüm.

Bu polis arkadaşımız Türk asıllı bir Singapurlu idi. Yıllar önce bu ülkeye işçi olarak gelmiş ve sonra da ülkenin vatandaşı olup buraya yerleşip kalmış.

Bu Türk polisinin yardımı ile sorun çözüldü ve almış olduğum org uçağın ayrı bir bölümünde İstanbul a kadar getirildi ve İstanbul Havaalanında bana teslim edildi. Böylece uzak doğu gezimiz tatlı anılarla bitmiş oldu.

Uzak doğu gezisi bitmesini istemediğim güzel bir geziydi. Çok farklı ülkeler,çok farklı kültürler çok farklı iklimler gördük. Hiçbir özellikleri bizlere benzemiyor

.

458

Her gezinin sonunda olduğu gibi yine ülkemizdeydik.

Ülkemize döndükten sonra yine monoton günler başladı. Ömrüm hep çalışma ile geçtiği için emeklilik bana çok sıkıcı geliyordu.

Noterlikten emekli olduktan sonra iki yıl kadar serbest avukat olarak çalıştım. Avukatlığı bir küçük bir uğraşım olsun diyerek yapmayı düşünmüştüm. Ama bu iki yıl içinde meslekte umduğumu bulamadım ve meslek bana haz vermedi. Meslek, avukatlığa başladığım o ilk yıllardaki gibi değildi. Çok şeylerin bozulduğunu, mesleğin değerini yitirdiğini gördüm. Avukat- hakim ilişkileri,avukat adli personel ilişkileri beni hayal kırıklığına uğrattı. Mesleğimizin saygınlığını yitirmiş olduğunu gördüm. Bu şekilde bir uğraş bana haz vermediği için iki yılın sonunda avukatlık mesleğini bırakarak kardeşlerimle emlak ve inşaat işleri ile uğraşmağa başladık. Sıkıldığım zaman

yine iş aralarında ara sıra yurt dışı gezilerim oluyordu.

İlk yurt dışı gezilerimden sonra Almanya, Çekoslovakya, Avusturya,Macaristan, Hollanda, İsviçre, Mısır,Tunus İspanya ,Prag gibi ülkeleri gezdim. Daha gezmeyi düşündüğü çok ülke var. Ömrüm yettiği sürece bu geziler ara ara devam edecek. Yaptığım gezilerle ilgili anılarımın tamamını bu kitapta toplamak istemiyorum. Zamanım olduğu taktirde dış gezilerim için ayrı bir kitap yazmayı düşünmekteyim.

Her ülkenin ayrı bir güzelliği var. Yabancı ülkeleri gezdikçe ülkemi daha iyi tanıdım. Bu gezilerimde Türkiye nin büyük ve çok güzel bir ülke olduğunu anladım. İçinde yaşarken bazı gerçekleri insan göremiyor. Nüfusumuz,ekonomik yapımız ve

459

sanayimizle artık dünyanın önde gelen ülkelerinden biriyiz. Geleceğimizin aydınlık olacağına inanıyorum.

Son yıllarda ülkemizdeki siyasi gelişmelerden dolayı biraz endişeliyi. Bu engelleri aşabilirsek geleceğin çok güçlü bir devleti olabiliriz. Laikliği, demokrasiyi ve özgürlükleri tehlikede görüyorum. Atatürk ve cumhuriyet ilkelerinde büyük sapmalar var. Dini egemen kılmak için uğraşan radikaller ülkemiz için büyük bir tehlike oluşturuyor. Bu tehlikeleri kazasız belasız atlatabilirsek gelecek için umutluyum.

Anılarım bu anlattıklarımla bitmiyor. Ömür bitmediği sürece anılar devam edecek ve yeni anılarımla bu kitabım daha da büyüyecek. En büyük arzum ülkemin dev bir dünya devleti olmasıdır. Bunları da görebilirsem ne mutlu bana...

 

 

S O N

 

 

AVUKAT ZİYA KAYAPINAR Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol